22 Ekim 2015 Perşembe

Tiyatro Kronoloji

Tiyatro Kronoloji

Kronoloji




MÖ 6. yy
Ritüelden drama geçiş dönemi
MÖ 534
Koroyla birlikte oynamak üzere ilk aktör kabul edilen Thespis Atina’ya, Mart ayında yapılan Dionysos şenliklerine çağrılır. Çadırını (Skene) kurar
MÖ 5. yy
Çadırla seyir yeri arasındaki çit kalkıyor, Skene taştan inşa edilmeye başlanıyor.
MÖ 5. yy
Tiyatronun altın çağı
MÖ 4. yy
Taş tiyatroların yapılması
MÖ 4. yy
Epidauros tiyatrosunun ilk dönemi
MÖ 2. yy
Epidauros tiyatrosunun ikinci dönemi
MÖ 2. yy
Helenistik Dönem
Ortaçağ başları
Tiyatronun can çekişme dönemi. Tiyatro diye bir şey yok.
9. yy
Ortaçağ tiyatrosunun başlangıcı. Kilise insanların daha çok gelmesi için tiyatroyu başlatıyor.
800-1200
Romanesk dönem: Kilise içi tiyatro.
1200-1400
Gotik dönem: Tiyatro kilise dışına çıkmak zorunda kalır.
15. yy
Akademi tiyatrosu (İtalya-Rönesans), Terentius sahnesi
1475-1554
Sebastiano Serlio, İtalyan mimar.
16. yy
Saray tiyatrosu (İtalya-Rönesans)

Tiyatro nedir?

Tiyatro nedir?
TiyatroTiyatro çeşitli tiyatro oyunlarının izleyici karşısında sahnelendiği yere verilen isimdir. Tiyatro kelimesi Yunanca ’da “seyirlik yeri” anlamına gelmekte ve dilimize İtalyanca “teatro” sözcüğünden geçmiştir. Tiyatro yaşamın içerisinde yaşanmış ya da imgesel olayların belli alanlarda tiyatro oyuncularının seyirciler karşısında canlandırma yapmasıyla oluşan bir sanattır. Bu sanatın uygulanmasına ve yapıya tiyatro, sergilenme aşamasından önce hazırlanan metinlere ise tiyatro yapıtı(piyes) adı verilir.

Tiyatro nerede ortaya çıkmıştır?

Eski Yunanistan’da doğmuş olup, hayattaki bütün süreç ve izlenimleri masalsı bir tutumla bir mitolojiye bağlayarak hüzün, heyecan, eğlence, tutku konularında bir tanrı kahraman düşünmüşlerdir. Bu düşüncenin asıl sebebi ise, ilkel insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabasından kaynaklanmaktadır.
Tiyatro Nerede Ortaya ÇıkmıştırDionysos diye adlandırdıkları bu tanrıya doğaya karşı kendilerini korudukları,  onları ödüllendirdikleri ve neşe, saadet ortamı yarattığını düşünerek minnettarlıklarını göstermek isterler.
Her yıl düzenlenen bir şenlik düzenlenirdi. Bu şenliklerde keyiflenen insanlar, ayağa kalkarak eğlendirici fıkralar, taklitler yapar, güldürücü hikâyeler anlatırdı. Rastgele, baştan savma yapılan bu eğlendiri etkinlikler zaman sonra yerini bir geleneğe bıraktı. Ve bu gelenek bazıları için artık bir meslek olmuştur. Bireysel olarak yapılan bu meslek zaman sonra iki kişi oynanmaya başlanmıştır.

Tiyatronun gelişme süreci nasıl olmuştur?

Tiyatronun meslek haline dönüşme süresinde henüz tiyatronun bir edebiyatı yoktu. Tiyatrocular doğaçlama sanatını kullanarak oyunlarını oynar, ya da kısa süre içerisinde hazırladıkları oyunları sunarlardı.   
Tiyatronun GelişimiTiyatro, Eski Yunanistan'da uzun süre (agora) adı verilen meydanlarda oynanır, yerden yarım metre yüksekte izleyicilerin etrafına toplanmasıyla sergilenirdi. Oyunlar büyük ilgi görüp tiyatroyla ilgili kitaplar yazılmaya başlayınca Batı ve Güneydoğu Anadolu’da rastlanan, şimdiki açık hava tiyatrolarının temellerini atan amphitheatron adında basamaklı yerler inşa edildi Daha sonraki süreçlerde ise dekor, kostümler, akustik ses düzenleriyle büyük bir meslek haline dönüşmüştür.

Modern tiyatronun tarihi

Günümüz tiyatrosuna doğru modern olanın en önemli isimlerinin en başında Konstantin Stanislavski gelir.19 yüzyılın sonlarına gelindiğinde “sihirli eğer” adlı yeni bir oyunculuk kuramı geliştirerek oyuncuların canlandırdıkları karakterlere bürünmesini ve bu sayede seyirciye verilmesi gereken duyguyu vermeyi amaçlayarak günümüz tiyatrosunun öncülerinden olmuştur.

Türkiye de gelişimi nasıl olmuştur?

Türkiye'de TiyatroTiyatronun Türk edebiyatında yer bulması Tanzimat dönemiyle başlamıştır. Daha önce batının kültürel özelliklerini kapsadığı için batıda etkili olan bu tür zaman içerisinde sosyal yaşamdaki değişimlerle beraber bizim edebiyatımızda da yer bulmuştur. Tanzimat döneminden önce ise Türklerin Anadolu coğrafyasında uyguladıkları daha çok dramatik olan seyirlik oyunlar sergilenmekteydi. Batı anlayışına göre değerlendirildiğinde ise Anadolu kültüründeki bu oyunun başka bir sanat dalı olduğuna dair görüşler de ön plana çıkmaktadır
Geleneksel Türk Tiyatrosunun içerisinde ise Meddah, kukla, Karagöz, orta oyunu gibi dramatik içerik taşıyan türlerin ustalık dışında ise ve hüner oyunlarını da bulmak mümkündür. Bunların içerisinde ilk sırayı: sihirbaz cambaz, ,denge oyuncuları yer alır.
Türkiye’de tiyatrolar; Devlet ve Şehir Tiyatroları ile Özel Tiyatrolar şeklinde ayrılmaktadır. Ankara’dan İstanbul’a, Erzurum’dan Diyarbakır’a kadar pek çok şehirde yer alan Devlet ve Şehir tiyatroları dönemlik eğitimler vermektedir. Özel tiyatrolardan da Müjdat Gezen Tiyatrosu, Haldun Dormen Tiyatrosu, Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu, Yunus Emre Kültür Merkezi gibi kurumlarda eğitim gösteriler yer almaktadır.

Tiyatro çeşitleri nelerdir?

Dram

Trajediyle komediyi bir arada harmanlayan türdür. Modern tiyatronun sürekli olarak aristokrat zümrenin şatafatlı yaşayışını ve sadece hayatın eğlenceli tarafının öne çıkartılmasını yeterli bulmayarak hayati birçok tarafıyla temsil etme isteklerinden beslenmiştir.

Trajedi

TrajediKişilere korku, heyecan ve acındırma telkinleriyle ders vermek amacı besleyen en köklü tiyatro çeşididir. Nazım olarak kaleme alınması gereken ve kalıplaşmış kaidelere bağlı kalmasından ötürü diğer tiyatro türlerinden farklılık gösterir. Klasik trajediler çoğu zaman beş perdelik gösteriler olup, üç veya altı perdelerden oluşmaktadır. Trajedilerde kadere, ahlak, töre ve geleneklere ayrıcalıklı bir değer katılır. Trajedinin maksadının “insanı acılarını gün yüzüne çıkararak seyircilerin hayaline korku ve merhamet duygusu katmak” olduğu kabul edilmektedir.
Komedi geçirtmeyi hedef alan tiyatro türüdür. Her insanda bulunana belli başlı kusurları eğlenceli bir şekilde ortaya koyarak bir nevi seyirciyi kendi kendine güldürme görevi taşıyor. Bu uygulamada amaç güldürürken izleyiciye ders vermektir. . Trajedilerin aksine kaba şakalar, kelime oyunları, kötüleyici imalar önemli yer tutar

Opera

Bütün sözler, hareketler ve jestlerin musikiyle bestelenmiş ve orkestra şefinin idaresine verilmiş dram ve trajedilerdir. Trajedilerde bütün kelimeler müzikle söylenmelidir. Hüzün çok ağırdır. Olaylar acıklı ve hislidir. Gösteriş ve sunum ön plandadır dekor ve kıyafetler içinde sunulur.

Operet

Sözlerinin müziksiz bölümleri müziklerden çok olan tiyatro eserlerdir. Halka hitap etmek amacıyla kaleme alınır. Kişilerin, göreneklerini ve yaşantılarını gülünç, eğlendirici yönlerini göstermek amacıyla ders vermeyi ve eğlenceli zaman geçirmeyi amaçlıyor. Bu türde, dans belirleyici rol oynar.

Revü

Operetin daha hafif fakat hiciv, alay, tenkit yönlerinin ağır bastığı tiyatro türüdür.

Skeç

Beş altı dakikalık bir zaman içerisinde oynanan tablolar halinde kısa, musikili oyunlardır. Bir çeşidi de radyo skeçleridir.

Epik Tiyatronun konusu nedir?

    Epik Tiyatro
  1. Epik Tiyatro’nun kurucusu Bertolt Brecht’tir.
  2. Türkiye’de ilk epik tiyatro örneği Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı”  isimli çalışmasıyla bilinmektedir.
  3. Kahramanlık konuları içermeyen tiyatro türüdür.
  4. İzleyiciye toplumsal olaylara karşı eleştirel bir gözle bakmayı, izleyiciyi bu eleştiriye ortak etmeyi amaçlar. Bu tavrıyla toplumsal bir tiyatro anlayışını benimser.
  5. Klasik tiyatrodaki gibi seyircinin kendisini oyunun içinde hissetmesi amaçlanmaz. İzleyen oyunla ilgili karar vermeye zorlanır.
  6. Siyasi tavır olarak sosyalizmi benimseyen toplumsal bir tiyatro düşüncesini benimser.
  7. Olaylar, tane tane verilir; konunun bütünlüğünü bozmadan aralara şarkılar ve türküler ilave edilir, anlatıcılar devreye girer.
  8. Seyirci tam bir gözlemci olarak kalır. Seyirciyi duygusal davranmaya itmek yerine kendisini ve olayları nasıl değiştirebileceği konusunda düşündürür.
  9. Sahneyi bir ideolojinin propaganda aracı olarak kullanır; seyircilerin kalbine değil, kafasına seslenir. 

TİYATRO TARİHİ

TİYATRO TARİHİ

İçindekiler




TİYATRO
Bir öyküyü, sahne olarak ayrılmış bir yerde, oyuncuların söz ve hareketleriyle canlandırma sanatı. 
Tiyatro sözcüğü Yunanca'da "seyirlik yeri" anlamına gelen theatron'dan türetilmiş, dilimize İtalyanca'daki teatro sözcüğünden geçmiştir. Günümüzde modern bir tiyatro binası başlıca üç bölümden oluşur. 
- İzleyicilerin oturarak oyunu izlediği oditoryum; 
- Oyunun sergilendiği sahne; 
- Sahnenin iki kenarında ve arkasında, çeşitli dekor ve gereçlerin bulunduğu sahne arkası yada kulis.
TİYATRONUN KÖKENİ 
Tiyatro da başka sanatlar gibi dinsel törenlerden doğmuş, sonra dinden bağımsızlaşarak sanatlaşmıştır. Kökeninde, ilkel insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabaları yatar. Avrupa'da Üst Paleolitik Çağdan (İ.Ö 40-10 bin yıl önce) kalma mağara resimlerinde, ellerine ve yüzlerine hayvan postları geçirmiş insanların ritmik hareketler yaptığı görülmektedir. Bunlar, maske ve köstüm kullanımının, dolayısıyla tiyatronun ilk örneği sayılır. Maske, kişinin kendi kimliğinin aşarak başka kimlikleri ve daha genel varlık biçimlerini temsil etmesinin en etkin yollarından biridir. 
İlkel toplulukların animist inançlarına göre, yinelenen doğal olayların ruhları, kişilikleri vardı; bu kişiler, sonradan tapınma nesnelerine, tanrılara dönüştü. 
İnsanlar, belli zamanlarda yapılan törenlerde bu tanrıları temsil eden maskelere bürünerek kendi yaşamlarını etkileyen doğa olayları üzerinde denetim kurmaya çalıştılar. Yağmur yağdırmak ya da avda başarılı olmak için yapılan törenler danslar, Kurallı oyunun ilk örneğiydi. Eski inançların hemen hepsi görülen "ölme ve yeniden dirilme" teması da, insanlara verdiği kılık değiştirme ve kişileştirme olanaklarıyla, tiyatronun çıkış noktalarından biriydi. Mevsimlerin dönüşü, kışın bahara dönüşmesi gibi yinelenen doğa olayları, eski yılı temsil eden kralın yeni yılın kralın karşısında yenik düştüğü bir törensel boğuşmayla temsil ediliyordu. 
Başlangıçta canlı insanların kurban edildiği bu boğuşma ve ölümler zamanla simgeleşti, iki ayrı gücün çatışması da yerini tek bir gücün ölüm ve yeniden dirilme törenine bıraktı. 
Bazı başka kuramlara göre ise tiyatronun kaynağı şamanist inançlardır. Şamanist törenlerin özelliği, izleyici ya da katılımcılara, tanrısal gücün simgesi yerine kendisini göstermesiydi. Bu törenlerde belirli kurallara uygun davranışlarla kendinden geçen şaman, öte dünya ile bu dünya arasında bir aracı rolü üstlenmektedir. 
Tiyatro, bugün de kökenindeki bu iki eğilimin izlerini taşır, bu iki eğilim arasındaki gerilimden güç alır: Bir yanda doğa güçlerini simgesel olarak canlandırma, temsil etme işlevi; öte yanda, doğaüstü güçlerin görünmesine aracılık etme işlevi. 
Doğaya öykünme kuramına göre, tiyatronun en önemli öğesi kılık değiştirmedir.
ANTİK ÇAĞ
Tiyatro ilk kez IO 6. yüzyılda Yunan toplumunda dinsel törenden özerkleşerek bir sanat türü haline geldi; dinsel ya da pratik ölçütlerle değil, estetik ölçütlerle değerlendirilen bir "oyun" a dönüştü. Yunan toplumunda tiyatronun öncülü, şarap, bereket ve bitkiler tanrısı Dionysos'u kutsamak için yapılan Bacchanolia şenliklerinde bir koronun söylediği dithyramboy şarkılarıydı. Koro, bu şarkılarda, farkı kişilerin konuşmasını canlandırmak için söz ve tavır değişikliğinden yararlanıyordu. Daha sonra, oyuncu ve oyun yazarı Thespis, koronun karşısına, farklı kişilikleri farklı maskelerle temsil eden bir oyuncu koydu. Böylece daha karmaşık konular ele alınabiliyor, farklı anlatım biçimleri denenebiliyordu. İÖ 534'te Atina'daki ilk tiyatro şenliğinde, Thespis'in bir tragedyası ödül kazandı. Bu tarihten sonrada tragedyalar Dionysos şenliklerinin bir parçası olarak gelenekselleşti. 
İÖ 5 . yüzyılın ilk yarısında, Aiskhylos, koroyu 50 kişiden 12 kişiye indirerek ve ikinci bir oyuncu ekleyerek bugünkü Batı tiyatrosunun da temelini attı. Artık birden fazla kişi arasında yaşanan bir olayın, bir ilişkinin, sahnede canlandırılması olanağı doğmuştu. Aiskhylos, tragedyayı Dionysos cümbüşündeki azgın ve utançsız kökeninden de kopardı. Tiyatro önemli kişilerin başından geçen önemli olayları yüceltmiş bir üslupya temsil etme sanatı haline geldi. Efsaneleri, mitleri ve efsaneleşecek kadar eski olayları işleyen tragedyanın dinsel, ahlaki ya da siyasi bir mesaj vermesi, toplumu ve evreni bir bütün olarak temsil etmesi bekleniyordu. Hiyerarşik bir evrendi bu: En üstte tanrılar katı yer alıyor, altta ölümün, sürgünün ve cezanın yurdu bulunuyor, bu ikisinin ortasında da oyunun, dramatik eylemin gerçekleştiği yuvarlık sahneyle temsil edilen insanların dünyası duruyordu. Tragedya, daha sonra Sophokles ve Euripides tarafından daha da geliştirildi, gerçekçi gözlem öğeleri katılarak Aiskhylos'taki soyutluğundan bir ölçüde uzaklaştırıldı. 
Komedya ise İÖ 486'dan başlayarak Atina'da Lenia kış şenliğinde yapılan yarışmalarla yaygınlık kazandı. Yunanca Komos sözcüğünden türeyen komedya, Dionysosçu kökenlerine tragedyadan çok daha bağlı kaldı. İÖ 6. yüzyıldan sonra Yunan egemen sınıfları arasında gözden düştüğü halde köylülerin ve yoksul halkın yaşamında önemini koruyan soytarılık, hokkabazlık, herkesin birbiriyle utançsızca çiftleştiği bahar ayinleri gibi avam öğeler, komedyada önemli yer tutuyordu. Dili de konuşma diline yakındı. Eski Komedya'nın en büyük temsilcisi Aristophanes'in oyunları, siyasal ve toplumsal yergicilikleriyle ahlaki bir görev de üstlenmişlerdir. Euripides'in İÖ 406'da ölümünden ve Atina'nın İÖ 404'te yenilgisinden sonra tragedya iyice geriledi ve komedya en popüler tür haline geldi. İÖ 320'den sonra, Büyük İskender döneminde ortaya çıkan Yeni Komedya eskisinden oldukça farklıydı. Mitolojik öğelerin yerini genç Atinalıların erotik serüvenleri ve aile yaşamları almış, eski şen, cümbüşlü ve grotesk üslup da daha gerçekçi ve yumuşak bir anlatıma dönüşmüştür. Bu dönemden günümüze yalnızca Menandros'tan bazı parçalar kalmıştır. 
Eski Yunan tiyatrosunun önemli bir özelliği kamusallığıdır. Oyunları ortalama 10 bin ile 20 bin seyirci aynı anda izleyebiliyordu. Eski Yunan oyunları, Sofokles'in trajedileriyle teknik yetkinliğe ulaşmıştır. Sofokles oyunlarında dekor kullanan ilk tiyatro yazarıdır. Aiskhylos, Sofokles ve Euripides konularını mitolojisinden alan oyunlar yazmıştır. Bu üç yazar, sonradan Aristo'nun Poetika adlı yapıtında belirlediği kurallara uygun oyunlar yazmışlardır. Bu kurallardan biri zaman, yer ve eylemde birliktir. Eski Yunan komedisinin tanınmış yazarlarından Aristofanes, oyunlarında dönemin siyaset adamlarının ve düşünürlerinin yanlış tutumlarını alaya almıştır.
ROMA TİYATROSU
Roma, tiyatroya özgü bir katkı yapmaktan çok Yunan tiyatrosuna öykünmekle yetinmiştir. Bununla birlikte, Roma toplumunun estetik bir eşiği aşamayan, ama belli bir canlılığı sürdüren yöresel bir oyun geleneği vardır. Bunlardan biri, yöresel hasat şenlikleri ve evlilik törenlerinde hokkabaz-oyuncu- şarkıcıların söylediği ve belli bir temsil öğesini de barındıran carmina Fescenninay'dı. Güney İtalya'da doğan ve IO 3. yüzyılda Roma'da yaygınlaşan bir başka yöresel türde fabula Atellanay'dı. Fars, parodi ve siyasal taşlama öğelerini içeren bu oyunlar, İtalyan tiyatrosuna palyaço Maccus ve budala Bucca gibi tipler kazandırdı. 
Bir Yunana oyununu Latinceye çevirerek Yunan tiyatrosunu Roma'ya tanıtan kişi Yunanlı Livius Andronicus'tur. İlk Romalı oyun yazarı olan Naevius, fabula palliata adı verilen türün de kurucusudur. İÖ 2. yüzyılda Roma tiyatrosunun en önemli iki temsilcisi, Plautus ve Terentius, Yunan, Yeni Komedyası'nı, Roma toplumuna uyarladı. Ama Roma'da tiyatroya gidenler, özelliklede Terentius'un daha düşünsel içerikli oyunlarını izleyenler nüfusun sınırlı bir kesimini oluşturuyordu. Roma tiyatrosu, en baştan beri, Yunan kentlerinden daha büyük bir nüfusun incelmemiş, zevklerine cevap vermeye yönelikti. 
İzleyici çekmeyen oyunlara ayrılmış ödeneğin şenlik yöneticisince iptal edilebildiği bir ortamda, oynanan oyunlarda da gösteri öğeleri öne çıktı. Senecan'ın bu gelişmeye bir tepki olarak yazdığı oyunlar (IS 1.yy) oynanmaktan çok, yüksek sesle okunmak için yazılmıştır. 
Roma döneminde tiyatro sanatı ile ilgili en önemli eser, Horatius'un Ars Poetika'sıdır. Ars Poetika'da, tiyatronun eğitici işlevi ve biçimsel düzeni hakkında açıklamalar yapılmıştır. Roma tiyatrosunun iki büyük komedya yazarı Plautus ve Terentius, Atina Yeni Komedyasından aldıkları konuları Romalının günlük yaşantısına, aile ilişkilerine uyarlamışlardır. Amaç, seyirciyi, günlük ilişkilerini yöneten kurallar korusunda eğitmektir.
ORTAÇAĞ
Hristiyanlık, geleneğin sürekliliğinin parçalandığı bir ortamda, kendi tiyatrosunu yoktan var etti, kendi inançlarından yeni bir tiyatro türetti. Ortaçağ, kilise tiyatrosunun yanı sıra akrobatların, soytarıların, hokkabazların tek kişilik yada grup halinde yaptığı gösterilerde hem halk arasında hem de saraylarda ilgi görüyordu. Ama tiyatroyu yeniden kurallı bir oyuna, yani sanata dönüştüren, oyunun yazılı öğesini vurgulayan kilise oldu. Bunun ilk örnekleri, Kitabı Mukaddes'ten belli bölümlerin sahne etkileri de gözetilerek seslendirilmesiydi. Bu seslendirme daha sonra 10. yüzyılda oyuncular ve diyaloglarla gerçek bir canlandırmaya dönüştü. 13. yüzyıldan sonrada manastırların dışına yayıldı; artık kent yönetimleri de yapım giderlerini üstleniyordu. Dinsel tiyatronun manastır dışında gelişen birbirine bağlı bir dizi kısa oyunlardan oluşan dizilerdi ve 2-3 gün boyunca oynanıyordu. Gizem oyunlarının sahnelenmesini de loncalar gibi özel kentsel örgütler üstlenmiştir. Her lonca, kendi zaanatıyla ilişkili olan bir oyunun giderlerini karşılıyordu. Başlangıçta, oyunlar, "ev" adı verilen süslenmiş tahta platformlar üzerinde oynanıyordu. İtalya'da bir alanın ortasında oturan seyirciler, alanın çevresine yerleştirilmiş platformlar üzerinde oynanan oyunu izliyordu. İngiltere'de ise oyunlar araba gibi çekilen pagent adı verilen tekerlekli sahnelerde oynanıyordu. Gizem oyunları başlangıçta Latince diyaloglardan oluşurken, sonradan yerel diller yaygınlaştı. Bu da oyunların halk geleneğinden ve mizahi öğelerden yana zenginleşmesini sağladı. Dinsel tiyatronun öteki iki türünden biri mucize oyunları, öbürü ise ibret oyunlarıdır. İbret oyunları ilk kez İngiltere'de ortaya çıkmıştır. 
Ortaçağ tiyatro düşüncesi yeni bir görüş üretmemiş, türlerin ayrımı, ahlak eğitimi gibi antik dönem kuramcılarının düşüncelerini yinelemiş, tragedyada yıkımın yazgı olduğunu vurgulamıştır. Tiyatro düşüncesinin gelişmemiş olmasının nedeni, ortaçağda tiyatronun yasaklanması, din adamlarının tiyatronun zararları üzerinde bildiriler yayımlamış olmalarıdır.
RÖNESANS
Rönesans tiyatrosu İtalya'da başladı, ama en önemli ürünlerini Rönesans'ı geç yaşayan İngiltere gibi ülkeler verdi. 15. yüzyılda İtalya'da Plautus, Terentius ve Seneca'nın oyunları yeniden okunmaya başlamıştır. Yüzyılın sonuna doğru bu yazarların oyunları önce Roma, sonra Ferrara'da sahnelenmiştir. İtalyan Rönesans tiyatrosu, mimarlık açısından da klasik tiyatroya öykünüyordu. 1414'te, Romalı mimar Vitruvius'un Mimarlık Üzerine adlı kitabı keşfedildi ve Avrupa dillerine çevrildi. Bu yapıta dayanılarak İtalya'da Roma tiyatroları inşa edilmeye başladı. Bu çalışmaların ürünü olan Venedikli mimar Andrea Palladio'nun tasarlayıp 1585'te Vincenzo Scamozzi'nin tamamladığı Vicenzo'da ki Olimpico Tiyatrosu, Avrupa'nın günümüze ulaşan en eski kapalı tiyatrosudur. Scamozzi, geri plandaki kemerlerin arkasına, sokak sahnelerini gösteren üç boyutlu perspektif panoları yerleştirmişti. Rönesans tiyatrosunun en özgün yönlerinden bir de perspektife verdiği önemdir. 
Rönesans döneminin başında İtalyan tiyatrosu fazla kuralcı bir yola sapmış, klasik ölçülere ve Aristoteles'in zaman, mekan ve eylem birliği ölçütüne bağlı kalma adına uzun bir süre cansız ürünler vermiştir. Gene de Plautus'un açık saçık komedyaları, bu dönemde, Aristo ve Ruzzante gibi iki önemli yazara esin kaynağı oldu. İtalyan tiyatrosuna ulusal bir dil ve yerel karakterler kazandıran bu iki yazardan sonra, İtalyan'ın dünya tiyatrosuna en önemli katkısı olan Commedia dell'arte doğdu. Canlı bir halk tiyatrosu geleneğine dayanan ve farklı öğeleri bütünleştiren Commedia dell'arte edebi bir metne değil, doğaçlama oyunculuğuna dayanan bir tiyatro türüydü. Kökenleri ortaçağ cambazlığına, mime ve fabula Atellana'ya değin götürülebilecek olan Commedia dell'arte'nin yeniliği, topluluk oyununa dayanmasıydı. Sürekli bir arada çalışan ve çok uzun bir süre aynı rolü oynayan oyuncular, daha öncesi eşi görülmemiş bir virtüözlük düzeyine ulaşabiliyordu. Oyunlarda senaryo vardı, ama her oyuncu diyalogun kendine düşen bölümünü zaman içinde istediği gibi geliştirebiliyordu. Venedikli pinti tüccar Pantalone gibi bütün tiyatroya mal olacak tipleri Commedia dell'arte yarattı. Profesyonel kadın oyuncu kullanan ilk tiyatroda Commedia dell'arte'ydi. 
İtalyan tiyatrosu 16. yüzyılda sahneyi edebiyattan arındırırken, İspanya da tam tersini yaptı; tiyatroyu yeniden edebileştirdi, en önemli edebiyat ürünlerini tiyatro alanında verdi. İspanya Reform hareketinden etkilenmediği için, eski dinsel tiyatro, auto sacramental (ayin oyunu) adıyla devam etti. Bu tek perdelik oyunlar, öteki ülkelerde dinsel tiyatroyu gülünçleştiren öğelerden arındırıldığı için, İspanya'nın en iyi şairleri de bu alanda yeteneklerini denemekten çekinmediler. Ülkenin ilk sabit tiyatroları da, İspanyol edebiyatının Altın çağ olarak anılan bu dönemde yapıldı. İspanyol tiyatrosu, kendini klasikçiliğin kurallarıyla sınırlamamasıyla İtalyan tiyatrosundan farklıydı. Duyguya, lirizme, tutkulu eylemlere yer veriyordu. En önemli yazarları, orta sınıf törelerini ve entrikalarını konu alan özgün bir İspanyol türü olan perdelerin ve kılıç oyunu tarzında binden çok yapıt yazmış olan Lope de Vega ile İspanyol barok üslubunun en tipik temsilcisi olan Calderon'dur. 
İtalyan Rönesansı'nın etkisi İngiltere'de daha geç ve daha zayıf hissedildi. Bu yüzden, Elizabeth dönemi (1558- 1603) yalnızca tiyatroda değil, genel olarak edebiyatta özgün İngiliz geleneğinde kurulduğu yıllar oldu. Aslında bu dönemde İngiliz tiyatrosu karşıt etkilere açık durumdaydı: Bir yandan Protestan kilisesinin nüfuzunu kırmak için Corpus Christi Yortusu'nu kutlamak yasaklanmış, bu da gizem ve ibret oyunlarının gerilemesine yol açmıştır. Öte yandan , saray tiyatroyu İngiliz ulusak kimliğini pekiştirmek içinde kullanmak istiyordu. Bütün bunlara karşı, Avrupa'daki düşünsel, ahlaki ve dinsel çatışmaların özgürleştirici etkisi de 16. yüzyılın sonuna doğru şiddetlendi. Bunun sonucunda ortaya tiyatro da bu gerilimli, yeniliklere açık ruh halini yansıtıyordu. İngiliz tiyatrosu, kendi özgün ortaçağ geleneğinden aldığı mirası kara Avrupa'sının daha incelmiş buluşlarıyla kaynaştırarak, saray tiyatrosunun sınırlarını aşan, toplumun her kesimine seslenebilen bir sanat türü yarattı. 
Marlovu'un, Shakespeare'nin, Beaumant ve Fletcher'in oyunlarını herkes izleyebiliyordu. İngiltere'de de ilk tiyatrolar, 1576'dan başlayarak Elizabeth döneminde kuruldu. Bu ilk tiyatrolar, daha önce oyunların sahnelendiği han avlularının biraz daha geliştirilmiş biçimiydi; seyirciler, üstü açık bir yapı içinde, yükseltilmiş bir tahta platformdan oluşan sahnenin üç yanında bulunan sıralarda oturuyordu. İzleyicilerle oyuncular arasındaki alış veriş, İtalyan tiyatrosundan daha fazlaydı. Buna karşılık biletler de daha ucuzdu. 1590'larda her tiyatro soylu bir kişinin desteğiyle işletiliyordu. İtalyan tiyatrosundan bir farkı da, kadın oyuncuların olmamasıdır. Kadın rollerini çoğu zaman erkek oyuncular üstleniyordu. Elizabeth'ten sonra gelen James döneminde (1603-25), tiyatro içerik olarak klasikçiliğe daha çok yaklaşırken, konu zenginliğini ve ufuk genişliğini de yitirmeye başladı. Bu dönemde, Ben Janson, John Ford, John Webster ve John Lyly gibi yazarlar zaman, mekan ve eylem birliği kurallarına önem verirken, trajedi ve komediyi de birbirinden daha kesin çizgilerle ayırdılar. 17. yüzyılın ortalarına doğru İngiliz tiyatrosu, maske ve dekor gibi görsel öğelere daha çok yer vermeye başlamıştı. 1642'deki burjuva devriminden sonra tiyatrolar kapatıldı ve sahne sanatı çok uzun bir süre eski canlılığına kavuşamadı. 
Fransa'da düzenli tiyatro toplulukları 16. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Bunların repertuvarında, ibret ve mucize oyunları kadar, kaba bürlesk ve parodiler de yer alıyordu. Ama Fransa'nın öbür Avrupa ülkeleri gibi özgün bir yerel tiyatro geleneği yoktu. Bu yüzden İtalyan Rönesansı'nın etkisini kolayca benimsedi. 17. yüzyılda ülkenin güçlü bir merkezi yönetim altında birleşmesini sağlayan Başbakan Kardinal Richeliu, en gelişmiş sahne teknolojisini içeren bir tiyatro binası yaptırdı. Richeliu, trajedi ile komedinin birbirinden ayrılması, tiyatrodan traji-komik öğelerin atılması içinde çalıştı. Ama dönemin üç önemli yazarından biri olan Corneille'in Le Cid'i Kardinalin yerleştirmeye çalıştığı klasik birlik kurallarını hiçe sayan bir trajikomediydi. Corneille'in rakibi Racine ise klasikçi kuralların içinde kalarak trajediye romantik bir ton kazandırdı. Konularını Yunan-Roma mitolojisinden ve tarihten alan bu iki yazara karşılık Moliere, Fransız toplumunun gündelik yaşamından aldığı tiplerle kendi çağını aşan bir modern komedi anlayışının kurucusu oldu. Üstelik, dönemin en sevilen oyun yazarıydı. 
17. yüzyılda Avrupa'nın başka ülkelerinde de ulusal tiyatrolar kuruldu. Ama, bunların çoğu, sınırlı bir izleyici kesimine seslenebilen saray tiyatroları olarak kalacaktı. Opera ve balede gene aynı dönemde, soylu sınıfın seyirlik sanatları olarak gelişmişti.17. yüzyılın ikinci yarısında, İngiliz Restorasyon dönemi (1660-85) tiyatrosu Elizabeth dönemine geri dönmek istediyse de, İngiliz aristokrasisinin soğuk mizah anlayışını yansıtan bir töre komedisinden öteye gidemedi. Restorasyon tiyatrosunun en başarılı örneği sayılan William Congreve'in The Way of the World'ü (Dünyanın Hali) bile günümüzde sahnelenmektedir. İtalyan tiyatrosunun en önemli yazarı 18. yüzyılın ortasında bir çok komedi kaleme alan Carlo Goldoni'dir.
ORTA SINIF TİYATROSUNUN DOĞUŞU
18. yüzyılın Avrupa tiyatrosuna getirdiği en büyük yenilik, yükselmeye başlayan orta sınıf için üretilen burjuva oyunlarıydı. Bu türün öncülüğünü Fransa'da Diderot, Almanya'da da Lessing yaptı. Orta sınıf tiyatrosu, ahlakçılığıyla Rönesans öncesi dinsel tiyatroyu andırıyor, ama konularını aile yaşamından alması ve duygusallığı ile daha modern bir ruh halini yansıtıyordu. İngiltere'de Georg Lillo, The London Merchant:or, the History op George Barnwell (1731; Londralı Tüccar yada George Barnwell'in öyküsü) adlı yapıtında orta sınıftan kişilere yer vererek bir orta sınıf trajedisi yaratmayı denemiş, İtalya'da da Vittorio Alfieri oyunlarında eski Yunan öykülerinin içini güncel orta sınıf tutkularıyla doldurmuştu. Bu dönemde, klasik trajedi ve komedi, varlıklarını daha çok operada sürdürdüler. John Gay'in The Beggar's Opera'sı (1728; Dilenci Operası) popülerliğini daha sonra da koruyan bir şarkılı komediydi. 
Komedi, 18. yüzyılın en başarılı tiyatro yapıtlarının verildiği türdür. İngiltere'de Richard Steele'in, Nivelle de La Chausee'nin acıklı komedileri bugün de bulvar tiyatrolarınca sürdürülen bir türün ilk örnekleriydi. Buna karşılık, Oliver Goldsmith ve Richard Sheridan, Elizabeth dönemi ve sonrasının töre komedisini geliştiridiler. Eski canlılığı yitiren commedia dell'arte geleneği ise Fransa'da Marivaux, İtalya'da da Goldoni ve Gozzi'nin oyunlarıyla daha edebi ve düşünsel bir yaşama kavuştu. 18. yüzyıldan günümüze kalan en popüler komediler, Fransız oyun yazarı Beaumarchais'nin Le Barber de Seville'i (1775; Sevil Berberi, 1944) ile Le Mariage de Figaro'sudur.
19. YÜZYIL VE ROMANTİZM
19. Yüzyıl romantizm çağıydı. Romantizmin başarılı olduğu edebiyat türü ise tiyatro değil, şiirdi. Bununla birlikte, Almanya'da daha 18. yüzyılın sonlarından başlayarak oldukça iddialı bir romantik tiyatro ortaya çıktı. Yeni tarzın en başarılı değilse bile en sevilen örneklerini Friedrich Schiller verdi. Goethe de başlangıçta bu akım içinde yer almış ve ilk oyunu Götz von Berlichingen (1773; Demir Elli Şövalye von Berlichingen, 1933) ile coşkunluk akımının, yeni ruh halini yansıtan en güçlü belgelerden birini ortaya koymuştu. Kleist'in Prinz Fiedrich von Homburg'u da Alman romantik tiyatrosunun tipik ürünlerinden biriydi. Romantizm, tiyatroda güncel konuların, orta sınıf yaşamına özgü konuların yerini tarihin almasına yol açtı. Fransa'da Hugo'nun Hermani'si ve Alfred de Musset'nin bazı oyunları, bu tarihsel duyarlığı yansıtıyordu. Almanya'da yüzyılın ikinci yarısında Wagner'in bütün sanatları birleştirmeyi amaçlayan müzik dramları da tarihselciliğin atavizme doğru gerileme eğilimini temsil eder. Gerek Hugo'nun, gerekse Wagner'in yapıtlarında, sahnelemeyi son derece güçleştiren bir "insanüstü hacimler yaratma" tutkusu görülür. 
19. yüzyılda tiyatroda daha hafif tarzlar da ortaya çıktı. Bürlesk, burletta (şarkılı fars) ve vodvil bu dönemin en yaygın türleriydi. Eugene Scribe karakter gelişiminden çok entrikaya uyarak yazdığı için "iyi kurulu oyun" olarak adlandırılan 400'e yakın yapıtıyla Paris sahnelerinde geniş bir seyirci kalabalığı toplayabildi. Eugene-Marin Labiche aynı yöntemi fars türüne uyguladı, Scribe'in bir başka öğrencisi Victorien Sardou da oyunlarının yüzeyselliğine karşın ünlü oyuncu Sarah Bernhardt'ın oyunculuğundan yararlanabildi. 
19. yüzyılda tiyatro sanatını sürdürenler yazarlardan çok, oyuncu-yönetmenlerdi. Bernhardt'ın yanı sıra, Charles Kean ve "sir" unvanını alan ilk oyuncu olan Henry Irving gibi oyuncular, yalnızca sıradan oyunlara değil, Shakespeare ve Racine'in yapıtlarına kendi damgalarını basarak bir yorum olduğunu kanıtladılar. 
19. yüzyıl sonunda tiyatroda yeniden daha "ciddi" eğilimler ortaya çıktı. Norveç'te Ibsen'in, İsveç'te Strindberg'in, Rusya'da Çehov'un oyunlarıyla tiyatro edebi değerini yeniden kazandı. Her üç yazar da edebiyata gerçeklik akımının içinde başlayıp daha sonra simgecilik, izlenimcilik ve dışavurumculuk gibi modernist akımların ilk örnekleri sayılan yapıtlar verdiler. Gene aynı dönemde Almanya'da Gerhart Hauptmann ile Rusya'da Maksim Gorki, kapitalizmin insan yaşamında yol açtığı yıkımı gösteren oyunlarıyla tiyatroda doğalcılığın başlıca temsilcisi oldular. 
Varoluşun karanlık yüzüne işaret eden bu tür oyunlar kolayca seyirci çekmediği için, 19. yüzyılda Fransa, Almanya ve İngiltere'de, gişe hasılatını gözetmeyen bir "bağımsız tiyatro" hareketi doğdu. 1887'de Fransa'da Andre Antoine'ın kurduğu Theatre-Libret (Özgür Tiyatro), Almanya'da Otto Brahm'ın Frei Bühne'si (Özgür Sahne) ve İngiltere'de Jacob Grein'ın Independent Theatre Club'ı (Bağımsız Tiyatro Kulübü) başta Ibsen olmak üzere, Hauptmann, Strindberg, Lev Tolstoy ve George Bernard Shaw gibi eleştirel ve karamsar yazarların oyunlarını sahnelemeyi üstlendi. 
Tiyatroda doğalcılığın bir başka önemli ürünü de Rusya'da 1898'di kurulan Moskova Sanat Tiyatrosu'ydu. Çehov'un oyunlarını sahnelemesiyle ünlenen bu tiyatronun kurucusu Konstantin Stanislavski, son derece ayrıntılı ve planlı bir hazırlığa ve uzun prova süresine dayalı yönetim anlayışıyla tiyatroda "gerçeklik yanılsamasını" kusursuzlaştırdı.
ÇAĞDAŞ TİYATRO
Batı tiyatrosu bugün de genel olarak Stanislavski'nin sahne düzeni ve oyunculuk anlayışına dayalı bir gerçekciliği sürdürmekle birlikte, 20. yüzyılın ilk yarısında dışavurumculuk, gelecekçilik ve Bertolt Brecht'in epik tiyatrosu gibi gerçekçilik karşıtı akımlar da etkili oldu. Bu akımların hepsi farklı amaçlar ve yöntemlerle de olsa, sanatın gerçeği yansıttığı düşüncesine karşı çıktılar; doğallık yanılsamasını kırarak sanatın doğal değil yapılmış bir şey olduğunu savundular. Geliştirdikleri deneysel teknikler tiyatroyu bir vakit geçirme ve eğlenme aracı olmaktan çıkardığı için de çoğu zaman seyirci çekemedi, hatta skandallara yol açtı. Bu yeni akımların bir başka özelliği de, oyun yazarları kadar sahne tasarımcıları ve yönetmenlerin de öne çıkması, kuramcı kimliğini kazanmalarıydı. Deneysel tiyatro üzerinde etkili olmuş kuramcıların başında, İsveçli tasarımcı Adolphe Appia gelir. Appia, sahnenin bir gerçeklik atmosferi veren "sahici" dekor öğeleriyle doldurulmasına karşı çıkıyor, bunun yerine yapıtın "ruhunu" ortaya koyacak yalın bir sahne düzeni öneriyordu. Doğalcı ayrıntıların yerine, dikkati oyuncunun jestleri üzerinde toplayacak ve dramatik gerilimi çıplak bir biçimde dışa vuracak basit bir dekor gerekliydi. Appia'nın dışavurumcu görüş leri, İngiliz yönetmen Gordon Craig tarafından daha da geliştirildi. Craig, sahnede soyutlamayı uç noktasına götürdü; duygusal ve görsel değil, tinsel ya da zihinsel bir etki yaratmak için son derece öznel bir ışıklandırma yöntemi yarattı. Tek bir gotik sütunun, sahneye bir kilise havası vermekte ayrıntılı bir mukavva kilise dekorundan çok daha etkili olacağını düşünüyordu. Craig'e göre, tiyatro ve oyunculuk simgesel düzeni bozmamalıydı. Craig ve Appia'nın görüşleri, çok geniş bir uygulama alanı bulamadı. Yalnızca Avusturyalı yönetmen Max Reinhardt, Craig'in soyutlamaya dayalı dışavurum anlatımıyla canlı ve renkli bir oyun anlayışı arasında bir uzlaşma noktası yakalayabildi. 
Rusya'da da 1917 Devrimi'nden sonra, kısa bir süre için, Stanislavski'nin doğalcı anlatımına karşı olan deneysel anlayışlar tiyatroya egemen oldu. Bu dönemde en etkili yönetmen, daha önce Stanislavski'nin yanında oyunculuk yapan Vsevolod Meyerhold'du. Craig'in izinden giden Meyerhold, dekorda soyutluğu daha işlevselci bir yöne çekti. Biyomekanik oyunculuk adını verdiği yöntemle oyuncuların özel kişiliklerini silmeye ve oynuculuğu bir dizi kimliksiz fiziksel harekete indirgemeye çalıştı. Sahnenin doğal bir ortam değil, tiyatro amacıyla kurulmuş yapma bir düzen olduğunu açıkça belirtmek için, vida ve çivileri gizlenmemiş dekor öğeleri kullandı. 1918'de, ilk Sovyet oyunu olan, gelecekçi şair Mayakovski'nin Misteriya-buff'uru (Kutsal Güldürü) sahneleyen de Meyerhold'du. Gelecekçilik, Rusya'dakinin tam karşıtı bir siyasal görüşü savunmakla birlikte, İtalya'da da ektiliydi. İtalyan gelecekçileri, makine çağının hızını, şiddetini, mekanikliğini kutsayan ve seyirciyle oyun arasındaki görünmez duvarı yıkmaya yönelen kışkırtıcı gösteriler düzenlediler. 1921'de Bağımsız Deneysel Tiyatro'yu kuran Anton Giulio Bragaglia deneysellikle izlenebilirlik arasında bir denge oluşturmaya çalıştı. 
Modernizmin Almanya'daki biçimi, dışavurumculuktu. Bu akım ilk örneklerini Strindberg'in son oyunlarında, Frank Wedekind'in sahne ve kabare için yazdığı ve bestelediği şarkılı oyunlarda vermişti. Dışavurumculuk, hem bireyin kendi ruhsal potansiyelini topluma karşı gerçekleştirmesini önerdiği, hem de bunun olanaksız olduğunu söylediği için, sahnede gerilimi, çatışmayı ifade eden öğelere önem veriyordu. Sanatın gösterdiği gerçeklik, dış dünyanın değişmez yüzü değil, insanın gerilen ve kaynaşan iç dünyasıydı. Bu akımın daha siyasal bir kolu da vardı; 1918 ayaklanmasına aktif olarak katılan sosyalist şair Ernst Toller'in Die Maschinenstürmer (1922; Makine Kırıcıları) bu eğilimin en tipik örneğiydi. Dışavurumcu tiyatro, yazarlardan çok, yönetmenlerle etkili oldu. Daha sonra Brecht'le birlikte epik tiyatro deneyine katılan Erwin Piscator, 1920'lerde, makineleri hem birer dekor öğesi hem de sahne teknolojisi olarak kullandığı oyunlarda, insanın artık yaşamadığını, ama mekanik dünyanın bir tür insani (daha doğrusu, şeytani) canlılık kazandığını gösterebilmişti. 
Fransa'da ise deneysel tiyatro fazla gelişmedi. Bunun bir nedeni, modernizmin Fransa'ya özgü biçimi olan gerçeküstücülüğün tiyatroya fazla önem vermemesi ve sanatını da zaten seyirlik bir gösteri biçiminde gerçekleştirmesiydi. Öte yandan, yeni akımlardan etkilenen oyun yazarları ve yönetmenler de, Almanya ve Rusya'da olduğu gibi oyunculuk sanatını sarsmaya çalışmıyorlar, tam tersine oyuncuyu öne çıkaran eski commedia dell'arte geleneğini sürdürüyorlardı. Fransa'da, 20. yüzyılın ilk yarısında Georges Feydeau'nun bulvar komedileri popülerdi. Buna karşılık, Jacques Copeau, Louis Jouvet, Charles Dullin ve Georges Pitoeff gibi yönetmenler, seyircisiz kalma noktasına düşmeden, tiyatronun da bir sanat olduğu iddiasını elden bırakmadılar. Özellikle Pitoeuff, Almanya'dakine koşut bir biçimde, dikkati oyunun düşünsel içeriği üzerinde toplamak amacıyla dekor ve oyunculuğu süsleme öğelerinden arındırdı. 
İngiliz tiyatrosu, kara Avrupa'sındaki deneylerden uzak durdu. Yüzyıl başında, Bernard Shaw'un sahneyi bir felsefi ve siyasal tartışma arenasına dönüştüren oyunları ilgi çekiyordu. Granville-Barker da Shakespeare oyunlarını sadeleştirdi, geleneksel yorumlardaki tumturaklı ve ağır havayı eledi. Amerikan tiyatrosu bu dönemde aslında bir eğlence endüstrisi durumundaydı; gene de ülkenin ilk önemli oyun yazarı olan Eugene O'Neill'in yapıtları 1920'lerde sahnelenmeye başladı. İrlanda'da da J. M. Synge ve Seah O'Casey'in oyunları, yüzyıl başlarındaki toplumsal ve ruhsal çalkantıyı yansıtıyordu. 
20. tiyatrosunun en etkili adı, hiç kuşkusuz Bertolt Brecht'ti. Brecht'in epik tiyatro anlayışı ve ADC'de 1949'da kurduğu Berliner Ensemble, John Arden ve Edward Bond gibi İngiliz yönetmenleri de etkiledi. Tiyatroda yanılsamaya ve edebi anlatıma karşı tepkinin bir ifadesi de belgesel tiyatro ya da olgu tiyatrosu adı verilen anlayıştı. Burada, yaşanmış bir olay fazlaca değiştirilmeden ve belgelerle desteklenerek sahneye konuyordu. Peter Weiss'ın Ermittlung'u (1965; Soruşturma, 1971) bu tarzın en başarılı örneğiydi. 1980'lerde de İskoçya'da John McGrath'ın 7:84 adlı topluluğu bu anlayışı sürdürmektedir. 
20. yüzyıl tiyatrosundaki bir başka önemli eğilim de , insanla dünya arasındaki uyumsuzluğu hem insanın, hem de dünyanın anlamının silindiği noktaya kadar götüren uyumsuzluk tiyatrosuydu. Beckett'in sıkıntılı ve hüzünlü kuklalara dönüşmüş insanların dünyasını anlatan tiyatrosu, Arthur Adamov ve Eugene Ionesco'nun daha fantastik denemeleri, İngiltere'de Harold Pinter'ın oyunları, eleştirmenlerce bu akım içinde değerlendirilir. Tarzın kökenleri, Fransız yazarı Alfred Jarry'nin 15 yaşındayen yazdığı kukla oyunu Ubu roi'ya (1896; Übü, 1963) değin götürülebilir. 
Uyumsuzluk tiyatrosu sahnedeki bütün görsel ve duyusal öğeleri en aza indirmişti. Buna karşılık, Antonin Artaud'nun vahşet tiyatrosu bu duyusal etkileri insanların bastırılmış güdülerini ayaklandırmak için kullanır. Bazı eleştirmenlerce uyumsuzluk tiyatrosu içinde değerlendirilen Jean Genet ve Fernando Arrabal'ın oyunları da kamçılayıcı gerginlikleriyle Artaud çizgisine daha yakındır. 1960'ladan sonra İngiltere ve ABD'de de seyirciyle oyuncu arasındaki mesafeyi kaldırmaya, tiyatronun dokunulmazlığını parçalamaya yönelen "alternatif tiyatro" hareketleri yaygınlaştı. Bunların en etkilileri, ABD'de Julian Beck ve Judith Malina'nın Living Theatre'ı (Yaşayan Tiyatro) ile İngiltere'de epik tiyatro uygulamasını sürdüren George Devine'in İngiliz Sahne Topluluğuy'du. Arnold Wesker, John Osborne ve John Arden gibi yeni oyun yazarlarının yapıtları Devine'in tiyatrosunda sahnelendi. Deneysel tiyatronun Avrupa'daki öncülerinden biri ise, seyircinin oyuna katılmasını savunarak hem Avrupa, hem de ABD'deki deneysel tiyatro topluluklarını etkileyen Polonyalı yönetmen Jerzy Grotowski'ydi. 
II. Dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere'de Laurence Olivier ve John Gielgud gibi Shakespeare yorumcuları, geleneksel tiyatroyu sürdürerek yeni bir klasik oyuncu kuşağının yetişmesini sağladılar. 1961'de Kraliyet Shakespeare Topluluğu'nu kuran Peter Book da, deneycilikle seyirci zevkini uzlaştırabilmiş yönetmenlerden biridir. Aynı dönemde Fransa'nın önemli yönetmenleri arasında, yönetmenin yaratıcılığına ağırlık veren tümel tiyatro anlayışını geliştiren oyuncu ve yönetmen Jean Vilar'ı anmak gerekir. Almanca konuşan ülkelerde ise 1960'lar ve sonrasında Max Frisch, Friedrich Dürrenmatt, Peter Weiss ve Peter Handke gibi yazarlar karamsar bir dünya görüşünü ilerici bir siyaset anlayışıyla birleştirmeye çalıştılar.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine…

Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine…
2013/21 29
Araştırma Makalesi Research Article Doç. Dr. Metin BECERMEN Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bursa-Türkiye.


Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine Bir İnceleme Özet Bu yazıda, Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” sözü üzerinde durularak, felsefe metinlerini çevirmenin önemi dile getirilecektir. Bu yapılırken Nietzsche’ye dair bazı yanlış anlamalar da ele alınıp değerlendirilecek ve bu şekilde Nietzsche’nin sözünün değeri ve önemi ortaya konacaktır. Anahtar Kelimeler Kadın, Kırbaç, Yaşlı Kadın, Zerdüşt. Kaygı Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi Uludağ University Faculty of Arts and Sciences Journal of Philosophy Sayı 21 / Issue 21 | Güz 2013 / Fall 2013 ISSN: 1303-4251 Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine… 30 2013/21 Felsefe tarihinin aykırı isimlerinden olan Nietzsche, farklı düşünceleri ve felsefesi ile yirminci yüzyıl düşünsel yaşamına en çok etkide bulunmuş filozoftur. Kuşkusuz yirminci yüzyıl düşüncesine etki eden başka düşünür, sanatçı ve filozoflar da olmuştur; ancak Nietzsche’nin yerinin başkalığı konusunda hemen hemen bütün “otoriteler” hemfikirdir. Nietzsche bir yandan birçok akım, düşünür ve felsefeci üzerinde etkide bulunurken, diğer yandan da düşünceleri bazı siyasal partiler, ideolojiler, feminist çevreler ve ırkçı yapılanmalar tarafından çarpıtılıp bağlamından koparılarak farklı amaçlar için kullanılmıştır. Naziler Nietzsche’yi kendi ideolojik art alanlarına yerleştirirken, onun bambaşka bir bağlamda söylediği sözlerin bir kısmını alıp yontarak onu nazizmin fikir babaları arasında görmüşlerdir. Bazı feminist çevreler de Nietzsche’yi kadın düşmanı ilan etmişlerdir. Psikolojik değerlendirmeler bağlamında onu hasta ve zayıf kişilikli/karakterli biri olarak resmetmiş olanlar da olmuştur. Oysaki Nietzsche’nin ironisini anlamayan bu “sığ çevreler” onun dehasının oldukça gerisinde, bağnaz bir perspektifte kalmışlardır. Kendi tapınaklarında rahat edebilmek için sarıldıkları öğretilerine/dogmalarına zarar gelmesin diye Nietzsche yapısının temeliyle oynamaya kalkmışlardır. İstedikleri gibi bir Nietzsche çıkaramayınca da yapıyı görmezden gelmişlerdir. Oysa Nietzsche koskoca heybetiyle orada, tam da gözlerimizin önünde durmakta ve bize seslenmektedir: “Eğer bir tapınak kurulacaksa bir tapınak yıkılmalıdır: Yasadır bu- Tersini gösterecek varsa beri gelsin!.. Her defasında, ne kadar çok hakikat yanlış anlaşılmalı, karalanmalı, ne kadar çok yalan kutsallaştırılıp, ne kadar çok vicdan bozulmalı ne kadar çok ‘Tanrı’ kurban edilmeliydi” (Nietzsche 2001: 93). Kendi değerlendirmelerinden başkasına tahammülü olmayanlar kendi tapınaklarına, tapınaklarının öğretilerine istedikleri kadar sarılsınlar, Nietzsche fırtınası onları yerlerinden etmektedir/edecektir. Sadece kendi hakikatlerini varkılmaya çalışanlar bilmelidirler ki, hayatta başka bakış açıları, başka hakikatler, yani başka perspektifler de vardır. Bunu görmezden gelenler, başka değerlendirmelerin dile getirdiklerine kulaklarını istedikleri kadar tıkasınlar, gözlerini istedikleri kadar kapatsınlar bu apaçık ortadadır. Bu bağlamda, Nietzsche, perspektifli hakikat düşüncesiyle birçok farklı bakışın olduğunun altını çizer. “Onun yapmak istediği, daha çok, varolana, dünyaya, hayata, ilişkin farklı bakış açılarının olabileceğini ve bu bakış açılarının da realitenin, olan-bitenin kendisini doğru bir şekilde yansıtması gerektiğini; yani realiteye, olanbitene ilişkin yanlış yorumlar olabildiği kadar doğru/sağlam yorumların da olabileceğini göstermektir. Bu bağlamda perspektifli bilgi ya da perspektifli hakikat de, realitenin, olan-bitenin kendisinin bağlantısal bir yorumunu yapmak; realiteyi, olan-biteni bağlantısal bir şekilde kavramak demektir. Ancak bu kavrayışın kendisi de belli bir perspektiften yapılır” (Becermen 2010: 368). Nietzsche’nin dağlardan, sisler arasından gelen sesi kulaklarımızı ve gözlerimizi açmamızı sağlayacaktır. Yeter ki bu sesi dinleyelim, yeter ki bu sese kulak verelim, yeter ki bu sese uygun bir dile getirişte bulunalım. Nietzsche söz konusu olduğunda söyleyecek söz çok elbette. Ancak bu yazıda Nietzsche’ye dair bir yanlış anlamadan söz edilmeye, daha doğrusu, bir yanlış anlama gözler önüne serilmeye çalışılacaktır. Bu nedenle onun üzerinde çok konuşulan bir sözünden hareket edilecek ve yapılan yanlış anlamalar ortaya konacaktır. Bu yapılırken Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine… 2013/21 31 bir metnin ve hatta bir cümlenin çevrilmesinin ne kadar önemli olduğu da ortaya konacaktır. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabının “Yaşlı ve Genç Kadınlar Üzerine” bölümünün son cümlesi “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!”1 şeklindedir. Bu cümlenin Almancası “Du gehst zu Frauen? Vergiβ die Peitsche nicht!”dir (Nietzsche 2005: 639). Ancak bu cümledeki kırbaç kısmındaki artikel ihmal edilip kırbacı değil de kırbacını şeklinde çevrildiğinde hem cümlenin hem de metnin anlamı değişmektedir. Çoğunlukla da böyle yapılmaktadır. Oysa Almanca metinde tüm vurgu zaten kırbacadır. Almanca metinde geçen die Peitsche, deine Peitsche gibi düşünülerek Türkçeye çevrilmektedir. Bu da Nietzsche’ye dair bazı çevrelerde varolan önyargıyı beslemektedir. Oysa Nietzsche doğru okunduğunda, kendisinin kadın konusundaki iğneleyici tutumunun, kesinlikle kadınları küçümseyici, aşağılayıcı, ayrımcı bir ifade ve tavır içermediği görülür. Kırbacını diye çevrildiğinde cümle, “Du gehst zu Frauen? Vergiβ deine Peitsche nicht!” olur. Bu ise erkeğin kadınlar üzerinde “şiddete varan” bir eylemle egemenlik kurmasına gönderme yapar. Eğer kırbacını derken kadınlar kast edilseydi, o zaman kırbacını değil kırbaçlarını ya da onların kırbaçlarını diye çevirmek uygun olurdu. Ancak ilgili metin baştan okunduğunda Yaşlı Kadın’ın neden böyle bir cümleyi/sözü dillendirdiği anlaşılmaktadır. Yani bu cümle yaşlı kadının söylediklerini anlamlı kılmaktadır. Şimdi metni başından itibaren takip edelim ve cümlenin söylediklerimiz bağlamında neden bu şekilde dile getirildiğini görelim. Metin, birinin Zerdüşt’e üstlüğünün/elbisesinin altında özenle sakladığının ne olduğunu sormasıyla başlar. Bu, Zerdüşt’e armağan edilmiş bir hazine midir? Yeni doğmuş bir çocuk mu? Yoksa, çalıntı bir şey mi? Zerdüşt, bunun kendisine armağan edilmiş bir hazine, bir küçük hakikat olduğunu söyler. Sonra bunun bir çocuk gibi yaramaz olduğunu, ağzını kapamadığında cıyak cıyak bağıracağını belirtir. Burada sözü edilen cıyak cıyak bağırmasından endişe edilen çocuk veya hakikat metnin sonunda karşımıza çıkacak ve vurucu bir ifadeyle bize çok şeyler söyleyecektir. Zerdüşt, daha sonra, o gün yolda yürürken günbatımında karşısına yaşlı bir kadının çıktığını ve ona kadınlara dair çok şey söylediğini ama aslında kadınlar üzerine hiçbir şey söylemediğini dediğini aktarır. Zerdüşt ise Yaşlı Kadın’a kadınlar üzerine ancak erkeklerle konuşulacağını söylemiştir. Bunun üzerine Yaşlı Kadın Zerdüşt’ün kadınlar üzerine konuşması konusunda ısrar etmiş ve o da kadını kırmayıp kadınlar hakkında konuşmuştur. 1 Sadece Mustafa Tüzel’in doğru bir çevirisine rastladığım Nietzsche’nin bu sözü ve ilgili metin için Türkçedeki şu çevirilerden faydalanılmıştır: Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. A. Turan Oflazoğlu, Cem Yayınevi, İstanbul: 1991; İşte Böyle Dedi Zerdüşt, çev. Ahmet Cemal, Kabalcı Yayınevi, İstanbul: 2007; Böyle Dedi Zerdüşt, çev. Gülperi Sert, Doğu Batı Yayınları, Ankara: 2012; Böyle Söyledi Zerdüşt, çev. Mustafa Tüzel, İthaki Yayınları, İstanbul: 2006; Zerdüşt Böyle Diyordu çev. Osman Derinsu Varlık Yayınları, İstanbul: 2013. Öte yandan İngilizceye yapılan çeviri ile Almanca metin için ise şu kitaplardan faydalanılmıştır: Thus Spoke Zarathustra, translated by Adrian Del Caro, Edited by Adrian Del Caro and Robert Pippin, Cambridge University Press, Cambridge: 2006; Gesammelte Werke, Gondorm Verlag GmbH: Bindlach 2005. Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine… 32 2013/21 Zerdüşt, önce, kadında her şeyin bir bilmece olduğunu ve ondaki her şeyin tek çözüm yolunun gebelik olduğunu dile getirir. Erkek, amaç olan çocuk için, bir araçtır. Kadın ise, erkek için tehlike ve oyun isteyen bir oyuncaktır. Erkek savaş için, kadın ise savaşçı olan erkeği dinlendirmek için eğitilmelidir. Ona göre, gerisi ancak delilik olur. Savaşçı olan erkek tatlı yemiş sevmez, acı yemiş olarak kadını sever. Sonra, kadının çocukları erkekten daha iyi anladığını belirten Zerdüşt, erkeğin kadından daha çocuk olduğunu ifade eder. Erkeğin içinde bir çocuk gizli olduğundan oynamak istemektedir. Kadınlar da erkekteki çocuğu bulmalıdır. Bu noktada Zerdüşt, kadının henüz gelmemiş bir dünyanın erdemleriyle ışıldayan, el değmemiş güzel bir değerli taş gibi oyuncak olmasının sorun olmayacağını belirtir. Kadınların sevgisinde bir yıldız parlasın ve umutları “üstinsanı doğurmayı istemek” ve sevgilerinde yiğitlik olsun, şeref olsun diyen, bunun dışında kadının şereften anlamadığını belirten Zerdüşt, daha sonra kadınların şerefinin sevildiklerinde hep daha çok sevmek olması gerektiğini söyler. Ancak, kadın sevince her şeyi gözden çıkardığı ve değersiz gördüğü için erkek seven kadından, ama aynı zamanda nefret eden kadından da korkmalıdır. Çünkü erkek gönlünün derinliğinde kötü iken, kadın bayağıdır/basittir Zerdüşt’e göre. Kadının en çok kimden nefret ettiğini soran Zerdüşt, üzerinde önemle durulması gereken şu cümleyi dile getirir: “Demir şöyle demiş mıknatısa: En çok senden nefret ediyorum, çektiğin, ama kendine doğru sürükleyecek gücün olmadığı için.” Kadını demir olarak düşünürsek, sadece (kendine) çeken erkekten nefret ettiğini ama kendine sürükleyen erkeği yeğlediğini söyleyebiliriz. Yani mıknatıs gibi çeken, tahakküm kuran, kendine mal eden erkekten ziyade etkileyici olan, kendi derinliğine doğru sürükleyen, gönlünü açan erkeği yeğler kadın. Zerdüşt’e göre erkek mutluluğunun “istiyorum”da, kadın ise mutluluğunun “o istiyor”da olduğunu düşünmektedir. Söz dinleyen kadın dünyanın hiçbir şeyinin eksik olmadığını düşünür. Zerdüşt kadınların söz dinlemesi ve yüreğine bir derinlik bulması gerektiğini belirtir. Kadının gönlü yüzeydir; sığ sular üzerinde hareketli, fırtınalı ince bir zardır. Erkeğin gönlü ise, derindir ve ırmağı yer altı mağaralarında gürülder. Zerdüşt, böylece, kadının erkekteki bu gücü sezebileceğini ama kavrayamayacağını iddia eder. Bu noktada Yaşlı Kadın söze karışır ve Zerdüşt’ün genç olanlar için birçok güzel şey söylediğini belirtir. Ancak tuhaftır ki, Zerdüşt onları pek tanımamasına karşın kadınlar için söylediklerinde haklıdır. Yaşlı Kadın bunun böyle olmasının kadınlarda olmaz diye bir şeyin olmamasından mı acaba diye sorar. Yani Yaşlı Kadın, aslında, Zerdüşt’ün kadınlara yönelik söylediklerinin, kadınlarda hesaba gelmeyen bir özellik olmasından dolayı, yerinde olduğunu mu söylemek istemektedir? Doğrusu, bunu söyleyebilmemize, bu değerlendirmeyi yapabilmemize imkan vermektedir bu cümle. Buna kadının erkek gibi talep ve istemleri olmadığını da eklemek gerekmektedir. Daha sonra kendisinin öğüt niteliğinde bir hakikat verecek yaşta olduğunu belirten Yaşlı Kadın Zerdüşt’e teşekkür yerine küçük bir hakikat verir. İyice sarıp ağzını kapaması konusunda da Zerdüşt’ü uyarır. Yoksa cıyak cıyak bağıracaktır bu küçük hakikat. Zerdüşt’ün, bu hakikati vermesi konusunda Yaşlı Kadın’a ısrar etmesi üzerine, kadın şöyle der: “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Metnin akışı içerisinde Zerdüşt’ün kadına dair söylediklerini takip ettiğimizde bu son cümle çok daha anlamlı olmaktadır. Çünkü kırbacı elinde tutan, kırbaca sahip olan, Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine… 2013/21 33 sanıldığının ve yorumlandığının – Türkçedeki çevirilerin etkisiyle bizdeki okurların, özellikle akademik çevrelerdekilerin sandığının- aksine, erkek değil kadındır. Yani Yaşlı Kadın Zerdüşt’ün kadınlara dair söylediklerinin bu hakikatin üzerini örttüğünü ve görünür kılmaktan uzaklaştırdığını belirtir. Peki kırbaç neyi ifade eder? Her şeyden önce kadının erkeği yönetme arzusunu! Yani gücün arkasındaki hakiki güç olmayı… “İstiyorum”a karşı “o istiyor” da burada anlam bulur. Erkeğin “istiyorum”unu “isteyen”, ona yön veren, yönlendiren olmayı, ister kadın. Bunu da “o istiyor” diyerek, erkeği harekete geçirerek, istekli kılarak, yüreklendirerek yapar. Kadın erkeği hem harekete geçirmek hem de uysal kılmak için kırbacı kullanır. Lou Salome ile Nietzsche ve yakın arkadaşı Paul Ree’nin fotoğrafı bu söylediklerimizi açmamıza yardımcı olacaktır. Fotoğrafta Nietzsche ve arkadaşı arabaya koşulmuş gibi durmaktadırlar, Lou Salome ise arabanın üstünde ve kırbaç elinde durmaktadır. Arabayı “sürükleten”, hedefe yönelten, bir amaç doğrultusunda hareket ettiren kadın, kadının komutlarıyla hareket eden, kendini kadına –bu durumda- “teslim eden”, bir amaca doğru yönelen ise erkektir. Yaşlı Kadın’ın söyledikleri burada farklı bir bağlama oturmakta ve Zerdüşt’ün kadınlara dair söyledikleriyle bir bütünlük oluşturmaktadır. Kırbaç, kadınları hafife almamak gerektiğini, onları tam anladım derken şaşırtıcı olabileceklerini ve kolay kolay ele geçirilemeyeceklerini, bir bilmece olduklarını ve ancak kendileri istediklerinde bağlanabileceklerini ifade eden bir metafordur aynı zamanda. Kadınları anlamaya çalışırken içlerindeki yönetme arzusunu, güç istemini, gücü kendine çekme istemini de unutmamak gerekmektedir. Kadınlara dair bu söylenenlere bir de Lou Salome ile olan “çok işlenmiş” ilişkisi de eklenince ve bu bağlamdaki psikolojik değerlendirmelerin haddi hesabı olmayınca Nietzsche’nin zayıf karakterli ve kadın düşmanı olarak resmedilmesi de mümkün olmaktadır. Ancak Nietzsche, burada, kadınlar konusunda daha hassas ve derin bir araştırmanın, daha fazla düşünerek bir değerlendirme yapmanın doğru olacağını ima Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine… 34 2013/21 etmektedir. Nietzsche’nin ironisi de burada kendini göstermektedir. O, ne kadınları aşağılamakta ve buna bağlı olarak bir ayrımcılığı dillendirmekte, ne erkeği –bir erkek olarak kendini de- basit görmekte veya yüceltmekte, ne de kadınları erkekten çok zeki olarak resmetmektedir. Nietzsche sadece olan-bitene bakarak kadınlara dair bir değerlendirme yapmaktadır. Yani realiteye bakarak konuşmaktadır. Buradan kadınlara ve genel olarak hayata dair olumsuz değil, olumlu anlamda bir bakış açısı elde edilebilir. Sonuçta kadınların kendilerine dair bir bakışa sahip olabilmeleri için kendilerinin realitedeki yerlerine bakmaları gerekmektedir. Bu nedenle, Nietzsche’nin kadınlara, ama daha da önemlisi insana dair söylediklerinden çıkaracağımız çok şey vardır. Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine… 2013/21 35 Assoc. Prof. Dr. Metin BECERMEN Uludag University, Faculty of Arts and Sciences, Department of Philosophy, Bursa-Turkey. metinbecermen@yahoo.com An Inquiry on Nietzsche’s Saying “You go to Women? Do not Forget the Whip!” Abstract In this paper, firstly, I would like to insist on Nietzsche’s saying “You go to women? Do not forget the whip!” Secondly, I will Show the importance and point out the importance of translation of philosophical texts. At the same time, some misapprehensions about Nietzsche will be evaluated by dealing with the translations and so the importance and value of Nietzsche’s saying will be revealed. Keywords Old Women, The Whip, Woman, Zarathustra. Kaygı Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi Uludağ University Faculty of Arts and Sciences Journal of Philosophy Sayı 21 / Issue 21 | Güz 2013 / Fall 2013 ISSN: 1303-4251 Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!” Sözü Üzerine… 36 2013/21 KAYNAKLAR BECERMEN, M. (2010) “Nietzsche’de “Güç İstemi ve Hakikat İlişkisi Üzerine Bir İnceleme”, U. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 19/2010(2): 361-370. NIETZSCHE, F. (1991) Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev. A. Turan Oflazoğlu, İstanbul: Cem Yayınevi. NIETZSCHE, F. (2001) Ahlakın Soykütüğü Üstüne, çev. Ahmet İnam, Yordam Yayınevi. NIETZSCHE, F. (2005) Gesammelte Werke, Gondorm Verlag GmbH: Bindlach. NIETZSCHE, F. (2006) Thus Spoke Zarathustra, trans. by Adrian Del Caro, Cambridge: Cambridge University Press. NIETZSCHE, F. (2006) Böyle Söyledi Zerdüşt, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: İthaki Yayınları. NIETZSCHE, F. (2007) İşte Böyle Dedi Zerdüşt, çev. Ahmet Cemal, İstanbul: Kabalcı Yayınevi. NIETZSCHE, F. (2012) Böyle Dedi Zerdüşt, çev. Gülperi Sert, Ankara: Doğu Batı Yayınları. NIETZSCHE, F. (2013) Zerdüşt Böyle Diyordu, çev. Osman Derinsu, İstanbul: Varlık Yayınları.