15 Eylül 2015 Salı

Fallus Göstereni ve Cinsel Özneleştirme.

Fallus Göstereni ve Cinsel Özneleştirme.

Bernard PENOT


Fallus’un (ereksiyondaki eril organın temsili), tüm zamanlarda ve birçok değişik kültürde insan arzusunu temsil etmeye yönelik bir işlevinin olduğu gerçektir. Ama aynı zamanda ekonomik sonucu içsel bir paradoksun nedeni olan bu temsil, Freud’un “penisli kadın”’ın imgesel temsiline saplanıp kalmış bazı erişkinlerden yola çıkarak bildirdiği olgudan dolayı ünlenmiştir. İmge üzerinde duraklamanın böyle bir çeşidi, Freud’un (1908) söylediği “gece olan cinsel bir uyarılma halinde, [düşgörenin] tam da bir kadını döndürüp, onu soyarak cinsel birleşmeye hazırlarken dişil cinsel kısımların yerinde oraya tam uyan bir zarın görünmesinin, düşü ve uyarılmayı durdurması” şeklindeki bu tipik rüyada kendini belli eder. Uyuyanın kalkması burada, düşün başarısızlığını cezalandırmak için libidinal ekonomi yoluyla ortaya konan bir çözümdür ; tüm bunlar, kalkmış penisin belirmesi olgusunun bizzat kendisinin, dürtüsel doyumun aranmasını ve cinsel hedefin kovalanmasını kesinkes durduran örseleyici karakterini üstüne giymesiyle gerçekleşir.
YOKLUĞUN İNKARI VE GEÇERSİZLEŞTİRME GÖSTERENİ
Kadında penis yokluğunun inkarının, Freud tarafından, gerçekliğin inkarının prototipik modeli olarak düşünüldüğü söylenebilir. Oysa tüm bunlar, aslında rüyadaki kadında kalkmış penisin varsanısının belirmesi gibi yine örseleyici bir karakter taşımasına karşın, (inkarın savuşturması gereken) penisin yokluğunu şiddetli bir hoşnutsuzluk kaynağıymış gibi görünmesiyle gerçekleşir. Böyle işlevsel bir çıkmaz bizde, fallus temsilinin sadece arzunun (kısmi) nesnesinin imgesi için ele geçirilebildiği şüphesini değil, ama aynı zamanda baştan çıkarmanın örseleyiciliğiyle başa çıkmak adına bu ruhsal ekonomiye olanak sağlayan uç noktada değişken ve paradoksal bir değer gösterenine sahip olması gerektiği şüphesini de uyandırmalıdır. Ve dolayısıyla da cinsel özne arzulu kalabilir.
Çocuksu cinselliği hesaba kattığı için Freud, çocuğun olağan bir inkar zamanı geçirdiğini ve bunun da cinselliğe işlevsel girişin koşullarını belirleyecek olan başa çıkma biçimleri sağladığını ortaya koyar. Aynı zamanda, Freud’un “fallik dönem” olarak adlandırmayı seçtiği bu zaman, erkek çocukta masturbatuar zevkin (jouissance masturbatoire) aranmasıyla ilişkili fallik özniteliğin imgesel baskınlığı ile belirginleşmiştir. Bu masturbatuar zevk kız çocukta, vajinanın duyu sağlama eksikliğini tamamlayan klitorise’tedir.
Lacan, kadın yada erkek olsun, çocuk tarafından öncelikle fallik olarak imgelenenin anne olduğunu kabul ederek yola çıkmamız gerektiğine söyleyerek Freud’un sözünü derinleştirir. Sonuçta, “kastrasyonun gösterimi, ancak anneden kastrasyon olarak açığa çıktığı yerden yola çıkıp, semptomların oluşumuna gelince gerçek sonucunu doğurabilir” der(1964). Fallusun ayrıldığı yer olan annenin birincil temsiline olan bu eğilim, gerçekte az yada çok dengede duran elemanlar olarak Freud’un nesne temsilleri diye adlandırmayı seçtiği Bilinçdışı sisteminin Freudçu keşfindeki en temel veri biçiminde ortaya çıkar. Freud’un düşlerden itibaren (1900) temel keşfi, bulmacanın işleyişine uygun olarak, bu nesne temsillerinin anlamlı biçimler oluşturabilmesidir.
Bilinçdışının bu diğer sahnesi, Freud’un düşlerde ve nevrotik semptomların oluşumunda mümkün kıldığı anlamlandırma ile deşifre edilen mesajlardan gelir. Yukarıda Lacan, Bilinçdışından yayılan bir söyleme ait bu düşüncenin, salt sosyal etkileşimin sözel aracı olan bir dil kastetmediğinden, herhangi bir kültüralizm ile suçlanamayacağını gözlemlemiştir. Biz de bunu önceki bölümün sonunda gösteren kavramın ele alırken ortaya koymuştuk.
Oysa bu nesne temsilleri arasında kalkmış penise ait olanı (fallus), birincil düşünce
süreci olan bilinçdışı sistemin özel ifade biçimine karışır. Öyleyse psikanalize özgü bakış açısından fallusun zihinsel temsili, yalnız libidinal (kısmen açığa çıkan, içsel, iyi yada kötü) nesnenin ve az çok simgeleştirildiği gerçek eril organa, yani penise eşdeğer basit (durağan) bir imgesi olarak ele alınabilir (Bu bir pipo değildir! diyor Magritte).
Lacan fallusun, Bilinçdışında bir gösterenden ne daha az ne de daha fazla bir rol oynamadığını, ama ruhsal ekonomide ayrıcalığı olan bir gösteren olduğunu düşünmektedir. Neden? Çünkü fallusun temsili, kalkmış bir penis imgesi olarak, Yunanistan’da, Mısır’da, hatta And’lara kadar kabul törenlerinin her zaman merkezinde olduğu gibi gerçek doğurgan çiftleşmenin öne çıkan öğesini oluşturmaktadır. Her zaman, soyut olmayan, asimetrik bir birleşmedeki bir çiftin iki parçasından birini (eril parça, dişil bir parçaya geri dönen olarak) etimolojik anlam yoluyla simgesel olarak oluşturmaya kadirdir. Ayrıca, fallik temsilin bu evrensel yeri, penisin şişmesinin tekil özelliğine ( Ernest Jones’un “aphanisis” olarak adlandırdığı) yani ereksiyonunun aralıklı olarak sönüp tekrar ortaya çıkabilmesi yeteneğindeki özgüllüğüne tutunur. Yine kalkmış penisin imgesi, sahip olmanın ve olmanın her iki cinsteki temel belirsizliğini de temsil eder.
Lacancı ilgi, fallusun gösterimindeki bir değişimin gerekliliğini açıklamaya yönelir. Kalkmış penisin bu durağan imgesi, (lacan tarafından phi (φ) diye adlandırılmış tamlık ve yeterlilik işareti) eksikliğin onamına [kabulüne yada itiraf edilmesine] (bu da kastrasyon eksi phi’si (-φ) denen işlevdir) zıt olarak arzuyu simgesel bir konumda temsil etmek için ortaya çıkar. Kalkmış penisin zihinsel temsili arzunun bu paradoksunu imlemeyerek, sadece penis ereksiyonun kesintili olması olgusuna değil ayrıca, insanların yarısında penisin görünür olmamasına da katlanmaya olanak sağlar. Öyleyse, anne kendinde eksik olanı arzuladığına göre fallus imgesinin temsil ettiği şey arzunun onamıdır.
Şimdi, gösterenin2 lacancı tanımlamadaki yaygın sonuçlarını ele alırsak, fallus göstereninin, bir arzunun öznesini temsil edebilmek için annenin eksikliğinin herhangi bir gösterenine eklemlenme kapasitesine sahip olması gerektiği söylenebilir. Böylece fallus, bir arzunun öznesinin serbest kalabilme koşulu olarak, ebeveyn ötekiye simgesel bir boyun eğmeden (yani bu ötekinin dé-totalitarisation’u) simgesel alışveriş düzene boyun eğmeye geçişinde merkezi bir temsil rolünü üstlenmiş olur.
Çocuk tarafından annesine olan aşk talebinin geri çekilmesi, sadece fiili bir fallusun elde tutulamaması yada kendinden düşmesini sağlamak için değil, aynı zamanda “annesinde eksik olan ve annesinin talep ettiği şey olduğunu anladığı için” kesin bir biçimde gerçekleşir. Ve Küçük Hans’ın (Freud, 1909) fobisinde olduğu gibi kastrasyon karmaşası olarak ele alınabilecek olan değişik semptom biçimleri, eksikliğin bu inkarının (öncelikle anneci)3 ötesine geçilmesinin yarattığı tam da böyle durumlardır. Psikanalistten beklenen, her olguda ve bir tedavinin her dinamik anında, kadın ve erkeğin farklı farklı “oynandığının” [sahneye konduğunun] fark edildiği, bu fallus göstereninin yerini değerlendirmesidir.
Bu bakış açısı sayesinde, cinsel tercihin durumsal zorlayıcılıklarının, fallik temsil ile ilişkili olarak nasıl sahnelendiğinin tam olarak görüldüğü eşcinsellerin tedavisindeki bilgiyi gözden kaçırmayız. Erkek eşcinselliğinin, arzunun taşınmasına olan gereksinimin açığa çıktığı durum (fetiş, gösterenin yarı-yolu) olan eşin fallik iyeliğindeki bir uçta bulunduğu söylenebilir.
Kadın eşcinsel ise, fallusun donatılmasından4 mahrum bırakan bir babadan dolayı yaşantılanan hoşnutsuzluk duygusunu iyileştirme gereksinimi nedeniyle eşcinselliğe tutunarak kurtulur: öyleyse simgesel anne-baba, histeriğin babası gibi güçsüz değildir ve fallus-taşıyan bir baba olarak ortaya çıkar. Lezbiyenin babası aynı zamanda hem idealize, hem taklit ve hem de nefret edilen olduğundan, bu hoşnutsuzluk duygusu Freud’un genç eşcinsel hastasında (1920b) ele aldığı gibi ancak öteki kadınlara yönelik aşk talebiyle babaya doğru akıtılabilir.
Birçok eşcinsel kadın hastanın çözümlemesinden elde ettiklerim beni, arzunun öznesini belirgin olarak açığa çıkaran noktaların yer aldığı değişken bir alanda, fallusun temsili ile sahneye konan paradoksal ve özgül bir gelişim sürecinin yeniden değerlendirilmesine yöneltti. Böyle öznel bir zenginliğin, böyle edilgenleşmesinin yarattığı zorluğun tırmanması nedeniyle her şeyden önce gücün azalacağı kaydedilmeli ve bunun da eşcinseller için soruna neden olup olmadığı özellikle sınanmalıdır.
NİCOLE’UN TEDAVİSİ
Analizine kırk iki yaşında başlayan Nicole’ün tedavisinden bahsedeceğim. Bir şeylerin sonunda hissedildiğini söylüyordu: “bir dönemin sonunda”. Görünümü karikatürize bir lezbiyen tipi denebilecek şekilde kamyoncu gibiydi: çok ahbap, kısa saçlar, tanımadığı genç kadınlara sarkıntı olan ve aylak biri. Güney Amerika’dan, sürekli aktif ve baskın konumda olduğu “bir düzenden bıktığını hissettiği” son küçük kız arkadaşıyla ilişkisinden dönmesinin onu “daha zenginleştireceğini” hayal ediyordu. Öte yandan, kısa sürede yaşlı babasının sağlık durumunda ağarlaşmanın bu kritik feragati belirleyen şey olduğunu anladım.
Nicole babasının gözde bir girişimini taşıdığı bir taşra kasabasında büyümüştü. Üç yaşında, eğitiminde sıkıntı yaşayan ve kendinden iki yaş küçük kardeşinden her zaman yeğ tutulan, mirası almaya aday bir çocukmuş. Ama yirmi beş yaşında birden terazi tersine dönmüş, ticaret eğitiminden sonra, ailesi ve diplomat nişanlısıyla ilişkilerini koparıp, gazeteci gözüpekliği ile onu büyüleyen Victoire adında bir kız arkadaşıyla Güney Amerika’ya gitmiş. Bana Victoire’ı, buyurgan, her şeyi elinde tutan, Nicole’ün çocukluğunda şahit olduğu babasının öfke nöbetlerine benzeyen sinirlenmeleri olan biri olarak tarif etti. Oysa, Atlantik-ötesine kaçışı, uzun zaman büyükler tarafından yapmacık bir hava içinde saklandıktan sonra ortaya çıkan, babasının ticaret girişiminin iflasının ardından olmuş. Burada babaya ait fallusun yıkılmış bir illüzyon içinde göründüğü söylenebilir.
Dolandırılmış olma duygusunun, genç eşcinsel kadın olgusunda Freud tarafından saptanan temel veriyi oluşturduğu ifade edilebilir: Freud, babasından bir çocuk sahibi olma yoluyla babanın fallusuna sahip olmayı uman bu genç kızın hayal kırıklığı yaşantısını vurgular(1920).
Burada Nicol’ün, bizim çalışmamızın başladığı zamanlarda yedi yaşlarında olan Siyah ve Yerli bir çocuğu evlat edinmiş olduğunu belirtelim.
Benimle analize başladığında babası acınacak bir haldeydi : ilaçların engelleyemediği acı veren ağır bir Parkinson. Bu evcil tiranı çocuksu bir yerde görüyordu. Analizin bir buçuk yılından sonra Nikole’ün babası çok kötü koşullarda öldü.
Bir çok rüya getirdi. “Birinde, dedi, Victoire vardı, eski aşkım, bana sarılıyor, beni öpüyor, çok aşık ve diyor ki : ‘Güzel, birlikte bir çocuğumuz olacak’ Ama ben ‘ben istediğimde sen istemedin, şimdi söz konusu değil’ diye yanıtlıyorum. Tam bir intikam çünkü çocuk sahibi olmayı ne kadar çok istiyordum.” Nicole babası yüzünden maruz kaldığı hayal kırıklığının, bu Victoire kişiliğine doğru nasıl bir yer değiştirmeye uğradığını kavramıştı.
Atlantik ötesinde kalan “iyi, sempatik, maço olmayan bir adamla yaşayan ve çocuğu ile hoş gözüken” son küçük kız arkadaşından bahsetti. “Bana her zaman, içinde boşluk varmış gibi, oldukça aptalmış gibi bir izlenim verdi” diyordu.
Kadınlığı, boşluğu ve aptallığı eş tutan tarzı karşısında şaşırdığımı ona birkaç kez söyledim.
Sonuçta “Evet, ama bu berbat bir şey. Kendime soruyorum: bir hareketsizliğe mi mahkumum yoksa hareket edebilecek miyim? Psikanaliz beni değiştirebilecek mi yoksa yalnızca yenilip kabullenecek miyim? [...] Kendime soruyorum neden bunca yıl böyle boş ve plansız kızları tercih ettim diye? Tabii ki bana yaklaştılar, bu da bana bir baskınlık, bir efendilik imkanı sağladı. Ama şimdi, bir şeylere sahip olan birini istiyorum” diye dokunaklı bir şekilde ağladı.
- O zaman, bu olağanüstü bir değişim olacak gibi.
- “Ben tersine beni değersizleştireceğini düşünüyorum. Ama bu aynı tutum değil ?”
- Baştan çıkarma tutumu mu değil ?
- “Evet, gerçekten, bunu düşünmem gerekecek. Böyle kör olmamda masum bir yan olduğunu düşünmüyorum .”
Ama bu andan sonra Nicole, babasının yasıyla ilgili açık kalan gediği hızla kapattı: ilk kız arkadaşı Victoire ile ilişkisini somut olarak yeniden canlandırmaya girişti. Aşık olup olmamak aralarında sorsun olmaksızın, birer ortak olarak birlikte oturmaya karar verdiler çünkü, Victoire güney Amerikalı bir bebeği evlat edinmek üzereydi.
Takip eden aylarda (analizinin üçüncü yılı) Nicole Victoire’ı bana, oldukça kritik bir biçimde evlat edindiği kızını bırakıp hovardalığa giden aşırı maço biri olarak tarif edecekti.
Nicole sonunda, babasının delice davranışları karşısında dengeyi bulmak için çabalayan annesiyle özdeşleşmiş hisseden bir ev-kadınına dönmüştü. Victoire’dan geriye her zaman ona “üstünlük” izlenimi veren biri kalmıştı.
-“Babamın ölümünden sonra ona döndüğümü çok iyi görüyorum. Onun ıslah edilmiş bir versiyonu olduğunu düşünüyorum(!). Ama yine de ona göre daha zeki ve etkileyici bir biçimde, profesyonelce mücadele etmeyi biliyor.”
Nicole’un etkileyiciliğe başvurduğu bu noktada, tanzim etmeye çalıştığı ve babanın etkileyici gücü ile ilişkili olarak boşluğu doldurma işlevi gören benlik idealine dair temel soruna dokunmak aklıma geldi.
- “Babama olan aşkım, diye devam etti, yeni nitelikler kazanmamı ve yollar bulmamı sağladı. Ama başarısızlığı ve sonra acılar içindeki ağlanacak hali, onunla olan ilişkimi bloke etti, ve üzerimde beni hareketsiz bırakan bir etki yarattı.”
“Bir erkekle karşılaşmaktan çok hoşlanacakmışım gibi geliyor birden. Bana farlılıklar yüzünden rekabet daha az olur gibi geliyor. Bir kadınla, daha çok bir aynaya bakıyormuş gibi oluyor; bir erkek ise, daha az veya daha fazla anlayışlı ama her zaman daha az anlaşılır, her birinde gizli bir bahçe bulmak mümkün. Bir kadın tarafından çok fazla tanınmak, çok fazla bilinmek tüketen bir şey. Evet, yorucu olan benzerlik. Diğer kadın her şeyi bilmek ister, tamamen birleşmenin yolunu arar.” (Sessizlik)
“Ama babamın anneme karşı, onu kandıran, onu bir köleye çeviren davranışlarını görünce hiç güvenim kalmadı. Her zaman ihanet beklediğim bu adama bütünüyle bağlı olarak yaşamış olduğumu görüyorum.” (Sessizlik)
“Kendime soruyorum neden on yıldır işimi küçümseyip sürüncemede bıraktım”
“Boş ve aptal kadınları becermekten daha iyi şeylere heves duyabilirdim” diye söylendi ve sonra da “görmediğim hangi kusur var bende?” diye sordu kendine.
Ona, aynı kusuru taşıyan genç kadınlara karşı olan takıntılı seçiminin belki de aşk ilişkisinde kusurunu kullanmak zorunda olmaktan kendini alıkoyabilmeye yaradığını : ama profesyonel bir gerçekleştirmeme içinde yoksullaşarak maço bir haz boşalımı yoluyla uzun zaman memnun olmak zorunda kaldığını söyledim.
O zaman, ona gereken bir ötekiye sahip olmayı engelleyen ondaki bu kusurun inkarını ve babasının tam da acıdığı yanını onardığını hayal meyal görmüş gibi duruyordu . “Victoire ile, birlikte yaşamaya başladığımızdan bu yana giderek farklılaşıyoruz. Bir yandan da neden bunca aydır cinsel isteğim yok diye kendime soruyorum. Artık yürümüyor, inanamıyorum… Victoire’ın aynı benim önceden yaptığım gibi hovardalık yaptığını görüyorum, bu benim maço ve sert tarafım için hayranlık uyandırıcı. Yeni bir savunmaya sahipmişim gibi geliyor[…]”.
“Bana öyle geliyor ki bu babamın benim için artık ideal olmamasıyla ilgili. Görev yada tavsiyeleri uygulamadaki yetersizliği ve körlüğü sonucu olan kaç başarısızlığı var onu hesaplıyorum. Amcamı yani kardeşini hep hor görürdü. Oysa, bu alçak gönüllü adamın çocuklarına karşı ne kadar verici ve hayatının ne kadar başarılı olduğunu fark ediyorum.
“Oğlum (o zaman on yaşındaydı) beni rahatsız ediyor. Onu çıtkırıldım, korkak, kararsız ve palavracı buluyorum. Erkeklerin zayıf, sönük ve daha bağımlı olduklarını düşünüyorum. Ona vurarak ‘erkek ol’ diye bağırmak istiyorum”
Erkekler hakkında genelleme yapmasının çelişkili yanını ona vurguladım.
-“İyi, şöyle demek isterim: doğru biri ol! Bu yapmacıklıktan, bu görüntüden bıktım. Her zaman, karşıma çıkacak farklı bir erkek umut ettim… işte, biraz amcam gibi biri.”
Sahip gibi görünmek olarak ortaya koyduğu şeyin bana, onunla ilgili önemli bir şey gibi göründüğünün altını çizdim.
-“Bunu ummak için haklı olduğumu sağlayacak korkak olmayan bir adam hakkında somut şeyler anlatabilmek isterdim. Oğlumu cesur bir erkek yapmak isterdim. Bu bir kastrasyon problemi mi bilmiyorum…”
- Hayatınızda bunun için sadece oğlunuzun olması ilginç.
-“Tabii ki hayır, sonuçta kardeşim de cesaret gösterdi, babamıza karşı gelmeyi ve gitmeyi bildi. Bir erkekle somut bir karşılaşmaya ihtiyacım var.”
Tedavinin bu anında, doğru bir erkekle karşılaşma fikrinin içeriğini yorumlamakta çekimser kaldım, çünkü burada pozitif ve üretken bir sürecin içeriğini gördüm: kastrasyonu hesaba katan ve gerçekten bir şeyler alabileceği bir erkeğe yönelen arzunun hareket noktasıydı bu.
Bir yıl sonra, psikanalize başlamasının dördüncü yılında, Nicole bana Polenezya hakkında bir kitap yazacağından söz etti. Ama her zamanki gibi korkusuz ve emin, duraksamadan bitirmek için gerekli bağlantıları kurmuştu. “Evet, bu konuda çok panikliyorum çünkü bu sefer gösteriş olmayacak! Bazı uzman eleştirileri beni çok endişelendirdi.[…] Geriye dönüp bakınca, birkaç sene önceki inandıklarıma göre yazdığım notlarla dalga geçiyorum: tamamen amatör işi… böyle bir kitabı tamamlayabilecek miyim diyorum kendime, bu analizimin de sonu olacak. Bu benim gerçekleştireceğim gerçek bir doğum olacak.”
-Öyleyse, endişeniz daha iyi anlaşılıyor.
Güldü. “Ama yolunda gideceği yönünde bir duygum var. Babamın bacaklarımı kıran o dehşet sonu gibi olmamalı. Birkaç hafta içinde Polenezya’ya gitmem gerekecek, denk geldi ; oğlum da yaz okuluna gidecek.”
-Ama öyleyse, analiziniz5?
-“Analizin yararı, tam da bunun gibi bir şeyi gerçekleştirmeyi sağlamasında. Eğer analiz yüzünden vazgeçersem, bu kendimi hapsettiğimin, bu işi yürütemediğimin işaretidir. Yani bu benim için istenen bir gebelik sonucu olan bir doğum gibi. Oğlum açısından düşününce, diye belirtti, doğal ebeveynlerine karşı borçluyum çünkü onun için çok çaba harcadılar6.”
Yazı projesi üzerinden, Nicole borç sorununu da etkin bir biçimde çözebilmişti. Öncelikle eserinin beslendiği kaynaklarla ilgili, diğer yandan da babasının mirasına ve onun kullanımına karşı olan borç sorunu. Babasının özellikle taşıdığı kişisel olarak hiç reddedemeyeceği, “tükenmez” olduğunu göstermek zorunda olduğu kusuru hesaba katmaya başlıyordu.
Bir süre sonra bana erkek cinsel organını emme ile ilgili bir rüya anlattı : “çok netti, kötü olduklarını fark ettiğim erkekleri emiyorum, sadece kalkmış cinsel organları var.” Karışık iki çağrışımı oldu : “bir yandan penis taşıyan bir erkeği (baba ?) cinsel doyuma ulaştırmayla meşgulken, diğer yandan da kendini aynı penisi açgözlülükle emerken ve pompalarken (tükenmez 7?) görüyor. Bu daha önce gördüğü başka bir rüyayı hatırlattı : “öyleyse, diye haykırdı, bu ilk defa !...”
“Bu kuşkusuz size sürekli söz ettiğim kitap projemle ilgili gözüküyor.[…] bu onun içinde erimiş güç gibi bir şey olmalı. Denizin ötesindeki kolonilerin keşfinde önemli rol oynamış olan atalarım var. Kitabımla kuşkusuz, onların maceralarına uzanarak bir şeyler
arıyorum.”
Bunun, oğlunu evlat edinmesiyle tanımlanabileceği başka bir dönmendeki yola benzeyen, “başlangıç yolunun sonu” gibi bir şey olabileceğini söyledi.
Ama bir arkadaşının yaptığı eserlerini evine alıp ve onları sergileyerek (“içimi kullanarak” diyordu) başka bir var olma biçimini keşfetmenin doyumunu yaşamaya başlamıştı. “Bu şeyleri insanların beğenmesi için evime almak bana iyi hissettiriyor. Neden daha önce evimdeki boşlukları böyle değerlendirmek aklıma gelmedi ?” Kendini daha yaratıcı, “daha alıcı ve daha üretken” hissediyordu ; alter ego’su hovarda Victoire için ise üzülüyordu.
Yapabildiği gibi tam da olası fizik yokluğunun bu duyumu üzerinden üretkenlikle, gerçek bir gösterenin işlevselliğini taşıyan fallusa atıf yapan bu hastanın ruhsal durumunda Nicole’un tedavisi, değişken bir sürecin varlığını bana düşündürdü. Yaratıcılık kaynağı ve büyük ölçüde zengin olan öznel bir hazla, edilgen-alıcı bir durum içinde sahneye koyduğu yeni bir yeti geliştirebildiği görülmekteydi.
Anatomik düzeydeki cinsiyet farklılığının ruhsal sonuçlarından bazıları içinde, Freud (1925b) öncelikle, “küçük kızda daha sonra başka biçimde var olacak olanı” yerine koymak için, küçük erkek çocuğun parçasının (kadında penisin yokluğundan dolayı) normal reddinden bahseder. “Bu noktada, der, kararı ve yargısı kesindir. Ona sahip olmak istediğini ve olmadığını bilir, onu görür.” Bir kadın, ötekindeki penisi arzulamaya eğilimi içinde (babanın) penisini elde etme sorunsalı ile karakterizedir. Ama başka türlü anlaşılamaz, garip eylemlerin güdüsüne dönüşebilen ve inanılamayacak kadar geç zamanlara kadar uzanabilen, bir gün yine de bir penise sahip olarak ve sonra da erkeğe eşit bir hale gelerek tamamlanma umudu olan kadınlar olduğunu da ekler.
Yokluğun reddinin sebat ettiği bu ikinci sahip olma, yapısal olarak taşıyıcı olma fikrinin uyanmasından dolayı köküne kadar birinciden (ona sahip olmak istediğini ve olmadığını bilir) ayrılır. Kendindekini elde tutma (yapısal olarak, doğuştan) ile bir ötekindekini almanın (bahşedilmiş olanın göstereni) ayrımı tabii ki esastır. Kuramının başat kavram düzenine sonunda girmiş olan inkar (Verleugnung) teriminin ilk kez telaffuz edilebilir bir biçime gelmesi için kullanıldığı yer Freud’un eserinin (1925b) tam da bu noktasıdır.
Penisin eksikliğini inkar eden kadın, (bahşedilmiş olan gibi) alınmamış ve yapısal olan, yani eril cinsiyetin kıyısında imgesel olarak konumlanan fallik bir üstünlük düşüncesinde saplanıp kalmıştır. Kadınsı denen kadınlar, lezbiyende tipik olarak eksik olan bu kadınsı uzlaşmayı, yani ortada kusursuz hiçbir fallus-taşıyanın olmamasıyla ilgili olarak aralarında yaptıkları sessiz bir anlaşmayı az yada çok sağlamaktan hoşnutturlar. Nicole için söz konusu olan, yaşlı Diojen’in “bir adam arıyorum..” demesindeki anlamda bir kastrasyona uğramış, sahtekar olmayan bir erkekle karşılaşma fikrinden yola çıkarak kadın-olmaya doğru ilerleme yine böyle değerlendirilebilir.
Yine Nicole’un tedavisi, onun gizil dönemden çıkışının kanıtıydı : analizinin son yılı içinde, yeni bir aşk ilişkisine girmeyi başardı. Söz konusu olan elbette yine kadın bir partnerdi. Ama bu kez önceki ilişkilerindeki sapkın (pervers) niteliğini kaybetmiş bir ilişkiydi. Bu eski ilişkiler, önce Victoire ile uysal ve boyun eğen genç delikanlı konumunda olan ve sonra takip eden partnerleriyle de fallik egemen konumunda olan, bir miktar fetiştik ve tekanlamlı doyum durumunda kutuplaşmışlardı.
Bu yeni partnerin, Nicole’un kitabının (övgüye değer başarısı hayatta onun için yeni derinliklerin önünü açtı) gerçekleşmesinde karşılıklı dengeli bir işbirliği ilişkisi içinde ilişkiye başlamış olması anlamdır. Yine aynı noktada, Nicole’un -Vera gibi (bölüm 2)- sadece düşlemsel olmayan doyurucu bir ilişkide çok daha zengin durumsal bir değişebilirlik içererek, annesi ile ilişki kurma durumuna sonunda erişmiş olduğunu duymak benim için çarpıcıydı.
Organ imgesinin narsisik safrası olan böyle bir kısmi nesnenin temsili ve bahşedilmişle eksik olanın görünümlerinin tohumlarını atmaya elverişli potansiyel bir gösteren geliştirmek için bu aynı (şey) temsile olan gereksinim arasındaki terazi çizgisi, (psikanalizin halen ve her zaman, acı çekme yazgısı için üstünde yükseldiği bu doruk çizgisinde simgeselleşmesi gibi) bir temsil olarak fallusun niteliksel değişimdeki anahtar rolü üzerinden geçerek tamamlanır. Sonuçta gösterenler olarak işlemeye eğilimli şey temsillerimizden (rüyada olduğu gibi) söz edebilirim. Bu bakışla, bir uçtan diğerine (seansta salt burada ve şimdi nesne ilişkisine, yada saf sözel göstere oyununa) savrulan tüm psikanaliz pratiklerinin, kolayca kavramsal bir kısırlık biçiminde ortaya çıkabileceğini düşünüyorum8.
Şimdi bu özgül dürtüsel yazgıyı, yani yüceltmeyi incelememiz gerekiyor. Bu nokta, özgül haz kapasitesinin gelişiminde etkili olduğundan ve aynı zamanda dürtü nesnesi sorunsalının doğasını daha iyi ele alabilmeyi sağlayacağından ve sonuçta aynı öznelleşme sürecinde ölüm dürtüsünün (bağımsızlaşmanın) gerekli rolünü aydınlatacağından önceliklidir.
Notlar:
1. Bu bölüm özünü SPP’de 19 Mayıs 1998’de verilen konferanstan almaktadır.
2 . “Bir gösteren özneyi başka bir gösteren için temsil eder”
3. Bu “figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif, figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif, figures du déni-en deçà négatif, figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif, figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif, figures du déni-en deçà négatif, figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif,figures du déni-en deçà négatif, (Dunod, 1989) (Dunod, 1989) (Dunod, 1989) (Dunod, 1989) (Dunod, 1989) adlı kitabımın merkezi tezidir.
4. Bu kuşkusuz lezbiyenlerde tipik olarak ortaya çıkan biçim olan “babacı eğretilemedir”, yani önce anne ile yaşanmış bir hayal kırıklığının baba üzerine aktarılması.
5. Projesine maruz kaldığımın altını çizmeye çalışıyorum.
6. Bu kavrayış, evlat edinen hastalıklı ailelerde olan tipik bozukluktur (bkz. bölüm 6 Angel olgusu).
7. Bu penisin anneci karakteri burada iyice görünüyor.
8. Freud’un düşüncesinin indirgemeci bir eğilimi olduğu var saydığımız ego psikolojisini, Lacanın katkısını yalnız sözel gösterenlere dayandırarak indirgeyen bazı lacancı çizgiler ile bu noktada karşılaştırılabiliriz.

İnkarın Kuşaklar-arası Görünümü

İnkarın Kuşaklar-arası Görünümü
“Ve yine de babam ölüydü !”
Michel Ptakhine et Bernard Penot (Paris).

ÖzetÖzetÖzetÖzet: Clara’yı analize getiren ruhsal felaket durumu, onu ruhsal dezorganizasyon durumunda bırakan travmatik ifşalar serisi sonucuydu. Bununla birlikte onun için daha çok travmatik bir yankı yaratan tüm bu yakın sınavları aşmak kolay değildi; geriye sadece daha çok sonradan etkiyle [fr.après coup, eng. retroaction] üzerine düşen mirasın yaralayıcı boyutu kalmıştı. Beş yıllık tedavi boyunca, davet edildiğimiz aktarımsal gerçek bir maceraydı bu ve burada özümsenebilen ve düşünülebilen bir kip üzerine taşınamamış «tüm bunları» öznel bir biçimde sahiplenmeyi azar azar gerçekleştirecekti. İnkâr sorunu çokça ortaya kondu; zira bu sorun devraldığı mirasının ebeveyni tarafından kindar-sadist bir muameleninkiyle birlikte, aile olarak bir inkâr (anlamın silinmesi) ortaklığının neden olduğu muhtemel etkileri karıştırmayı getiriyordu.
Clara 1998 yılında geldiğinde 52 yaşındaydı, kanser hastalıkları uzmanı hekimi tarafından tavsiye edilmişti ve yaklaşık 3 ay kadar önce açığa çıkan meme kanseri nedeniyle tedavi altındaydı.
Babasının ölümünün yaklaşık bir yıl ardından kendisini en yakın arkadaşı ile aldattığını öğrendiği kocasından boşanmaya karar vermişti. Dahası, yönettiği biyolojik analizler yapan laboratuarı da dolandırmıştı. Psikotik olan büyük kızı da onunla kalıyordu.
Başına gelen tüm bu şeylerle ilgili hiçbir şey anlamıyor ve yakasını bırakmayan cinsel tasvirlerle istila edilmiş, çevreden ona dönen bakışları kendisine anormal göründüğü ruhsal bir felaket durumunda kendini tanımlıyordu. Kendini 'hayatın bir hatası' olarak tanımlıyor ve anormal hissediyordu. Konuşması şaşkınca, sarsılmış, gergin ve kaygılıydı. Yaklaşık 20 yıl önce bir psikanaliz istemiş ancak babası 'bu delice' diyerek engellemişti...
Çabuk yanıtlar ve açıklamalar bekleyerek olan biteni söz ediyordu ve olayların üzerine saplanıp kalmıştı. Yahudi ailesinin kökenlerini keşfi babasının ölümünün ardından noterde olmuştu: özenle bağlanmış ayakkabı kutusunda babasının notları vardı!... Babası ve annesi kamlara götürülen ve katledilenler içinden tek hayatta kalanlardı ve savaştan sonra evlenmişle ve kendisi evlilikten önce dünyaya gelmişti. Babasının bir baraj yapımım nedeniyle sular altında kalmış ve yerle bir olmuş bir ABD kentini isim olarak aldığını keşfetmişti.
“Babam hiçbir yerdeydi ve annem her zaman onu takip etti” diye özetliyordu. Ona devredebildikleri tarih ve kökenler üzerindeki bu sessizliğin yankısında ifadenin bir inkârı direniyordu. Clara’nın söylemi anlam olarak boş gibiydi; ideal referanslarının ve özdeşimsel duyumunun içinde karma karışık olmuş gibi görünüyordu.
Ön görüşmeleri anlatmayı burada bırakıyorum. Beş yıl boyunca aldığım notları sakladım, zira söylem parçalanmış yıkıcılığınca istila edilmiş olduğundan, görüşmelerin metnini yeniden ele almak, Clara'nın analiz edilebilirliğini geliştirebilmek için görüşmelerden sonra not tutmak ve yazmak gereksinimi duydum.
Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998) Birinci Görüşme (1998) Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)Birinci Görüşme (1998)
“... Hayatımdan hiçbir şey anlamıyorum ve eğer böyle devam ederse bana işkence çekerek ölmekten başka bir şey kalmıyor. Etrafımda kimse yok, beli annem ve babam için de aynıydı? Benim kanserim, B. ile boşanmamın ardından tutuldum ona. Annem öleli tam 10 yıl oluyor, onunda bir meme kanseri vardı ve onun için hiçbir zaman hiçbir şey yapamadım.
“Babama hiç ulaşılamazdı. Her zaman önceden haberi olur ama randevulara gelmezdi. ‘Hayatın bir anlamı yok’ diye sık sık yinelerdi. ‘[dünyaya] gelinir, nasıldır bilinmez ve toz duman içinde biter gider’… Onun için yalnızca iş ve para vardı. Annem idare ettiği “gri bluzuyla küçük zencisi”idi. Pazar akşamları yatağın altındaki valizin yanında duran ayakkabı kutusunda paralar sayılır. Komşuların dikkatini çekmemek için sade bir yaşam sürmek gerekir; öleli bir yıl oldu, intihar etmesi gerekirdi.
Kalp krizini önemsemedi. Yanı sıra babam her zaman vekâleten yaşadı… (uzun sessizlik… hıçkıra hıçkıra ağladı…)
“Kimin içindi tüm bu para, tüm bu çalışma? Bunun bizden çok başkalarına faydası dokundu. Kendi kendime sık sık diyorum ki, kendimi onu yeri koyup öyle düşünmeliyim, hiçbir şey söylemiyor ve kardeşimi dövüyor... Anlamayı denediğimden beri ve her şeyi ezberlemişken… panik… bugün size gelirken, bir kez daha panik… olanlardan hiçbir şey anlamıyorum, babam yaşamak için yala söylemeyi bilmek gerekir derdi. Eğer burada sizinle de bunu yapıyorsam daha baştan kaybettim demektir. Çok iyi kilitlemişim ama anahtarım yok. Ama size şunu söylemem gerekir ki çok kötü bir evlilik yaptım. B.’ye bir eczanede rastladım… sürekli dalga geçen tunuslu bir yahudiydi… mezardan onunla çıktım, bir seks delisi bir vantuzdum… altı ayın sonunda hamile kaldım, babam ‘böyle bir tiple mutsuz olacaksın… bundan daha iyisini bulabilirsin, ama gerçek Museviler elden kaçırılmaz’ derdi …»
Bu ruh çağırma ile monologa ara verdi, yüzünde gergin bir gülümseme vardı, hıçkırarak ağladı…
“Babam benden nefret ederdi, aynı annemden ettiği gibi. Annemle ve babamla ilgili içimi dökmek bana iyi geldi… annemin ölümünden beri ilk kez ağlıyorum. B. ile karşılaşınca akıntıya kalmış gibiydim, sessiz bir delilik. Kızım çok çabuk doğuverdi, onu daha nasıl tutacağımı bilmiyordum ve onu emzirmek zorunda olan bendim. Birden kızıma bakıverdim, onda annemi gördüm, onunla kim meşgul olmalı hiç bilemedim.
“Boşanmama kadar, kendi kendime yol aldım, ve kanserim ortaya çıktıktan beri, kendi kendime konuşuyorum, sonuçta her şeyden öte tüm bu zamanlarda babamlaydım, arabamda, yanımda !…
“Annem söyleyip durdu : ‘Babana karşı gelme, o hepimizden daha iyi bilir’ diye. Yapışıktılar, hesapları birdi… sonuçta para duygular değildir. Ben eczanede stokları saymayı durduramıyorum ve çocukluğumun beyaz sayfaları üzerindeymişim gibi listelerimin önünde saatler geçirebiliyorum.
2.Görüşme 2.Görüşme 2.Görüşme2.Görüşme2.Görüşme2.Görüşme
“Size geçen sefer anlattıklarımdan başka bir şey bilmiyorum, baş ağrılarım beni istila etti ve aynen kâbuslar: eski kocam, bu pis adam, seks delilisi, beni takip ediyor, tuzağa düşmüşüm, beni yakalıyor, hoşuma gidiyor ve bundan iğreniyorum, her zaman utanıyorum rüyada... Pekâlâ, bir cezalandırılma anım var. Anne babam henüz eve dönmemişler, komşunun kapısını çalıyorum. Babamın ‘sen, terk edilmedin ve beni komşuların karşısında utandırıyorsun !’diye bağırmasıyla çok korktum İnanıyorum ki bu yüzden kendimi ölümüme bırakamıyorum. O’nun için ailemi bıraktım. Kütler için dükkana gelen kadınlar için, babam ‘bir başka turna [fahişe anlamında] kürkçüğü ile’ derdi.. Ve ben butiğin arkasında dururdum. B.’yi tanıdığım zaman, her şey dengelendi; kısa gece gezintilerinde ona eşlik ederdim, bir arabadan diğerine giden Orman turnalarını görmeye giderken benimde seksi olmamı isterdi. Ben, bana bir şey olmazdı, bana karşı oldukça nazikti ve böylece yıllarca sürdü. Hiçbir şey alamamam gerekirdi ve eski kocamın tüm bu seks hikâyeleri bana anne babamı unutturdu. Peki, söyleyebilir misiniz anne babam be neden unuttular? Akılları başka yerdeydi, işlerinde, bu onların tek hikayesiydi !... Neden anne babamı eski kocam ve onun seks hikâyeleriyle değiştirdim? Ve şimdi eski kocam burada değil ve kâbuslar görüyorum. Ne zaman bu kabuslardan kurtulacağım, kafamın içindeki boşluk bu…
—Analist: Hiçbir şey görmediğiniz hiçbir şey bilmediğiniz o eski kocanızla olan seks hikâyeleriniz, aynı zamanda hiçbir şey bilmediğiniz anne babanızın hikâyesi.
—Clara: Evet, neden bana musallat oldu bilmem gerek, yoksa bana ait olan bir hikâyeye sahip olamadan ölüp gideceğim. Bu musallat olan hikâyeler yüzünden kötü oluyorum gibime geliyor. On yıldan beri bir mezarın içindeyim, annemin ölümünden beri, içinde kimse yok, sadece ben. Anılar yok, boşluk… Eğer anılarımı yeniden bulabilirsem (hıçkırarak ağlıyor), ama iyi anılarım yok gibime geliyor. Bilmiyorum siz ölüyü uyandırabilecek misiniz? Bilmiyorum beni yeniden canlandırabilecek misiniz…(Kocası B.’ye diye düşünüyorum.)
2
Değerlendirme görüşmeleri evresinde, Clara bir anlamın koruyucuları olan cinsel takıntıların temsilleri ve babasının cinsel zihinselliği ile özdeşleşmiş, ama eziyet veren [perseküte] ebeveynleriyle gizli kalmış bir bağlanmayı da eylemleriyle sürdürerek, kendine ait olmayan bir hikâyenin sözünün taşıdığını düşündürmüştü.
Yok edilememiş bir nesneyi yeniden ele almasına yardımcı olmak ve yoğun ruhsal acısını bakışla kapsamak için onu yüz yüze, haftada üç seans kabul ettim. Narsizmini yaralayan, doğumundan beri onunla meşgul olamadığı için kendini suçladığı akıl hastası büyük kızı ile uğraşmak zorunda kaldığı uzun hafta sonlarını geçirmekte çok zorlandı. Seansın başında bozuk bir duygulanım ardından yoğun anlar basmakalıp bir söylemle kesilir. Babasının içselleştirilmiş tüm nefretinin yükseldiği görülür, konuşmayan çökkün bir anne tarafından terk edilmiş bir halde moral mazoşizmine yerleşmiş gibi olur.
Analizinin ilk üç yılında, Clara “canavarı” diye adlandırdığı ama sonuçta ölmüş annesi gibi onu öldürmeyecek meme kanseriyle meşgul olarak kendi merakına tanıklık etti.
Seanslar arasındaki bağı yakaladı “Bana geçen sefer söylediğiniz gibi, ben de bunu tekrar düşündüm…” Kaygılı şaşkınlığını hafifleten sözlerime; ebeveynleri arasında duran çocuk konumuna oranla bana daha çok güncelden bahsettiği bu birlikte kurduğumuz bağa kapılmıştı.
3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) 3.yılın sonundaki bir seans (15 Mart 2001) ---Clara onu üzen bir seri tekrarlayan rüyadantekrarlayan rüyadantekrarlayan rüyadantekrarlayan rüyadantekrarlayan rüyadan tekrarlayan rüyadantekrarlayan rüyadan tekrarlayan rüyadan tekrarlayan rüyadantekrarlayan rüyadantekrarlayan rüyadan tekrarlayan rüyadan bahsetti: “size bundan bahsedersen, her şeyi kaybedeceğim!” (babanın konuşmaması a gönderme diye düşünüyorum.)
Bir rüya: “Hastayım, altta karnımda beni asta yapan kocaman bir yumru var. Annem orada. Ondan bunu kaldırmasını istiyorum ama o beni kucaklamak istemiyor... ben ona yaklaştıkça o uzaklaşıyor.”
“Kendimi kirli ve iğrenç buluyorum ve eski kocanım beni yakaladığı yolda dolaşıyorum... onunla ne yapacağımı bilemiyorum, doğa üstü bir şey ama her defasında bana sahip oluyor...”
Çağrışımları: “Eski kocamla olan şu cinsel gezintilerimiz aynı bu rüyalardaki gibi, körü körüne onu izliyorum, babamla sürekli aynı fikirde olan annem geliyor aklıma. Hepsine katlanmaya, beni kötü etmelerine hazırım, böyle hiç bir fikrim yok. Babamla ilgili kişisel bir fikir sahibi olamıyorum, bu dönüp yine bana geliyor. Böylece beyaz kağıtların karşısında kalakalıyorum.... (sessizlik)... Size söylemem lazım, karnımı alttan hacamat ettiğimde, uyluklarımı saatlerce ovaladığımda... bana bir şeyler oluyordu.”
-Analist: burada bana kendinizi iğrenç hissetmeden anlatabildiğiniz seanslarınız var.
-Clara: (şaşırmış ve bana ilk kez bakarak, duraksayarak ve çekingenlik ile) “...Sonunda evet, burası, bilirsiniz bir oğlanın diğerinin içine konduğu... yani bir kızın ötekinin içine konduğu Rus bebekler değil...Kendime soruyorum, sizde de cinsellikle ilgili bir şeyler yok mudur diye, bunu daha önce hiç görmedim!... bugün bile, annemin bu işi babamla nasıl yapabildiğini bilmiyorum. Onu yerden daha dibe sokardı… “bensiz hiçbir yere gidemezsin sen…”
-Analist: eski kocanızla olan o bir şey görmediğiniz ama onunla iç içe geçerek ona eşlik ettiğiniz cinsel gezileriniz gibi…
--Clara: “Kocamla annemle yaptığım gibi yapıyorum… (ilk kez bir sürçmesini geri alıyor.) Size annemin babamla yaptığı gibi kocamla yapıyoruz demek istedim. (bu ilk sahiplenme doyurucu gibi). Bilirsiniz, rus bebekleri boştur, anne babamın içinde çok ufacık gibiyim.”
4.yılın sonundaki seans (14.02.2002) 4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002) 4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002) 4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)4.yılın sonundaki seans (14.02.2002)
Her seansın başında para tam mı değil mi diye kontrol etmemi söyleyerek ve parayı sayarak ödemeye karar verdi; bana yeterince vermediği gibi bir fikri vardı. Buraya geldiğinden beri bütçesi iyi çıkarken ve eczanesi kazandırırken paradan yoksun kalmaktan korkuyordu. Bu paradan yararlanmayı bilmiyordu.
—Analist: Rus bebeklerinde olduğu gibi, hiç ayrılmamız için ve beni tutmak, içinizde korumak için, beni kaybetme korkunuz ile ilgili olarak parayla olan zorluklarınızdan bana söz ederken heyecanlı görünüyorsunuz.
3
—Clara: “Her defasında burayı terk ettiğimde… size paket bırakmışım gibime geliyor…”
—Analist: paket ?
“Evet… anne babam depoda. Seanslara geri geldiğimde, paket yeniden açılıyor. Anne babamdan biri diğeri olmaksızın hiçbir zaman hiçbir şey yapmazdı… Sonuçta kendi kurallarım olduğunda bu benim için biraz değişti… babamdan kaçınmaya başladım… onlar kendi küçük ticaretlerine devam ettiler.”
—Analist: yani burada bana bir şey verdiğiniz ve aramızda bir küçük bir ticaret olduğunu bana doğrulatmayı talep etmeniz gibi!
—Clara: “ama burada para saymıyorsunuz. Bilirsiniz, parayla ne yaptığınızı bilmek isterdim! Anne babamda bu karyola altında olan bir şeydi.
-Analist : onları nereye koyduğumu bilmek, paranızı yani !...
—Clara : “Bir hikâyeleri vardı… Annemle hiç bir zaman bir hikâyem olmadı… çocuklarına hikayeler anlatan ebeveynler değillerdi. Anne babam, anne baba değiller ve ben de kızıma anlatmayan biriyim… (ağlıyor) Sadece paradan konuşurlardı… Evlenene kadar kendi kendime, bunlar para sayesinde birleşebilmek için nereden geldiler diye sorardım. Buraya geldiğimde, gördüm ki SİZİN yabancı bir isminiz var, aşağıdan, doğudan. Büyük bir amcam vardı, evde olan tek fotoğraftı… Doğudan bir ismi vardı, ama bizim Amerika’dan… Hiç bir zaman hiçbir şey anlamadım… Par, bu hiçbir şey hissettirmiyor, iyi var, elden ele geçen parayı seviyorum, bu beni hayatta tutuyor… Kesemde artan paradan heyecanlanıyorum, ama sonra azalıyor. Babamla bu nasıl yürüyordu bilmiyorum.”
—Analist: burada her seansta bıraktıklarınızı yeniden buluyorsunuz, depodakileri.
—Clara: “haftalardan beri, yeniden kâbuslar göreceğim diye uymaktan korkuyorum… Ağzım ve anüsüm, açmak istemiyorum, ağzımın içinde kusamadığım dışkı yumağı var… Ne zaman ağzımı açmak istesem kanıyor. Sıkıntıyla uyanıyorum…. Hepsi benim içimde kalıyor, kendimden iğreniyorum: söz gümüşse sukut altındır demişler.”
—Analist: Burada dışkıyı söze çeviriyorsunuz öyleyse anne babanız hepsini tutuyordu.
—Clara : “Toplama kamplarının dünyanın anüsü olduğuna inanıyorum; eğer babanım bu yüzden bana bundan söz etmediğini söylerseniz sizinle hem fikir olurum. Bana kamplardan hiç bahsetmedi.”
Bu 4. yılında, Clara seanslarda analite düzeyinden işlev gösterecekti ve tüm çalışmamız, ebeveynlerinin kendileri için yeterince düşünemedikleri bir yeniden canlandırma içinde sabitlenecekti. Aldatıcı bir biçimde ebeveynlerinin travmatik yüküne bağlı anlamın inkarı sürecekti: onlara dair içsel bir gerçekliğin olmaması, onlara karşı hiç bir yasın olmaması, atalarının isimlerinin olmaması ve tarihsel verilerin yokluğu Clara için kökensel narsisistik dayanağın eksikliğiydi.
Bir gün oradan çıkabileceğine dair ümidi olmadığını söyledi, babasının bir hayalet olarak her zaman onda var olduğu konusunda beni uyardı. Çifte değerli bir babasal aktarım gelişiyordu.
—Clara : “ Son seferinde iyice anladım ki burada aynı babamla olduğu gibi geçiyor. Ne düşünüyorsam size anlatıyorum… yalnız sizinle bir ilişkisi olması beni şaşırtıyor. Annem öldüğünde babamla hiç konuşmadan kaldım tüm o zamanlarda.”
Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı: Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı: Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı: Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı: Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı: Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı: Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı: Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:Analizin 5.yılı bir rüya ile başladı:
“Büyük bir adam 65-60 yaşlarında… temiz bir bakışı var, beni analiz laboratuarına çekiyor. Kendi kendime: ‘nasıl böyle iyi yürüyebiliyor, bana oynamayı tenis öğretmek istediği sahanın yanında?’… Uyanırken iyi başlayan ve daha sora duraksayan bu rüya yüzünden öfkeliydim.” Birden ağzı kulaklarına vardı “Fakat analiz laboratuarı sizin burası!... Sizin yanınızda kendimi bırakıyorum ve topu bana geri göndermenizi arzuluyorum, ama siz onu aramayacakmışsınız gibime geliyor… Size oyunumu göstermekten korkuyorum. Beni hapsedecekmişsiniz gibi garip düşüncelerim var…
“Dün şefkat duyguları hissettim. Televizyonu zaplıyordum ve Millau’daki Yahudi çocukların basılıp götürüldüğü görüntüler gözümün önüne geldi. Daha çok kızının elinden tutan bir babanın görüntüsü… (sessizlik ve hıçkıra hıçkıra ağlamalar) Ölümünden az bir zaman önce babamla korkunç 4
bir karşılaşmamız oldu, sürgün edilmesi, ailesi ile ilgili bana bir şeyler diyecek diye düşünmüştüm. Bana ‘bu sürgün hikâyesinden beri her şey berbat oldu’ dedi ve sessizliğine kapandı. Babamla ilgili bu bağlar beni rahatsız ediyor, sessizliğinin suç ortaklığı, diktası, sessizliğine boyun eğme…
“Bu rüyadan beri babamdan tiksiniyorum gibime geliyor… Tamam, onu reddediyorum… Eczaneyi satmayı düşünüyorum, artık daha fazla çalışmaya ihtiyacım yok, yapmam gereken bu… Kocam beni gezintilerine götürdüğünde, ‘gel benim sopam ve toplarımla bilardo oynayalım !’ derdi . Eski kocam bir Nazi, babam ona bir şey söylemediği için o da Nazilerle birlikteydi.”
Bu yılın başında bir ay içinde önemli üç olay meydana geldi:
1-Babanın evi satıldı, ölümünden beri oraya geri dönmemişti: boşaltılması gerekiyordu. Babasından nefret eden ve annesinin ölümünden beri görmediği erkek kardeşini tekrar buldu… Mahzende külçelerle dolu bir sandık ile İsviçre’de bir hesabın tüm bilgilerinin içinde olduğu beyaz demirden bir kutu bulacaklardı. Ebeveynleri tüm varlıklarını saklamışlardı !...
2-Yahudilerin zararını tazmin kuruluşunun daveti dolayısıyla (ki kendi hiçbir şey talep etmemişti), babasından devraldığı takma adın da doğrulandığı bir şekilde kamplarda kaybolan tüm Doğu Avrupa kökenli anne ve baba tarafındaki kökenleri açığa çıktı.
3-Son kızının biyoloji araştırmaları için ABD’de bir genetik laboratuarına gidişi. Clara yoğun reddedilme duyguları ile yaşadığı ayrılık dolayısıyla yoğun bir acı tarafından istila edilmişti.
5. Yılın sonundak 5. Yılın sonundak5. Yılın sonundak5. Yılın sonundak5. Yılın sonundak5. Yılın sonundak 5. Yılın sonundak 5. Yılın sonundak5. Yılın sonundak5. Yılın sonundak5. Yılın sonundak sonundak5. Yılın sonundaki seans (25.03.2003)i seans (25.03.2003) i seans (25.03.2003)i seans (25.03.2003)i seans (25.03.2003)i seans (25.03.2003)i seans (25.03.2003) i i seans (25.03.2003)
Clara : “Hayatım ne hata ana… Geçmişten kendimi koparmak isterdim: düzenlemeye çalışıyorum ama bende odaklanmasın diye ne yapmalı? Anne babamı, çocuklarımı mutlu edemediğim için hatalıyım… Düzgün bir şeyler yapmak için burada hiç yeterince zamanım olmadı… Bütün hayatımı bok götürüyor ve bu para layık olmadığım bu bokun sebebi."
Bana iki rüya getirdi:
—Birincisi : “Görkemli merdivenleri olan çok güzel bir evin içindeyim… Kapısız bir giriş bu evin rıhtımındaki birgemiye açılıyor, ve gemi tam da evin girişiyle iç içe geçmek için gelmiş… Gemiyi yöneltmek istiyorum ama dümeni tutan yüzü olmayan bir adam var…”
—İkincisi : “Gelinliğimleyim; orkestradaki müzisyenler sizi tanıdıklarını söylüyorlar, ama saçlarım çok kirli olduğundan gelemiyorum. Küçük parmağımda iki alyans var, biri düşecek, bana üç mühürlü yüzükten biri kalacak, üç karışık-altın yüzük.
Çağrışımları : “Tatiliniz sırasında, bronşit oldum ki hiç hasta olmam… kendi kendime hayatımdaki tüm deliliklerden geçtiğinizi ama beni bir akıl hastanesine göndermediğinizi söyledim. Boşanmak istediğimde, kocam uyku tedavisi almam için beni bir kliniğe götürmüştü! Hapsolmuş hissetmiştim. Yokluğunuzda, başıma ne geldiğinden size özellikle bahsetmek istiyorum: bir kız arkadaşıma mezarlığa ailesinin mezarlarını görmeye giderken eşlik ettim. Onunla dolaştım… Başım döndü ve nerede olduğumu hiç göremedim. Hiç bir yere kımıldayamadım, hatta altıma yaptım. Dona kaldım : babam oraya annemle birlikte oraya gömüldü !... Orada olduğumu çok iyi biliyorum, gömülüşünde, ama ilk kez gerçekten toprağın altında, bunun son olduğuna gerçekten inandım…
“Ve yine de babam ölüydü !” (tekinsiz bir yaşantı canlanıyor )
“Ona ‘Baba, elimden geleni yaptım… yardım bekliyorum… kayboldum’
“Neden bu gemi rüyası, bu evlilik seremonisi?...” (sessizlik…)
—Analist: Sizi benimle yalnız bulmak için onlarla birleştiğiniz ailenizin dışkısını boşalttınız.
—Clara : “Sizi terk etmekten ama geri gelmekten de tasalanıyorum… bende gelişen bir şey var, daha kuvvetle ortaya çıkan bir şey. Kaybolacaksınız diye korkuyorum, bana katlanamayacaksınız diye. B. ile boşandığımda, boşandığım babamdı, ama bana kanserim kaldı.
—Analist: İkiniz için dövüşecek bir canavar daha. (sessizlik)
Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003) Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003) Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003) Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003) Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003) Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003) Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)Bir ay sonraki bir seans (01.06.2003)
—Clara: “Her çeşitten ilgi alanları keşfediyorum: arkadaşım bana Bettelheim’dan bahsetti ve kamp deneyimlerinden. ‘Peri masallarının psikanalizi’, tercih ederim… Ama ‘Boş Kale’ ile ilgili bir 5
merakım var, ama ‘canlı’ olarak. Sonuçta her şeyi anlayacakmışım ve savuşturacakmışım gibime geliyor. FNAC’de psikanaliz yoluna düştüm. Mezarlıktan sonra rüyalarımı düşündüm. Bir gemi denizden üzerinde gidiyor, dalgalanıyor, hepsini süren sizsiniz! Ben kendimi bırakıyorum, siz babamın benimle yaptığı gibi devam edebileceksiniz. Ve sonra kirli saçlarla beraber gelinlik, sizi bırakmak için daha babamdan tamamen boşanmış değilim… Mezarlıktan beri, dümeni iyi tutuyorum.
“Dün, Tolstoy’la (1910) ilgili bir yayına baktım, evinden çıkıyor, böyle film edilmiş : hayatının son anlarında yola çıkıyor, zamanının geldiğine karar verdiğinde… Babamın kâğıtlarına göre: kâğıtlarda, babamın annesi Moskova’da doğmuş ve bu sabah not defterimden numaranıza bakmaya ihtiyaç duymadım, geri döndüm, sonunda aklım başıma geldi! Yedek oyuncusu olduğum şu büyük anne… Sizin yanınıza daha önce giremezdim.
Tartışma UnsurlarıTartışma Unsurları Tartışma UnsurlarıTartışma UnsurlarıTartışma UnsurlarıTartışma UnsurlarıTartışma Unsurları Tartışma UnsurlarıTartışma UnsurlarıTartışma UnsurlarıTartışma Unsurları Tartışma Unsurları
Clara isimli bu hastanın beş yıllık tedavisinden yola çıkan bu anlatı buluşmamız için birçok kanıt ortaya koya bilecek soruyu ortaya çıkarmaktadır. İlki, bizi burada bir araya getiren, kuşaklar-arası temasıyla doğrudan ilişkili olarak, bazı bireysel tedavilerde ortak travmaların sonuçlarını içermekte. Clara’yı konuşurken dinlediğimizde, onun için travmatik olanın tam olarak nerede olduğunu kendimize durmadan soruyoruz.
İlk iki ön görüşme, bu ellilerinde olan kadının yıkıcılıkla istila edilmiş biçimde, parçalanmış bir söylem ile bir desorganizasyon durumunda olduğunu gösteriyor. Kendisine “hayatın bir hatası” olarak değerlendirdiğini söylüyor. Oyuna giriş, analist bir inkâr mekanizması düşünerek, (ailesel bir inkar tabiî ki, inkar ortaklığı) bu hastanın annenin sarsılmaz suç ortaklığı ile özellikle kendine bir çok şey saklamış olan baba ait bölümden bahsettiğini görüyor. Gerçekte bu yalnızca, gerçek kimliğini de içeren tüm belgeleri noterde keşfedeceği bir kutu içinde her şeyi özenle toplamış babasının ölümünün ardındandı. Soy ismi olarak inandığının babasının ABD’de bir süre kaldığında kendine takma olarak edindiği bir isim olduğunu öğreniyor : bir hidro-elektrik barajının inşası sırasında sular altında kalmış bir yıkıntının ismi !...
Böylece Clara babasının ve annesinin de, Holocauste (Yahudi soykırımı) sırasında yok edilen ailesinden tek yaşayanlar olduklarını öğreniyor. Analistine diyor ki “Babam hiçbir yerdeydi ve annem de onu izledi” (Brugel’in körler tablosunu düşündürüyor !)
1/ Soru ortaya, ebeveynlerinin inkârının onun üzerindeki olası çatışmasında ortaya konur. Kürkçü babasını, “hayatın anlamı yok” diye tekrarlayarak “her zaman yokluklara terkedilmiş” gibi anlatıyor… “İntihar etmesi gerekirdi” diye düşünüyor. Zira “kalp krizini önemsemedi”.
Bu adamı karısını “gri bluzuyla küçük zenci” gibi kullanarak yalnızca iş ve para için yaşarken görüyor. Pazar akşamları karyolanın altındaki valizin yanında duran kutudaki (yine kutu) paraları istifleyip sayalarken…
“Kimin içindi tüm bu iş bu para ?” diye soruyor kendi kendine. “Hiçbir şey söylemezdi ve [erkek] kardeşimi döverdi”… “anlamaya çalıştığımda, panik !... Size gelirken, bir kez daha panik. Olaylardan hiçbir şey anlamıyorum: babam yaşamak için yalan söylemeyi bilmelisin derdi. Eğer sizinle de bunu yapıyorsam, daha baştan kaybetmişim demektir.”
“Kilitledim ama anahtarım yok” diye özetliyordu ve “babam annemden ettiği gibi benden de nefret ediyor” diye düşünüyordu.
Bu genç kadının, dediği gibi “mezardan çıkmak için”, sapkın alışkanlıklarla çeşnilenmiş manik bir durumu zorla kabul ettiren Tunuslu bir Yahudi ile çığırından çıkmış bir cinsel ilişki içine düşmesi gerekiyordu.
Yine de ilk görüşmelerden beri bana kuvvetle tüm bu durumu bir inkâr tarafından ele geçirilmiş işlevselliğin karakterize ettiği olarak geldi. (anlamlandırmanın sessizce silinmesi).
A- Öncelikle bunun üzerinde çok etkin anal-saditik bir renkte, neredeyse melankolik bir negativizm mevcut,. Bu inişlerinde (dövülen erkek kardeş) olduğu kadar çıkışlarında (ki inkâr edilir) ve birleşmelerde de (hizmetçi zenci kız) sistematik tedavilerin biçimini alıyor. Bu adam belgeleri ve 6
parası vs için yalnızca kutulara güvenerek ölüm döşeğinde bile en özsel bilgileri bile iletmekten sakınıyor! Toplamda, kendisi bile bir yok oluşun, bir harabenin anımsatıcısı olduğu için seçilmiş bir takma isimle örtülmüş, kuşaksal olarak sistematize olmuş bir negativizm söz konusudur.
B-Ancak bu baba aynı zamanda karısının çocuklarına “babanıza karşı gelmeyin, o her şeyin iyisini bizden daha iyi bilir” diye sürekli tekrarladığı gibi yadsınmamış bir efendinin yerini de işgal etmekte.
Bu hastanın hayat çizgisi gerçekte, bedenini ve ruhunu oradan kurtaran dümencilerin bir dizi nöbet değişiminde yükselmesi altında organize olacaktı: önce babası, sonra neşe içindeki sapkın kocası ve sonunda da ...analisti... Bu mana içinde dümeni tutan yüzü olmayan adam gördüğünde olduğu gibi birçok rüyadan söz etti. “Hepsini siz sürüyorsunuz” diyordu. Kayıplar ve sıçrayışlar sonucu, başarılı “boşanmalarından da söz etti...
Analist için dayanılması güç bir aktarım tipidir bu, ama Michel'de ona kalırsa çok fazla acı çektirmemiştir. Travmatik bir aktarım gibidir bu ama analist için gerçekten öyle olmayacaktır.
Her zaman bu tedavi metni boyunca aktığını gördüğümüz gibi böyle bir aktarımsal-karşıaktarımsal dinamik, inkârın boyunduruğundaki bir ilişkinin karakteristik özelliklerini ortaya koyar mı koymaz mı? Belki potansiyel olarak travmatik bir materyalin tedavisinin ruhsal biçimi olarak inkârı belirleyen şeyi burada kısaca hatırlamak gereksiz değildir.
Freud inkârı işlemin olduğu gibi yargılamanın da durdurulması olarak tanımlar. Bu Kurt Adam vakasının basımında özellikle öne konan şeydir. Freud, kesik parmağın hallusinasyonu ile tabiiki gerçekte geri gelmeyecek olmasının eksikliğini duymamasından simgesel olarak konuşurken, bunun var değilmiş gibi olduğundan kastrasyona vardığını düşündü.
Freud iki ünlü klinik tipi, değerli bir varlığın ortadan kaybolmasının bir inkarı olarak penisin yokluğunun bir inkarı olarak söz konusu olan ve her zaman boşluğun bir inkarına dönen inkar mekanizmasından söz ederken sık sık ortaya koyacaktır. Ki sonuç olarak yargılama olasılığı, inkârın ayakbağı olarak bulunacağı simgeselleştirme sürecinin olanak sağlamasıyla yokluk ele geçirilir ve bertaraf edilir.
Bundan ötesinde inkârın, egonun bireysel savunması gibi görmekle yetinilmesin (Anna Freud’un sadece bu kadar etkileyebileceğine inandığı gibi) yanı sıra her zaman kuşaklararası ortaklaşalık ortaya koyduğunu hatırlayalım.
Burada tersine Clara'nın sürekli çok aktif ve şiddetle olumsuz, bir yargının (babasal) unsurlarını taşıdığı görülüyor: “her şey” (holocaust'tan beri), hiç birşey'in değeri yok; her şey (siz) boktan, zira “gerçek Yahudiler, elden kaçırılmaz”. Bundan önce nefret dolu bir tedavinin duygusundan ve hemen ardından da yargı-anlamlandırma inkârından kurtuluyor.
Dahası Clara'nın ebeveynlerinde, vermeyi reddetmeye uygun düşen, bu para biriktirmek takıntısı (eşlerin karyolasının altındaki) ile anal düzeydeki tepkisel oluşumlar hatırı sayılır bir yer alıyorlar. Babası ölüm döşeğinde ona bıraktıklarıyla ilgili hiçbir şey anlatmıyor. Annesi ise sözleri jestleri vermekten aciz gibi tarif ediliyor...
2/İkinci bir tartışma noktası, kafa karıştıran kuşaklararası bir çeşit becayişin ortaya çıktığı Clara'nın annesi ile ilişkisini ilgilendiriyor. Clara ayrıca psikotikleşen ilk kızına annelik etmekten aciz olmakla ilgili de üzgün, “kimin kiminle ilgilenmesi gerektiğini” hiç bilmeden....
Anne ve kız aynı meme kanserini paylaşıyorlar (ama Clara ordan daha iyi çıkmabilmeyi düşünüyor). “Biri diğerinin içine giren rus bebekleri” ile ilgili imgeyi getiriyor (analistinin rus kökenli adını da ihmal etmiyor!); ve ayrıca annesiyle birlikte ölmek, on yıldır mezarda olmak...
Annesiyle ilişkili bu kadar ciddi yoksunluğa ve bozukluğa oranla evlilikle ilişkili tercihi, edilginleşmiş dürtüsel bir değişimin yeniden yapılandırılmasını, bir çeşit yeniden canlandırmayı oluşturmuş gibi; kocasıyla sapkın izler taşıyan ilişkisi onun için bir uyanma alanında daha azı da değil. Kocasından boşandıktan sonra öyle ki bu olgu iki modalite olarak onu kovalayacaktır:
7
-Bir yandan, zira yoğun erotik bir keyfin acı vermeye devam ettiği için seanslara anlatmakta bu kadar utandığı rüyaların tahkikatında. “Gecenin Kapıcısı” filmindeki genç kadının düşündürdü, bu noktaya eski kocasını “nazi”diye niteleyerek gelmiyor mu?
-Diğer yandan da, aktarım ilişkisi içinde tedavisinin üçüncü yılında kuvvetle erotize olması: “sizde cinsel bir şeyler var”,vs...
Böylesi açık-saçıklaşmış nir yeniden canlandırma zor yasların karakteristik özelliklerini düşündürüyor (Jean Counut)
3/Demek ki Clara'ın yaşamında daha çok travmatik bir etki yapabilen bu sorunun yanıtını tekrar ele almak gerekiyor. Ama bu yine travmatik olandan kaynaklı olarak Freud'un sonradan etki mekanizmasından temel olarak alt üst olmuş bir sorudur. Clara analize, noterde unutulmadık şekilde ebeveynlerinin gerçek mirası ile ilgili açığa çıkan ama onun için kuşkusuz travmatik boyut alacak şeylerin ardından geldi, bu aynı zamanda ona da uygulanan ve babasının şifreli alanının geriye-dönük anlamını veren ve bunun değerli sözel ifadelerinden böylece de annesinin annelikle ilgili yetersizliğinden doğan bir soykırım mücadelesiydi.
Babasına yapmaya devam eden bu hasta ki sevgisinin tam değerine ulaşması hiç de kolay değildi. Öncelikle bunun için onunla kuvvetli bir özdeşleşmenin birçok belirleyicisini verdi: eczanedeki işinde stoklarını sayabilirken içinde bulunduğu hırpalanma durumu ve yine analistine parayı tekrar sayarak verirken, ya da “sizinle konuşurken her şeyi kaybediyorum” ve “size elimi göstermekten korkuyorum” ya da “size paket bırakıyorum” diye söylediğinde.
Böylece bu babanın yerine verdiğinde (ki yorumlanmışa benzemiyor ?) kayda değer bir sürçme yaptı : “Kocamla da annemle yaptığım gibi yapıyordum” ! “Size babamla yaptığım gibi kocamla yapıyordum demek istedim” diye düzelttiği sürçmeydi bu. Sonuçta formüllendirme çok ikircikli, ama o “sonuçta görüyorsunuz, bir rus bebeği değilim” diyerek bu öznel sahiplenme biçimini doyurucu buluyora benziyor.
Tedavinin sonunda, bu babanın görünümüyle kuvvetli bir sevgi ilişkisine tutunmayı çok daha fazla geliştirecek : “tüm günler boyunca, arabamda, o benim yanımda” diyor ve “baba, elimden geleni yaptım” diye ona sesleniyor. Elinden tutulan küçük bir kızın imgesi canlanarak ve alyanslarla, güzel bir evlilik (aktarımsal) rüyası onu hıçkıra hıçkıra ağlatıyor.
Sonunda analistine de dediği gibi “Doğudan bir ismi” olan baba tarafından bir büyük amcayı canlandırıyor. Bu evdeki tek aile fotoğrafı… “Ama biz, Amerika’dan gelen soyadımızla… hiçbir zaman hiçbir şey anlamadım.”
Bu tedavinin metni sonlanmaya giderken kayda değer bir nokta üzerine bizi bırakıyor : babasının sonuçta ona bir şeyler verdiğinin Clara tarafından anlaşılması ; Kendi kayıp annesinin ismi, Clara!... Bu anda analist “ikisi için Rus bir büyük anne” fikrine sahip oluyor, o ve kendisi, aktarım içinde! Sonuçta Clara ebeveynlerinin ölümünü gerçekten üstlendiği andan itibaren, onları ve kendi var oluşunu özgür kılmış gibi oluyor.

Aşka Düşmek: Ergenlik Devrimi ya da Devrimin Ergenliği…

Aşka Düşmek: Ergenlik Devrimi ya da Devrimin Ergenliği…*
Onur Saltuk Dönmez
En yalın tanımıyla devrim bir şeyin başka bir şeye devrilmesini, ya da sadece devrilmesini anlatır. TDK sözlüğünde devrimin karşılığı olarak belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik; eskimiş anlam olarak da çevrilme, katlanma, bükülme olarak yazılmıştır.1 Bu tanım bize kuşkusuz serbestlik sağlar. Böylece devrim kavramı salt toplumsal bir değişimin ifadesi olarak değil aynı zamanda insan ruhsallığındaki köklü değişikliklerin de ifadesi olarak kullanılabilir. Böylece içsel ve dışsal bu iki alan üzerinden aşka yaklaşabiliriz: devrilen, çevrilen, katlanan ve bükülen, devrimci bir aşka!
Aşk ve aşkın türleri hakkında çok şey söylendi ve her halde insan var oldukça daha çok şey söylenecek, belki de insan ancak aşk ile var olabildiği için… Her çocuk şu yada bu şekilde bir aşkın ürünü değil midir?
Ben de bu gün farklı bir aşktan söz edeceğim. Bir gençlik aşkı olarak devrimden… Bu başlık altında belirli tarihsel dönemleri yargılamak ya da masaya yatırmak amacında değilim. Daha çok devrim olgusuna ergenlik üzerinden bakmaya çalışacak, ergenliğin ve toplumsal alandaki devrimin dinamiklerini aşk ile ilgileri üzerinden ele almayı deneyeceğim. Bu noktada bir yandan ergenliğin devrimci yanına göz atarken diğer yandan da devrimin ergen yanını değerlendirmeye çalışacağım.
Öncelikle bu toplantının bağlamı olan aşk ve ergenlik ilişkisiyle başlamak uygun gibi görünüyor. Yaşamın ergenlik denen bu evresinde erinlik (puberté) ile çocukluktan belirgin bir kopmanın olması sonucu dürtü yönetiminde de bir değişim meydana gelir. Bu fizyolojik erinlik, ergenliğe girilmesini de belirler. Bu dönemden çıkış ise sosyolojik ölçütlerle belirlenen erişkinlik statüsü kazanarak olur. Freud’un Cinsellik üzerine makalesinde2 sözünü ettiği libidinal dürtü, başlangıçta bebeğin kendi bedeni dışında annenin memesi gibi bir nesneye sahipken sonra bu nesnenin kaybıyla oto-erotik bir karakter kazanır ve bu özgün ilişkinin tekrar kurulabilmesi ancak gizil dönemin aşılmasıyla mümkün olur. Nesne ergenlikte yeniden bulunur.
Freud gelişimsel bir yaklaşımla iki sıcak dönem arasına gizil bir dönem yerleştirmiştir. Gizil dönemin ardından organizmada ortaya çıkan değişikler sonucu, Bernard Penot’nun Lacancı bir bakış ile özneleşme sorununu ele aldığı kitabı “Freudcu Öznenin Tutkusu”nda (2001)3 belirttiği gibi dürtü rejiminde de değişim söz konusu olur. Bu değişim kuşkusuz köklü ve önemli nitelikler taşıyacaktır.
Gizil dönem boyunca çocuk, onu emziren annesiyle kurduğu ilişkiyi model alan ve bunun devamı niteliği taşıyan bir ilişki biçimi sergiler. Ancak erinlik ile artan dürtü etkinliği sonucu bu ilişki modelinde değişikliklerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Cinselleşmiş bir bedene sahip olarak erişkinliğe ulaşma yolundaki ergen, cinsiyetine göre ebeveynleriyle bir benzeşme ve aynı zamanda onların karşısında gerçek üreme potansiyeline sahip biri olma konumuna itilir. Böylece ebeveynin karşısında sahip olunan çocukluk konumu tehlikeli bir hale gelir. Bu cinsel farklılaşma çocuğun önceden ebeveyn imagoları ile sağladığı tamlık düzeninden farklı olarak ergeni imgesel bir tam olamama düzenine yöneltir. Dolayısıyla cinselleşme, sahip
* İstanbul Psikanaliz Derneği tarafından 3-4 Haziran 2005’de tarihlerinde gerçekleştirilen “Gençlik Aşkları” temalı Gençlik Üzerine Tartışmalar-VI’da sunulmuştur.
1 Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük 9.Baskı, Ankara, 1998.
2 Sigmund Freud (1905), Three Essays On The Theory Of Sexuality, The Standard Edition Of The Complete Psychological Works of Sigmund Freud Vol.VII, Vintage, London 2001, s.222.
3 Bernard Penot, La Passion du Sujet Fruedien, Édition Érès, Paris 2001, s.63.
1
olunamayandan vazgeçme ile birlikte tam olmayan bir özne konumumda var olma anlamına gelmektedir. Sonuçta bu cinsel özneleşme süreci sırasında dürtü rejiminde köklü bir değişim olur ve yeni özne topluma dâhil edilir, mevcut simgesel dizge içindeki yerini alır.
Ergenin içinde bulunduğu bu yeniden organizasyon sürecinde dürtüsel yenilenmenin sahnelenmesi ile simgesel ilişkiler ağı içinde öznenin yeniden oluşumu arasındaki denge belirleyicidir. Bu noktada ergenlik krizi olgusu, varoluşsal bir değişim krizi olarak karşımıza çıkar. Ergenlik krizi aynı zamanda imgesellikte bir alt üst oluş olarak da okunabilir. Narsistik katman erinlik sonucu gündeme gelen dürtü yönetimindeki bu değişim nedeniyle derinden bir sarsıntıya maruz kalır. Ergenin kendi bedeninin imgesinde olan böyle bir değişimin sarsıcı etkisi aynı zamanda çocuklukta imgesel referans olan ideal figürlerin de sarsılmasını gündeme getirir.4 Dolayısıyla olgunlaşma yönünde gerçekleşmesi beklenen bu köklü değişim, ebeveyn imagolarında bir krize neden olur. Ama büyüyebilmek için çocukluğun bu tapılan nesnelerinin, idollerinin yıkılması gerekir. Winnicot’un dediği gibi çocuk ancak yetişkinin cesedini çiğneyerek büyüyebilir. Her ergen bilinçdışında ölümle haşır neşirdir; hem kendi çocukluğunun ölümü, hem de tapınılan nesne olmaktan çıkmış ana babanın ölümü5…
“Devrim kendi çocuklarını yer” ise ergen de kendi çocukluğunu yer. Çocukluğun ruhsal örgütlenmesi, referanslarıyla beraber yeni bir özneye dönüşmek üzere yerle bir edilmelidir.
Buradaki süreçlerin ilksel dönemlere gerileme ile ilgili olan narsistik karakteri ortadadır ve sonuçta her ergen narsisizmin o ilk özdeşleşme ve çifte-değerlikli (ambivalence) konumuna zorlu bir yolculuk yapmak zorunda kalır.
Bu yolda bir aşkın pençesine düşmekten kendini alıkoyamaz ergen. Ancak bu aşkın karakteri ergenliğin sonunda belli olacaktır. Ergen bu devrim sürecinde ya üretken bir aşka yönelecek ya da umutsuz bir aşkın pençesine düşecektir. İçine düşülen bir karanlık, bekli de içinde kaybolunan bir aşk… Pekâlâ, şunu sorabiliriz: aşk yüzünden ölmek mümkün müdür? Kuşkusuz bir ergen için yanıtın evet olması yüksek olasılıktır. Diğer yandan melankolik için de ölmek arzulanan bir şeydir. Fakat söz konusu olan şey aşık olunan kişi için ölmek değil aşk için ölmektir.
Ergenlik bir kayıplar evresidir. Anne, baba, çocukluk vs… hepsi önce kaybedilmelidir. Kaybedilsin ki yeniden bulunabilsin. Kaybedilenin ardından ise yas tutulur. Sevilen bir nesnenin kaybı, içteki ötekinin kaybını ve zamanında ona yatırılan ruhsal enerjinin çekilmesini gerektirir. Eğer bu kaybedilen nesne gizil dönemdeki çocukta olduğu gibiyse? Yani bebek ile emziren annesi modelindeki kadar yakın bir ilişkiyse ne olur? Bu sorunun yanıtını Freud’un, birçok açıdan önem taşıyan “Yas ve Melankoli” makalesinde (1917)6 buluruz. Freud burada tam da bu ilksel narsistik karakterdeki nesne kaybıyla ilgili ortaya çıkan sorunu ele alır: Nesne belli belirsizdir. Gerçeklikte kaybedilen gerçek bir nesne olsa bile o nesnede neyin kaybedildiği bilinmez. Asıl kaybedilen şey o kadar kökensel ve önemli bir şeydir ki boşluğu ancak bir boşlukla doldurulabilir. Yani kaybın içe alınmasıyla. Benlik bu nesneyi içine almayı ve (çifte-değerlikli bir biçimde) bunu yiyip-yutmak yoluyla gerçekleştirmeyi ister. Kaybedilen nesneyi yeniden bulmak ile onu yiyip yok etmek kıskacında kalmıştır benlik. Sonuçta nesne yükü terk edilmiş, özdeşleşme ile yer değiştirmiştir. Nesne
4 Winnicotçu ‘breakdown’ kavramının izlerini, ergenin kendi narsistik temsilinde olan böyle bir çöküşte bulmak mümkündür.
5 D.W.Winnicot (1971), Oyun ve Gerçeklik, Çev:Tuncay Birkan, Metis Ötekini Dinlemek Serisi 2, İstanbul 1998, s.175
6 Sigmund Freud (1917), Papers on Metapsychology and Other Works, The Standard Edition Of The Complete Psychological Works of Sigmund Freud Vol.XIV, Vintage, London 2001, s.243-259.
2
kaybı benliğin kaybına dönüşmüştür. Nesneyle ilgili erotik yük bir yandan özdeşleşmeye gerilemiş, diğer yandan da çifte-değerliliğe bağlı çatışmanın etkisiyle sadizim evresine geri taşınmıştır. İşte bu birincil sadizim öldürücü olabilir. Benlik şiddetli aşk ve ölüm arasında nesneye yenik düşer.
Yas sürecinde kayıp nesne ile bağlar koparılmalı ve idealizasyonlar yıkılmalıdır. Peki ergende kaybedilen nesnelerin büyüklüğü ve önemi göz önüne alınırsa ne söylenebilir? Bu yitirilen nesne ile açılmış olan yara nasıl kapanacaktır? Kuşkusuz iz bırakmadan değil… Ergen melankolisinden, ortadaki bu yıkımın küllerinden yeni idealler ışığında yeni bir yapı bütünleştirerek ve tüm enerjisini yeni dürtü rejiminin oluşumuna yönelterek bir çıkış arar. Dolayısıyla ergenin önünde bu krizden iki türlü kurtuluş yolu gözüküyor: ya üretken bir yaşam, ya da yıkım. Doğanın dayattığı zorlanma karşısında devrilmek zorunda kalan gizil dönemin dürtü rejimi, böylece devrimci bir sürece girer. Kuşkusuz bu süreç bir gün sonlanmak zorunda kalacak, devrim sona erecektir. Artık yeni yapılar kurulmuş, kurumlar oturmuş olacaktır (yeni ana-yasa yürürlüğe girecektir). Çocukluğun anneyle bütünleşmeye yönelik tüm çabaları başarısızlığa uğrayacak ve cinsel özneleşme yolunda daha azıyla, gerçeklik ilkesine uygun olarak başka bir nesne ilişkisi ile yetinilmek zorunda kalınacaktır. Ancak ergenliğin başlangıcında idealler halen çok büyük ve uzaktır. Hatta onlara ulaşmak bekli de yalnızca ölmekle mümkündür. Burada ölüm dürtüsü yani Thanatos, Eros’la yani aşkla bir kıskaca almıştır ergeni. Kaybedilen nesne hem sevilen hem de nefret edilendir ve açtığı boşluk hâlâ çok büyüktür. İşte devrimsel süreç bu boşluğun, yukarıda bahsedilen yolardan biriyle kapatılmasına dek üzerine yerleştiği alandır. Devrimin sona ermesi ancak bir yol seçmekle mümkün olacaktır. Dolayısıyla ergenin içinde bulunduğu bu devrim sürecinde yaşam her zaman ölümle omuz omuzadır. Yani şairin dediği gibi yaşamak için ölünebilinir.

Burada bir ara vererek Nazım Hikmet Ran’ın “yaşama dair” şiirlerini hatırlatmak istiyorum. Şair şöyle diyor:
“Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiç bir şey beklemeden
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkandan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
3
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.”
Nazım Hikmet RAN7
Bu şiir Devrim uğruna vatanından, ana vatanından uzak düşmüş bir şairin ağzından çıkmaktadır. Ve aslında tam da az önce söylemek için yoğun çaba sarf ettiğim şeyleri yalın bir biçimde anlatmaktadır. Kapalı gözler kimin öldürdüğünü önemsemez, çünkü zaten başka bir şeyle büyülenmişler, bağlanmışlardır. Ancak büyüleyen şey bir nesne değildir, ötekinin ardında olan bir şeydir. Yüzü görünmeyen, belki de yüzü olmayan bir şeydir. Yaşama dair bir şey olarak zeytin dikmek mesela, bir nesne ile ilişkiden öte salt yaşam için yapılır.
Kuşkusuz bu noktada daha birçok şey söylenebilir ama ne söylenirse söylensin bir şeyler mutlaka ıskalanacaktır. Devrimci süreç ergende olduğu gibi tam da bu ıskalanan alana konumlanır. Bir yıkım ve değişim süreci olan devrim doğal olarak kararsız bir yapı sergiler. Eğer bu sürecin devamı bir yolla korunabilirse Nazım’ın bize kanıtladığı gibi yaratıcılık da sürecektir. Ancak kuşkusuz her şeyin bir bedeli vardır aynı Nazım’ın ana-vatanın göremeden gözlerini hayata yumması gibi…
Dolayısıyla devrim ‘olanaksız olanı arzulamakla’ başlar. Olanaksızlığın gerçek olduğu bir yerde… “Gerçekçi ol olanaksızı iste” diyor Che Guevara. Che gerçek devrimcinin olağanüstü bir sevme yeteneğine sahip olması gerektiğinde ısrar eder.
Öte yandan ölüm, her zaman olanaksıza ulaşma çabasıyla ilişkilidir ve olanaksız olan ölümün ötesindedir. Amerikalı psikanalist Joel Kovel ise şöyle diyor “Tarih ve Tin” (1991) adlı kitabında: “Ölümle birlikte Ötekinin arkasına saklanmamış yoklukla yani kendi ayrı varlığımızın sona ermesiyle yüzleşiriz. Yaşamda ancak, ölüm geldiğinde öne çıkan yokluğun mevcudiyeti olarak bir ölüm vardır.” 8
Ötekinin ardına saklanamayan yokluk tam da ergenin/devrimin içindeki boşluktur. Burası hem yüce güzelliği hem de korkunç canavarları içinde barındırabilen şeyin, Das Ding’in yeridir. Ölümün ve yaşamın ötesinde kalan, simgesel düzenin ortasındaki gerçek travmatik çekirdeğin yeri… Simgeselin referansı olarak babanın ruhsal temsilinin de sarsıldığı ergenlik döneminde, narsistik imgesel referans noktası da çürüyecek ve simgeselin sarsılmasıyla ergenlerde sıkça gözlenebilen yabancılaşma durumu ortaya çıkacaktır. Ergenlerle olan klinik deneyim bu noktanın aslında ne kadar kararsız bir yer olduğunu bize kanıtlamaktadır.
Yüce güzelliğe ancak çirkinliği, yüce sevgiye amansız bir nefreti ve tam olmaya da hiçliği göze alarak ulaşmak olanaklıdır. Devrim ve ergenlik süreci tam da buradadır. Dolayısıyla ergen ergenliğini ancak devrimci bir sürece dönüştürürse yaşayabilir. Yoksa hayat boyu gizil dönem ruhsal örgütlenmesi içinde kısırlığa sürüklenecektir.9
Ergenlik devriminin sonlanmasının bir yolu da bir nesnenin aşırı cinselleşmesi, ya da tutkulu bir aşkın pençesine düşmek olabilir. Freud’un kitle psikolojisi ve benlik analizi kitabında (1921) bahsettiği bu tutkulu aşk, kaynağını dolaysız ve engellenmiş
7 Nazım Hikmet Ran (1947), Yatar Bursa Kalesinde 9.Basım, Adam, İstanbul 1993, s.162.
8 Joel Kovel (1991), Tarih ve Tin: Özgürleşme Felsefesi Üzerine Bir İnceleme, çev: Hakan Pekinel, Ayrıntı, İstanbul 1994, s.126
9 Bernard Penot Freudcu öznenin tutkusu kitabında Michel de M’Uzan ile yaptıkları bir tartışmaya gönderme yapmaktadır. Psikanalitik tedavinin sonu gizil dönemden bir çıkış mı, ergenlikten bir çıkış mı. Bu soruyu kitabındaki bir olgu örneğinin tedavisi üzerinden yanıtlıyor. “Tedavi, hastanın gizil dönemden çıkışının kanıtıydı : analizinin son yılı içinde, yeni bir aşk ilişkisine girmeyi başardı.” Bu tartışmayı derinleştirmek maksadında değilim ancak vurgulamak istediğim divanda da bir devrim sürecinin mutlaka yaşanması gerektiğidir.
4
cinsel yönelimlerin bir arada varlığından alır. Nesne tutkulu aşk durumunda narsistik libidonun bir bölümünü kendi üzerine çeker. Bir tutkulu aşkta yalnız benlik ve nesneye yer vardır. İki kişiyle sınırlılık tutkulu aşk gibi hipnoz’un da bir özelliğidir. Ama hipnoz tümüyle engellenmiş cinsel yönelimlere dayanır ve nesneyi alıp benlik-ideali'nin yerine koyar. Peşinden koşulan bu aşk nesnesi tüm gerçekliğin ötesinde sadece peşinden koşulan bir şeye dönüşür. Mecnun Leyla’yı görünce tanımamıştır çünkü tutulup, peşinden ölüme sürüklendiği şey artık onun gerçeklikteki bir nesneden çok benlik-idealidir. Bu gözleri kör eden tutkulu aşk, ölüme tutulan bir aşktır.
“Kitle ise bu olayı bir çoğaltımdan geçirir, kendini ayakta tutan dürtülerin karakteri ve Benlik- ideali'nin yerine nesnelerin geçirilmesi bakımından hipnoz'la ortak bir yanı vardır, ama öbür bireylerle belki başlangıçta nesneye karşı aynı ilişkinin sağladığı bir özdeşleşme katar işin içine. Gerek hipnoz, gerek kitle oluşumu, her ikisi de kalıtımsal çökeltilerdir; engellenmiş cinsel yönelimlerin yerine geçirilmesi gerek kitle, gerek hipnozda, benlik ile benlik-ideali arasında gerçekleşen ve ilk belirtilerine tutkulu aşkta rastlanan bir ayrım işlemini kamçılar.”10
Bu çoğaltımdan geçmiş/kitleleşmiş tutkulu aşk, modern toplumların ergenliği/devrimi kontrol altında tutabilme/ bastırma yolunun aslını teşkil ediyor gibi görünmektedir.
Lacancı bir bakış açısıyla bu bastırmanın aracı tarihselleştirme üzerinden simgesel düzene dahil etme çabası olacaktır. Tarihselleştirme, bu boş yeri, etrafında simgesel ağın örüldüğü bu tarih dışı çekirdeği işaret eder. Onun üzerini kapamaya yönelir. Diğer bir deyişle tarih, tam da bu tarih-dışı, zamansız yere göndermede bulunur. Bu boşluk simgeleştirmenin kendisi tarafından geri dönüşlü olarak üretilmesine karşın bir türlü simgeleştirilemeyen alandır. Bu simge öncesi yer simgeleştirildiği/tarihselleştirildiği anda, Şey’in (Das Ding) boş yerini tecrit eder. İşte bu tam da toplumlaşmadır.
Ergenliğin doğal gelişimsel bir süreç olduğunda herkes hemfikir sanırım. Dolayısıyla ergenlik süreci günümüz kapitalist toplumunda uzamış olsa bile bu özünü kaybetmemiştir. Yani yeni doğan bireyin topluma erişkin olarak kabul edilebilmesi için geçmek zorunda olduğu bir süreç olma özelliğini korumaktadır. Ancak bu süreç modern toplumlarda uzamıştır. Kapitalizm/Modernizm öncesi toplumlarda çocuklukla erişkinlik arasında sadece bir tören bulunmaktayken günümüzde yılları bulan bir eğitim süreci mevcuttur. Çocukların üzerilerinde bırakılan bir takım izler (sünnet ya da kesilen başka uzuvlar, uzatılan boyundaki halka sayısı vs..) bugün yerlerini üniformalara bırakmıştır. Bir isim sahibi olabilmek, bir isim ile erişkinler dünyasında yer bulmak için aşılması gereken cesaret göstergesi sınavlar bugün eğitim sistemi basamaklarını tırmanarak ismin önüne bir sıfat almaya yaramaktadır. Sonuçta değişmeyen şey çocuğun bir erişkin olarak toplusallaşmasıdır.
Bu nedenle antropolojiye başvurmak anlamada kolaylık sağlayabilir. Joseph Campell dört ciltlik çalışması Tanrıların Maskelerinde (1961) bir erginlik (initiation) töreninden bahsederek bu toplumsallaştırma sürecine örnek verir. Bu törenlerin amacı çocuğu mitolojinin kurgusuna dâhil etmektir. Burada ayrıntılarında çok bahsetmeyeceğim ama kısaca özetlemek gerekirse, söz konusu olan erkek çocuklar için oldukça saldırgan öğeler barındıran ve travmatik özelliği dikkat çeken bir sünnet törenidir. Kızlar için ise yine aynı özellikleri taşıyan bir tecrit ve dayak dönemini anlatır. Erinlik çağına gelmiş kız ve erkek çocuklar ayrı ayrı toplanır ve köyden uzaklaştırılırlar. Uzunca bir süre uzakta kalıp son bir törenle tamamlan tören
10 Sigmund Freud (1921), Beyond the Pleasure Principle, Group Psychology, The Standard Edition Of The Complete Psychological Works of Sigmund Freud Vol.XVIII, Vintage, London 2001, s.69-145
5
sonrasında evlendirilip erişkinler dünyasına alınırlar. Bu törenler sırasında da çocuklara kabilelerin ataları teker teker tanıtılır.
Campbell’a göre bu kastrasyon töreninde adları acı vericiler olan sünnetçiler erkek gazabını temsil etmektedirler ve “oğlunun penisine saldıran öfkeli babalar”dır. Baba ve sünnetçilerin dramatize edilen öfkesi, erginlik ritlerinin temellerindeki yaşlı kuşağın saldırganlığını doğuran ve Ödipus kompleksinden kaynaklanan dürtüyü göstermektedir.
“Büyüyen çocuk artan gücü ve cinsel isteğiyle topluluğun istikrarına yönelen bir tehlikedir. Ngatatara ve Arandalara göre eğer genç erkekler erginlenme ritinin, disipliniyle eğitilmezlerse cin olabilirler ve göğe uçarlar; yaşlıları öldürür ve yerler. Onların uçmasını engellemek için yaşlı erkekler gençleri simgesel olarak öldürür ve yerler. Hatta delikanlılar itaat etmezse gerçekten de öldürülebilirler. ”
“Bu ritlerin sonunda dünyadaki tüm yaşam, nesneler ve kişiler, hiçbir yerde ve zamanda olmayan mitolojik düşler zamanının, düşlerdeki gibi, büyüsel olan zamanın yansımaları olarak kavranacaktır. Düşler zamanı düşlerde görülür, ritlerde gösterilir ve ataları tarafından çocuklara öğretilir.” 11
Buradaki düşler zamanı, zamansız, tarihsiz bu yer, eğer simgeleştirilip bastırılamazsa toplum için tehlike arz eder. Erginlik törenleri (günümüzde ergenlik ve bu süreçte geçilmesi gereken sayısız sınav), tam da bu zamansız çekirdeğin simgeselleştirilmesi daha doğrusu simgesel alanla çevrilmesi sürecidir. Sayısız örneği bilinen bu ritlerin sonucunda çocukluk biter ve ergenlikle birlikte toplum içine yetişkinliğin rolleri yeni bireye yüklenir. Genç insanın kaba, çiğ enerjisi kırılır, yıldırılır daha geniş bir düzeyde örgütlenerek evcilleştirilip yüceltilir ve toplumun hizmetine sunulur. Bu törenlerde amaç ruhun büyüsel ve simgesel dönüşümünü sağlamaktır.
Üretilen tarih tam da çocuklukla erişkinlik arasındaki boşluğu çevrelemeye/karelemeye yarar.12 Bu boşluk sınırlandırılmazsa toplumun düzeni için yıkım tehdidi oluşturur. “Şey temsilinin” boş yerine bir gönderme olan tarih (düşler zamanına veya atalara dair efsaneler ya da tüm mitolojik tarih anlatımı) aynı zamanda simgesel düzeni tamamen ortadan kaldırma olanağını, yani ölümü tasarlamayı sağlar. Ölüm bu noktadan sonra artık sadece simgesel ağ içinde tarihselleştirilmiş, kaydedilmiş, yakalanmış olduğu sürece olanaklıdır. Mutlak ölüm, her zaman simgesel evrenin yok edilmesi olacaktır.
Dolayısıyla ergenlik bir sevme ve aynı zamanda da yok edebilme potansiyelini ifade eder. Devrim gibi ergenlik de salt bir potansiyeldir. Bu yeniden ölüm ve doğum arasındaki süreçte ergen toplum için değişim yönünde hem bir tehlike hem de toplumun ilerleyebilmesi için bir fırsattır. Modern toplumlarımızdaki iktidar odakları ve tutucu kesimler kendilerini benlik idealleri şeklinde ergene sunarlar. Bu idealler günümüzde eskiden olduğu gibi liderler olarak belirse de yeni kapitalizmin tüketim yönelim işleyiş düzeninde farklı görünümlerde de ortaya çıkabilmektedir.
Bu noktada artık devrimin ergenliğinden söz edebiliriz. Burada tartışacağım şey bir devrim modeli ya da toplumsal bir değişim getiren devrim süreçlerinin derinlikli analizi değil. Burada sadece konuşmamın başından beri etrafından dolandığım
11 Joseph Campbell (1962), Tanrıların maskeleri 2. Baskı, çev: Kudret Emiroğlu, İmge, İstanbul 1995, s.95-123
12 Çemberi karelemek çabasında her zaman ğ sayısının sonsuz rasgele basamaklarına yenik düşülüp ıskalanan bir yer kalacaktır. Günümüzde ğ’nin basamaklarını hesaplama, daha doğrusu burada bir düzenin işaretlerini yakalama çabalarını hatırlatmak isterim. Evrenin derinliklerine yapılan bir yolculuk gibi yüksek teknolojinin bir göstergesi olan hesaplama işlemlerinde bu seminerin hazırlandığı zamanda en son 1,5 trilyon basamak hesaplanabilmişti. Ama unutmamak gerek ki mühendis için ğ sadece 3.14’dür, her çember makul ölçülerde kare varsayılabilir. Aksi halde bir şey üretme çabası da ğ’nin basamaklarında söner giderdi.
6
noktaları devrim sürecinde aramak olacaktır. Avrupa’da devrimler adlı kitabında Charles Tilly (1993)13, devrim kavramını ayaklanmalardan, darbe ve iç savaşlara kadar genişletmekte ve devrimci durumları yönetimde bölünme ile iktidar değişiklikleri matrisinde ele almaktadır. Devrim, ya da daha kesin tanımıyla modern devrimler deyince kuşkusuz akla ilk gelen Fransız devrimidir. Fransız devrimi ve 1917 Ekim devrimleri bu modern devrimler tanımına tek uyan süreçler gibi duruyor. Modrenizm ile önem kazanan bir süreç ve kavram olarak tam da ergenliğin doğasına tam benzediğini düşündüğüm bu büyük devrim süreçleri üzerinden konuşmayı tercih ettim.
Bunun için Slovenyalı bir sosyolog olan Slavoj Zizek’e başvurabiliriz. Zizek, Lacancı psikanalitik bir zemine yaslanarak kaleme aldığı kitabı Lenin Üzerine’de (2002) devrimi ve devrimciliği, Lenin’in devrimci yanını saptamaya çalışarak ele alıyor.
Zizek, Sovyetler birliğinin dağılma döneminde, ne komünistler ne de anti-komünist milliyetçiler tarafından pek sözü edilmeyen, dışlanmış birinin varlığını saptayarak söze başlar. “Devrimin yurtsuz yahudisi, gerçek bir antistalin, başdüşman, ‘sosyalizmin tek ülkede inşası’ fikrine karşı çıkan ve bunun karşılığında ‘sürekli devrimi’ ortaya koyan Troçki’yi” hatırlatır. Burada Freud’un birincil (premordial) ve ikincil bastırma ayrımına göndermede bulunarak şunu söyler: “Bütün düzen bu negatif dışlama jestine dayandığından, Troçki’nin dışarıda bırakılması Sovyet Devleti’nin ‘primordial bastırması’ gibi bir şeye tekabül eder. ‘Rehabilite edilme’ yoluyla asla kabul edilemeyecek olan bir şeye. Troçki’nin ne 1990 öncesinde ne de komünizmi özleyenlerin bile onun sürekli devrimiyle ne yapacaklarını bilemedikleri 1990 sonrası kapitalist evrende yeri yoktur. Bu anlamıyla Troçki göstereni, Leninist miras içinde kurtarılmaya değer en uygun isimdir.” 14
Burada asıl olan devrimin bir göstereninin bastırma yoluyla dışarıda bırakılmasıdır. Altta yatan ve dışarıya atılmak istenen şeyin ne olduğuna bakmak için biraz devrimin doğasına göz atmalıyız.
Zizek Leninist ütopya isimli bölüme can alıcı bir soru ile başlıyor: “Öyleyse politik eylemin ölçütü nedir? Tek ölçüt kesinlikle içsel olandır. Hayata geçirilmiş Ütopya. Gerçek bir devrimci atılımda, ütopik gelecek ne basitçe tam olarak gerçekleşmiş, şimdi var olan birşey, ne de basitçe günümüz şiddetini haklı çıkaran uzak vaatleri çağrıştıran bir şeydir. Daha çok gelecek ve bugün arasındaki kısa devrede zamanın bir an için özgün olarak askıya alınmasıdır.”
İşte bu alan tam da bizim söz ettiğimiz yere uymaktadır. Ütopyacı gelecek (henüz olmasa da) çok yakın bir yerde, yakalamamız için hazır duruyordur ve bizde onu yakalamaya her an hazırızdır. Ve şöyle devam ediyor Zizek: “Devrim, gelecek kuşakların mutluluk ve özgürlükleri için katlandığımız bugünün zorlukları değildir; bu gelecek mutluluk ve özgürlük, hâlihazırda bugünün sıkıntılarına yansımaktadır. Durumumuz ne kadar zor olursa olsun devrim içinde özgürlük için savaşırken hâlihazırda özgür, mutluluk için savaşırken hâlihazırda mutluyuzdur.”15
İşte bu noktayı Nazım’ın şiirinde de yakalamak mümkündür. Mutlulukla hüzün nasıl bir aradaysa yaşam ve ölüm de bir aradadır. Devrim doğası gereği yıkıcıdır. Yıkım olmadan böylesi bir kökten değişim söz konusu olamaz.
Bu noktada Zizek sıkça kullandığı gibi sinemadan örnek veriyor ve devrimin içinden çıkmış bir sinemacı olan Eisenstein’a dönüyor:
13 Charles Tilly (1993), Avrupa’da Devrimler 1492-1992, çev: Özden Arıkan, Literatür, İstanbul 2005, s.16-24
14 Slavoj Žižek (2002), Lenin Üzerine, çev: Nilgün Aras, Encore, İstanbul 2003, s.84-85
15 agy s.74
7
“Devrimci yıkıcı şiddetin çılgın şölenini ortaya koyan tipik Eisensteincı sinema sahnesi buna örnektir. Eisenstein "yıkıcılığın gerçek Bakus şöleni" olarak adlandırdığı Ekim'de bu şiddeti olduğu gibi sergiler. Muzaffer devrimciler Kışlık Sarayın şarap mahzenlerine girdiklerinde pahalı şarap dolu binlerce şişeyi kırma zevkine coşkulu bir şölen havasında kapılmışlardı; zorla kiliseye girerek kilisenin kutsallığını çiğner, eski eserleri çalar, bir ikona için kavga eder, kutsal şeylere saygısızlık içinde cübbeleri giyer, heykellere kahkahalarla gülerler...

Devrimi bu aşırılıktan kurtarmanın göstermelik arzusu sadece devrimsiz devrime sahip olma arzusudur. İşte bu arka planda, hassas konu olan devrimci şiddete yaklaşılması gerekir ki o kör bir acting-out değil kurtuluşun otantik eylemidir.?” 16
Bu örnek bile aslında tek başına devrimin ergen doğasını gözle önüne sermektedir. Devrimi esas devrim kılan mevcut konsensüs durumundan olan kopuştur. Bu kopuşun ardından kuşkusuz yeni bir örgütlenmeye gidilene kadar eylem devam edecektir. Bu yeniden örgütlenme süreci ise doğal olarak devrimin sonudur ve bir başarısızlıktır. Ulaşılması hedeflenen ütopya oradadır ve her zaman ıskalanacak bir şey olarak durur. Ancak devrim sürecinin ayırt edici yanı onunla bu kadar yakın bir noktada duruyor olmaktır. Yakındır ve henüz simgesel düzenin yasası tarafından etrafı çevirilmemiştir. Aslında bu noktada yine Zizek’e dönerek Sovyet devriminin nerede başarısız olduğuna bakabiliriz.
“Politik terörle ilişkili tam bu noktada Leninizm’i Stalinizm’den ayırt eden temel fark belirlenebilir. Lenin'in zamanında terör açıkça itiraf edilirken (hatta Troçki kendinden emin bir şekilde Bolşevik rejimin demokratik olmayan yapısı ve uyguladığı terörle iftihar etmiştir); Stalin döneminde terörün simgesel statüsü tamamen değişmiştir: Terör açık resmi söylemin halka bildirilmeyen acayip gölgesel-karanlık eki haline dönüştürülmüştür. 1935'te kabul edilen yeni anayasadan sonra terörün zirveye ulaşması (1936/37) kayda değerdir. Bu anayasa güya olağanüstü hal durumunun sonlanması ve her şeyin normale dönmesi içindi: Her kesimden insanın vatandaşlık hakkı (Kulakların, eski kapitalistlerin) geri verilmiş, oy verme hakkı genelleştirilmişti, vs. vs... Bu anayasanın temel düşüncesi Sosyalist düzenin stabilizasyonunun ve düşman sınıfların çökertilmesinin ardından Sovyetler Birliği'nin artık bir sınıf toplumu olmamasıydı: Devletin öznesi artık işçi sınıfı (işçi ve köylüler) değil, halktı. Fakat bu, Stalinist anayasa salt sosyal gerçekliği saklayan basit bir ikiyüzlülüktü anlamına gelmez. Terör olasılığı onun özüne yazılmıştır: Sınıf savaşının artık bittiği ilan edildiğinden ve Sovyetler Birliği Halkın sınıfsız bir ülkesi olarak alındığından rejime karşı olanlar (olduğu iddia edilenler) artık sosyal yapıyı parçalayan bir mücadele içindeki salt sınıf düşmanları değil fakat insanlığın kendisinden dışlanması gereken böcekler, beş para etmez aşağılık Halk düşmanlarıydı.”17
İşte burada “dizginlenmeyen” çekirdeğin nasıl simgesele dâhil edilerek içe alındığını görmek mümkündür. Saldırgan dürtüler artık dışarıda değil halkın içindedir ve yasa bu Halk (benlik) düşmanlarına karşı önlemini getirmiştir. Ancak burada kaybedilen bir şey daha vardır, o da aşk sanımca. İnsan özne bu modernist dizgede bir gösteren olarak yerini alacaktır; bir homme machine (makine insan) olarak
16 agy s.76
17 agy s.77
8
kuşkusuz… Özne için izin verilen konum, o anne babasına hayran hayran bakan ve onlar için vazgeçilmezlik konumunda olmak isteyen gizil dönemdeki öznenin ya da tutkulu aşkta olduğu gibi kendi benliğinden vazgeçip kendini liderine adamış sistem militanı olan öznenin konumudur.
Şimdi ergenin ve psikanalistin konumları ve birbirleriyle ilişkileri üzerine konuşabiliriz. Burada da tekrar Che gibi devrimin ancak sınırsız bir sevgi ile gerçekleşebileceğine inanan psikanalist Joel Kovel’a dönmek uygun olabilir. Kovel “Tarih ve Tin” isimli kitabında Tunguz Şamanları ile psikanalist arasında bir analoji kurmaktadır.
“Tunguz Şamanlarında ise Şamanlık yapmaya başlayabilmek için ataların ruhlarının gelip gövdelerini kesmesi ve kemiklerini ayırmaları gerekir. Sonuçta ergenlik ritlerinde olduğu gibi ana yapıcı tema, ölüm ve diriliş macerasıdır. İnsan tinsel dünyaya ancak ölerek girebilir. Ergen bir kez ölüp topluma katılırken, şaman sürekli ölüp dirilerek toplumun tinsellik ile bağını kurar. Şaman gerektiğinde ölüp dirilebilen yani kültürel bağlama girip çıkabilendir.
Bir şaman tinsel varlıklar tarafından yalnızca ele geçirilmekle kalmaz, onun kendi ruhu da bu varlıklarla birleşir. Normal benliğin derisi atılır, arzulanan yolculuk ve kendinden geçebilme için kendisi Öteki haline gelir. Cin çıkarma, şeytan ya da kötü ruhları kovma olsun amaç kötücül kuvvetlerin uzaklaştırılmasıdır. Aynı şey çok farklı nitelik taşısa da kirli ruhlar yerine patolojik introjeksiyonları kovan psikanalistler için de geçerlidir. Şamanizm psikanalitik çalışmayı anımsatır ve aynı anlayışa dayanır.” diyor Kovel. 18
Bir şamanın kendi geçmişinden köken alan duygular ve bağlanmalardaki karmaşa, yönettiği törenlerle uygun bir ortam sağlar. Şaman bu karmaşayı o anda yaşamakla kalmaz aynı zanda çevresindeki topluluğa da yaşatır. “Saklı olan şeyi gerçek kılar. Törenlerde ortaya çıkan tinsel varlıklar ayrı varlıkların kopyaları değil Ötekiliğin dönüşümleridir. Trans bir dramatizasyon yoluyla sadece ötekinde olan bir şeyin bilince çıkarılmasına yarar.”19 Böylece bu süreç, bir tür üretim ya da avlanma veya yemek yapma gibi toplum için üretken bir emeğe dönüşür. Freud “ruhsal çalışmayı”, çatışan içsel nesnelerden oluşan dinamik bir bütün olarak canlandırdığı gibi, şamanın kötü ruhu kovma pratiğini de psikanaliz yoluyla modern toplumda gerçekleştirmiş ve tedavi biçimi olarak ortaya koymuştur. Bu noktada yaratıcı üretkenlik ve üretken psikoterapi psikopatoloji için koruyucudur diyebiliriz. Freud da psikanalizin amacının sevebilmek ve çalışabilmek olduğunu söylememiş midir?...
İşte psikanalist kendindeki bu devrimci süreci bir şaman gibi seanslarda aktive ederek ergenin devrimci süreçleriyle bir çakışma sağladığında sözü edilen anlamda terapötik olabilir. Büyük Öteki konumundan konuşan ve terapötün ruhsallığını referans alan, pedagojik ya da tam tanımıyla revizyonist bir psikanaliz anlayışı kuşkusuz bu devrimci süreci ve onun kökenindeki dürtüyü / dürtü kavramını dışarıda bırakma eğiliminde olacaktır. Dürtü değişime iten, değişimi dürtükleyen şeydir. Aksi takdirde sonuç bir atalet durumu olarak, ölüm ya da mesleki yaşantıdaki bir üretememe sorunu olarak karşımıza çıkar.20 Psikanaliz ise bu noktada ergene devrimini yaşabilme olanağı sağlayabildiği ölçüde anlamlıdır.
Bu uzun konuşmayı yeniden şaire dönerek kapatmak istiyorum. Dün ölümünü 42. yılını dün geride bıraktığımız ve mezarı halen “evcilleştirelemediği” için olsa gerek dışarıda bırakılan Nazım Hikmet Ran’ı burada yeniden anmak istiyorum.
18 Joel Kovel (1991), Tarih ve Tin: Özgürleşme Felsefesi Üzerine Bir İnceleme, çev: Hakan Pekinel, Ayrıntı, İstanbul 1994, s.78
19 agy s.79
20 Kuşkusuz bu post-kapitalist toplum yapısında üretmek ancak tüketmek için yapılabilir bir şeydir. Tükettikçe de kazanırsınız: Bonus alırsınız!.
9
Nazım 1949’da kaleme aldığı Tahir ile Zühre Meselesi şiirinde iki ergenin hikâyesi üzerinden devrimciliği aşk ile buluşturmuştur. Ancak benim kendi payıma burada çarpıcı olan, şairin hem yaşamaya dair şiirinde hem de burada devrimci mücadelenin yanında bir bilimsel çalışmayı da (laboratuarda ölmek) katmış olmasıdır. Böylece devrimin alanın genişletmiş insana dair olan her şeyde bir eylem alanı yaratmıştır. Dolayısıyla tıbbi çalışma alanı ve daha özgül olarak da ruh sağlığı pratiği bu devrimci sürecin dışında kalamaz. Ancak yeni kapitalizmin sunduğu mevcut kodlar içine hapsolmuş bir bilimsel anlayış şu zamanlarda kendini bize DSM psikiyatrisi olarak sunmakla kalmamakta aynı zamanda dayatmaktadır da. İşte bu noktada psikanalizin, bu post-kapitalist modelin aksine çok daha devrimci bir potansiyel içeren bir bilim olarak, bilinç dışının bilimi olarak, yerleşik tıbbi bilimsel yapıya bir açılım sunduğunu düşünüyorum.

Hikayeye dönersek:
“Tahir ile Zühre”nin hikâyesi bir elmanın ikiye bölünmesiyle başlar. Çocuk sahibi olamayan bir Padişah ile Veziri, yolda karşılaştıkları bir dervişe dertlerini açınca, derviş onlara bir elmanın iki yarısını verir ve bir kehanette bulunur. Padişahın kızı, vezirin de oğlu olacağını, ama onları ayırmamalarını, evlendirmelerini söyler. Kehanet gerçekleşir ve Tahir ile Zühre kardeş gibi büyüdükten sonra, erinlik çağına geldiklerinde birbirlerine âşık olurlar. Padişahın karısı bu evliliğe karşıdır ve çiftin peşine Arap kölesini takar. Arap köle aslında Zühre’ye âşıktır ve bu görevi severek ve başarıyla yürütür. Tahir’in Padişah tarafından sürgüne gönderilmesine neden olur. Sürgünden gizlice dönen Tahir Zühre ile buluşur ve yasağı çiğner. Bundan haberdar olan padişah Tahir’i yakalatır ve idamına karar verir. Cellât Tahir’in boynunu vurmadan Tahir Allah’a ruhunu alması için dua eder ve hemen orada ölür. Bunu gören Zühre aklını kaçırır. Hekimler çare bulamazlar hatta Tahir’in etini zorla yedirmeye çalışırlar. Sonuçta Zühre de Tahir’in mezarına gidip Allah’a ruhunu alması için dua eder ve ölür. En son sahnede ise Arap köle tüm bunlara neden olmasından kaynaklanan suçluluk duygusuyla bu çiftin mezarları başında canına kıyar.
Bu gün Konya yakınlarında olan Tahir ile Zühre türbesinde üç mezar vardır. İkisinin üzerinde güller biterken ortadaki Arap kölenin mezarında karaçalılar biter ve evlenmeyi uman âşıklar her yıl buraya gelerek bu çalıları temizlerler.
Şimdi artık şiire dönebiliriz.
Tahirle Zühre Meselesi
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Mesela bir barikatta dövüşerek
Mesela kuzey kutbunu keşfe giderken
Mesela denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
10
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.”
Nazım Hikmet RAN (1949)21
21 Nazım Hikmet Ran (1949), Yatar Bursa Kalesinde 9.Basım, Adam, İstanbul 1993, s.189.
11

Karşı-Aktarımda Nefret

Karşı-Aktarımda Nefret

DONALD. W. WINNICOTT

Bu yazıda genel karşıt değerlilik (ambivalency) konusunun bir yönünü, karşı-aktarımda nefreti incelemek istiyorum. Bir psikotiği analize alan bir analistin (onu bir psikanaliz araştırıcısı olarak adlandırabiliriz) uğraşının, bu olguyla ciddi şekilde zorlaştığına ve psikotiklerin analizlerinin, analistin kendi nefreti en iyi şekilde ayıklanıp bilinçli hale gelmedikçe mümkün olmadığına inanıyorum. Bu, analistin kendisinin analizden geçmesi gerektiğini söylemenin bir başka şeklidir. Ancak bu ayrıca bir psikotiğin analizinin bir nörotiğinki ile karşılaştı-rıldığında usandırıcı olduğunu ileri sürmek demektir ve bu durum da ona özgüdür.
Psikanalitik tedavi dışında da bir psikotikle baş etmek bıktırıcı olabilir. Birçok kez, psikiyatrideki modern uygulamalarla (çok kolay karar verilen elektroşoklar ve çok şiddetli etkileri olan lobotomiler) ilgili sivri eleştirel yapmışımdır. Bu eleştirilerim nedeniyle psikiyatrın ve özellikle psikiyatri hemşiresinin uğraşının aşırı zorluğunu ilk kabul edenlerden biri olmak isterim. Ağır hastalar, onlara bakanlar için her zaman ağır duygusal bir yük oluştururlar. Bu yüzden bu işle uğraşanlar bazen korkunç şeyler yaptıkları için bağışlanabilirler. Ancak bu, psikiyatrlar ve cerrahlar tarafından yapılan ve bilimin ilkelerine uygun olduğu düşünülen her şeyi kabul etmemiz gerektiği anlamına da gelmez.
Bundan sonra söyleyeceklerim, doğrudan psikanalizle ilişkili olsa da, uğraşı hastaları ile analitik tipte bir ilişki kurmasını gerektirmeyen bir psikiyatr için bile gerçekten değerlidir.
Psikanalist genel psikiyatra yardım edebilmek için, hasta bireyin duygusal gelişiminin ilkel evrelerini araştırmanın yanında psikiyatrın işini yaparken karşılaştığı duygusal yükün doğasını da incelemelidir. Biz analistlerin karşı-aktarım olarak adlandırdığımızın psikiyatr tarafından da anlaşılması gerekir. Hastalarına duyduğu sevgi çok da olsa, onlardan korkmaktan ve nefret etmekten de kurtulamaz ve bunu ne kadar iyi tanırsa nefret ve korkunun hastalarına ne yapacağına karar vermesinde o denli az belirleyici güdüler olmasını sağlayabilir.
Konunun Açıklanması
Karşı-aktarım olgusu şu şekilde sınıflandırılabilir:
1. Karşı-aktarım duygularımdaki sapma ve yerleşik ilişki ve özdeşleşmeler, bunlar analistte bastırılmışlardır. Bu noktada söylenebilecek olan analistin daha çok analize gereksinim duyduğudur ve biz genelde bu sorunun psikanalistler arasında psikoterapistlerden daha az ortaya çıktığına inanıyoruz.
2. Analiste analitik süreçte olumlu bir çerçeve sağlayan ve yaptığı
işi nitelik olarak bir diğer analistinkinden farklı kılan analistin kişisel
deneyimlerine ve gelişimine ait olan eğilim ve özdeşleşmeler.
3. Bu ikisinden ayırdığım gerçek nesnel karşı-aktarım, veya eğer
mümkünse nesnel gözlemle saptanan, analistin hastanın gerçek davranış ve kişiliğine tepki olan sevgi ve nefreti..
Bence, bir analist psikotikleri veya antisosyalleri analiz edebilmek için karşı-aktarımının bütünüyle ayırdında olabilmelidir ki hastaya karşı nesnel tepkilerini ayıklayıp inceleyebilsin. Bu tepkiler nefreti de içermektedir. Karşı-aktarım analizin zaman zaman önemli olgusu olacaktır.
Burada söylemek istediğim şudur: hasta analistte yalnızca kendinde duyabilme yeterliliğinde olduklarını beğenir. Örnek olarak obsesif bir hasta analistin işini anlamsız bir obsesiflik içinde yaptığını düşünme eğilimindedir. Ruhsal dalgalanmalar dışında depresif olamayan ve duygusal gelişiminde depresif pozisyonun sağlam bir biçimde kazanılmadığı, derin bir suçluluk, ilgi veya sorumluluk duygusunu duyamayan hipomanik bir hasta, analistin çalışmasını kendi suçluluk duygularını onarma çalışmasının bir parçası olarak göremez. Nevrotik bir hasta analisti hastaya karşı çifte değerli olarak görme ve analistinin sevgi ve nefretini yarılmış (splitting) olarak göstermesini bekleme eğilimindedir. Bu hasta şanslı olduğunda sevgi görmektedir, çünkü bir başkası analistin nefretiyle karşılaşmaktadır. Bundan eğer bir psikotikte sevgi-nefret duygularının çatıştığı bir durum ortaya çıkarsa, onun analistin de yalnızca aynı ham haldeki tehlikeli bir sevgi-nefretin çakıştığı bir ilişkiye yetenekli olduğuna inanması sonucu ortaya çıkmayacak mıdır? Analist sevgi gösterdiğinde aynı anda hastayı öldürecektir.
Sevgi ve nefretin bu çakışması psikotiklerin analizlerinde analistin olanaklarını aşan, tedavinin yönetiminde sorunlara yol açan ve tipik olarak yinelenen bir şeydir. Burada gönderme yaptığım sevgi ve nefret çakışması, ilkel sevgi dürtüsünü karmaşıklaştıran agresif bileşenden farklı bir şeydir ve hastanın geçmişinde nesne arayışındaki içgüdüsel dürtülerin ilk ortaya çıktığı zamanda çevresel bir yetersizlik olduğuna işaret eder.
Eğer analiste hasta tarafından çiğ duygular yüklenecekse, analist o konuma yerleştirilmeyi hoş görebilmek için önceden haberdar olup, hazırlıklı olmalıdır. Her şeyden önce kendisinde gerçekten varolan nefreti yadsımamalıdır. Bu konumda doğrulanan nefret ayıklanmalı ve daha sonraki olası bir yorumda kullanılmak üzere bir kenarda saklanmalıdır.
Psikotik hastaların analisti olabilmek için kendi içimizdeki en ilkel noktalara inebilmiş olmamız gerekir ve bu, psikanalitik pratiğin pek çok karanlık sorununa çözümün, analistin analizini ilerletmesinde yatmakta olduğu gerçeğinin bir başka örneğidir. (Psikanalitik çalışma belki de her zaman, bir ölçüde analistin kendi analizindeki çalışmayı analistinin onu getirebildiği noktadan daha ileriye götürebilme denemesidir.)
Herhangi bir hastanın analistinin asıl görevi hastanın getirdikleri hakkında nesnelliği korumaktır ve bunun özel bir hali de analistin hastadan nesnel olarak nefret edebilme gereksinimidir.
Gündelik analitik çalışmamızda analistin nefretinin haklı bulunduğu pek çok durum yok mudur? Çok ağır obsesif bir hastam birkaç yıl boyunca bana neredeyse iğrenç gelmişti. Bu konuyla ilgili olarak analiz bir dönemeci geçene ve hasta sevimli olana kadar kendimi kötü hissettim ve o zaman onun sevilme olanaksızlığının bilinçdışı olarak ortaya çıkan etkin bir semptom olduğunu fark ettim. Hastaya benim ve arkadaşlarının onun tarafından itildiğimizi hissettiğimizi ancak, onun bunu bilmesine izin vermeyeceğimiz kadar hasta olduğunu düşündüğümüzü söyleyebildiğim gün (ancak çok sonraları) benim için gerçekten muhteşem bir gündü. Bu ayrıca onun için de önemli bir gündü, çünkü gerçekliğe uyum sağlamasında büyük bir ilerlemeyi gösteriyordu.
Herhangi bir analizde analist kendi nefretini idare etmede hiçbir güçlük yaşamaz. Bu nefret gizil kalır. Tabii ki aslında o, kendi analizi sayesinde içsel çatışmalara ve geçmişe ait olan bilinçdışı nefretin yoğun birikimlerinden özgürleşmiştir. Nefretin ifade edilmemiş hatta hissedilmemiş kalmasının başka nedenleri de vardır. Bunlar şunlardır:
1. Analiz kendi suçluluğumla en iyi baş edebileceğim, kendimi yapıcı bir şekilde ifade edebileceğim için seçtiğim bir iştir.
2. Bu işten para kazanıyorum, ya da psikanalitik çalışma sayesin
de toplumda bir yer sahibi olabilmek için formasyondayım.
3. Bir şeyler keşfediyorum.
4. İlerleme gösteren hastayla özdeşimlerle doğrudan ödüllendiriliyorum ve tedavi bittikten sonra da daha büyük ödüllerin olacağım da görebiliyorum.
5. Dahası, analist olarak nefreti ifade etme yollarına sahibim. Nefret "seans saati"nin bitişi ile ifade edilmektedir. Ben hiçbir sorun olmadığında ve hasta gitmekten memnun olduğunda bile bunun böyle olduğunu düşünüyorum.
Pek çok analizde bunlar olağanmış gibi kabul edilebilir, bu nedenle bunlardan hemen hemen hiç bahsedilmez ve analitik çalışma hastanın birdenbire ortaya çıkan bilinçdışı aktarımının sözel yorumlarıyla yapılır. Analist hastanın çocukluğunun yardım sever kişilerinden birinin veya diğerinin rolünü üstlenir. Hastanın çocukluğunda kötü işleri yapanların başarılarını da hesabına yazar.
Bütün bunlar nevrotik nitelikli semptomlardan şikayetçi olan hastalara yönelik psikanalitik çalışmanın tanımının parçalarıdır.
Bununla beraber analist, psikotiklerin analizlerinde farklı tip ve düzeyde bir tavır takınır ve benim tanımlamaya çalıştığım da işte tam da bu farklı tavırdır.
Karşı-aktarım Kaygısının Açıklanması
Kısa süre önce, birkaç günlük bir sürede kötü iş çıkardığımı fark etmiştim. Hastalarımın her biriyle ilişkimde hatalar yapıyordum. Sorun benim kendi içimdeydi ve kısmen kişiseldi ancak özel bir psikotik hastayla ilişkimde eriştiğim bir uç noktayla özellikle ilgiliydi (bir araştırma çalışmasıydı bu). Sorun, bazen "iyileştirici" düş olarak adlandırılan düşümden sonra çözüldü. (Sırası gelmişken analizim süresince ve bitişinden sonraki yıllarda bir dizi bu "iyileştirici" düşlerden gördüğümü, ve çoğu pek hoş olmadığı halde her birinin duygusal gelişimimde yeni bir evreye erişmemi sağladığını eklemeliyim).
Bu düşten uyandığımda veya hatta uyanmadan önce düşün anlamının farkındaydım. Düş iki bölümden oluşuyordu. İlkinde bir tiyatroda balkonda oturuyordum ve aşağıda koltuklarda oturan insanlara bakıyordum. Bir organımı yitirmişim gibi şiddetli bir kaygı duydum. Bu Eyfel Kulesi’nin tepesindeyken duyduğum, elimi köşeye koyarsam aşağı-yere düşeceği duygusunu çağrıştırdı. Bu normal kastrasyon kaygısı olabilirdi.
Düşün sonraki bölümünde aşağıda oturan insanların bir oyun izlediklerinin farkındaydım ve sahnede olup biten ile onlar aracılığı ile ilişki kuruyordum. O zaman yeni bir tür kaygı gelişti. Tek bildiğim tüm bedenimin sağ tarafının olmadığıydı. Bu bir kastrasyon düşü değildi. Bu, bedenin o tarafına sahip olmama duygusuydu.
Uyandığımda o dönemdeki sorunumun ne olduğunu çok derin düzeyde anladığımın farkındaydım. Düşün ilk bölümü nevrotik hastalarımın bilinçdışı düşlemlerinin karşısında gelişebilecek olağan kaygıları tasarımlamaktaydı. Eğer bu hastalar onlarla ilgilenecek olurlarsa, elimi veya parmaklarımı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirdim. Bu tür bir kaygı tanıdık ve nispeten dayanılabilirdi.
Düşün ikinci bölümü psikotik hastayla ilişkime göndermeler yapmaktaydı. Bu hasta benim kendi bedeniyle hiçbir şekilde, hatta imgesel olarak bile bir ilişkim olmasını istememekteydi; kendisine ait olarak tanıdığı bir beden yoktu ve kendini ancak bir zihin olarak var hissedebilirdi. Bedenine yapılan herhangi bir gönderme paranoid kaygılara yol açıyordu, çünkü bir bedeni olduğunu öne sürmek ona zulmetmek demekti. Benden istediği yalnızca onun zihnine konuşan bir zihin olmamdı. Düşten önceki akşam sorunlarım had safhaya ulaşmışken sinirlendim ve benden istediğinin kılı kırk yarmaktan biraz hallice olduğunu söyledim. Bu yıkıcı bir etki yaptı ve benim yanlışımın aşılarak analizin eski haline dönmesi uzun zaman haftalar, aldı. Ancak asıl gerekli olan şey benim kendi kaygımı anlamamdı ve bu kaygı düşte aşağıda oturan insanların izlediği oyunla ilgilenmeye çalıştığımda bedenimin sağ yanının yokluğuyla tasarımlanmaktaydı. Bedenimin sağ tarafı bu hastayla bağlantılı olan taraftı ve bu yüzden onun, bedenlerimizle imgesel bir ilişkiyi dahi yadsıma gereksiniminden etkilenmişti. Bu yadsıma, bende normal kastrasyon kaygısından çok daha zor katlanılabilir olan bu psikotik tipteki kaygıyı yaratmıştı. Bu düşle ilgili başka olası yorumlar yapılabilirse de, bu düşü görmem ve anımsamam bu analizi yeniden ele alabilmemi ve hatta sinirliliğimle yarattığım zararı gidermemi sağladı. Bu sinirliliğimin kaynağı, bedeni olmayan bir hastayla olan ilişkime uygun nitelikteki tepkisel kaygıda yatmaktaydı..
Yorumun Ertelenmesi
Analist, belki de uzun bir zaman süresince hastanın ne yaptığına dair bir şey bilmesini beklemeden gerginliğe dayanmaya hazırlıklı olmalıdır. Bunu yapabilmek için de kendi korku ve nefretinin bütünüyle farkında olmalıdır. Yeni doğmuş veya henüz doğmamış bir bebeğin annesi konumundadır. En sonunda hastasına kendi payına nelere katlandığını anlatabilmesi gerekir, fakat açıktır ki bir analiz hiçbir zaman bu kadar ileri gitmez. Hastanın geçmişinden üzerinde çalışılabi-lecek çok az iyi deneyim olabilir. Analistin aktarımda üzerinde çalışabileceği erken çocukluğa ait hiç doyurucu ilişki yoksa ne olacaktır?
Aktarımda farkına varılan erken doyurucu deneyimlere sahip hastalarla erken deneyimleri eksik veya bozuk olan hastalar arasında büyük fark vardır, bunlar için analist hastanın yaşamında zorunlu çevresel unsurları sağlayan ilk kişi olabilir. Bu tür hastaların tedavilerinde analitik teknikteki diğer tür hastaların tedavilerinde var olduğu kabul edilebilen tüm şeyler yaşamsal önem kazanır.
Bir meslektaşa analizi karanlıkta yapıp yapmadığını sordum ve o da bana "Tabii ki Hayır! Bizim işimiz kesinlikle olağan bir çevre sağlamaktır: ve karanlık olağandışı olurdu." dedi. Soruma şaşırmıştı. Nevrotiklerin analizlerine yönelik çalışıyordu. Ancak olağan çevrenin sağlanması ve sürdürülmesi bir psikotiğin analizinde tek başına yaşamsal derecede önemli bir şey olabilir, hatta yapılması zorunlu olan sözel yorumlardan bile daha önemli olabilir. Nevrotik için divan, sıcaklık ve rahatlık annenin sevgisinin simgeseli olabilir; psikotik için ise, bunların analistin sevgisinin fiziksel ifadesi olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Divan analistin kucağı veya rahmi ve sıcaklık analistin bedeninin canlı sıcaklığıdır v.s..
Nesnel Nefretin Test Edilmesi
Umarım konumu açıklarken ilerliyorum. Analistin nefreti genellikle gizildir ve kolaylıkla öyle kalabilir. Psikotiklerin analizlerinde analist nefretini gizil tutabilmekte daha çok gerginlik yaşar ve bunu da ancak nefretinin bütünüyle farkında olarak yapabilir. Bazı analizlerin bazı aşamalarında analistin nefretinin hasta tarafından arandığını ve burada gerekenin de nesnel nefret olduğunu eklemeliyim. Hasta nesnel veya haklı nefreti aradığında ona erişebilmelidir, yoksa nesnel sevgiye erişebileceğini de hissedemez.
Belki burada parçalanmış bir ailenin çocuğunun veya ebeveynsiz bir çocuğun durumundan söz etmek yararlı olabilir. Böyle bir çocuk zamanını bilinçsizce ebeveynlerini arayarak geçirir. Bilindiği gibi böyle bir çocuğu eve almak ve onu sevmek yeterli değildir. Evlatlık çocuk bir süre sonra umut etmeye, içinde bulunduğu çevreyi sınamaya ve velilerinin nesnel olarak nefret etme yeteneğinin kanıtlarını aramaya başlar. Sevildiğine inanabilmesi ancak nefret edildiğini görebilmesinden sonra olanaklı görünmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında 9 yaşında bir erkek çocuğu Londra'dan, bombalar nedeniyle değil dersleri astığı için, uzaklaştırılmış çocukların kaldığı bir yurda getirildi. Yurtta kaldığı süre içinde ona bir tedavi programı uygulamayı umuyordum. Ancak semptomu baskın çıktı ve 6 yaşında ilk evden kaçışından beri her yerden hep yaptığı gibi yine kaçtı. Bununla birlikte onunla tek bir görüşme sırasında ilişki kurabilmiştim. Bir çiziminde, kaçışıyla bilinçdışı olarak evini ve annesini saldırıdan koruduğu ve aynı zamanda zulmedicilerle dolu olan kendi iç dünyasından kaçmaya çalıştığını görmüştüm, ve bu noktalan ona yorumlamıştım.
Evimin çok yakınlarındaki bir polis istasyonunda ortaya çıktığında çok şaşırmamıştım. Burası onu çok iyi tanımayan az sayıdaki karakoldan biriydi. Eşim cömertçe onu aldı ve ona üç ay, üç cehennem ayı boyunca baktı. Çocukların en sevimlisi ve en çıldırtıcısıydı. Fakat neyse ki bizi ne beklediğini biliyorduk. İlk önce ona sınırsız bir özgürlük tanıdık ve her dışarı çıktığında bir şilin vererek işe başladık. Onun yalnızca telefon etmesi yeterliydi, onu hangi karakoldaysa orada buluyorduk.
Kısa sürede beklenen değişim gerçekleşti, semptom değişti ve çocuk saldırıyı iç dünyasına yönelterek dramatize etmeye başladı. Bu, ikimiz için de gerçekten tüm günümüzü alan bir işti ve en kötü olaylar ben dışarıdayken yaşanıyordu.
Yorum, gündüz veya gece, dakikası dakikasına yapılmalıydı. Bir kriz sırasında tek çözüm, çocuk analizdeymişçesine doğru yorum yapmak oluyordu. Doğru yorum, onun her şeyin üstünde değer verdiği bir şeydi.
Bu konuşmanın amacı açısından önemli olan, çocuğun kişiliğinin gelişiminin bende nasıl nefrete yol açtığı ve benim bununla ilgili ne yaptığımdır.
Ona vurmuş muydum? Hayır, ona hiç vurmadım. Ancak eğer nefretimle ilgili her şeyi bilmiyor olsaydım ve onu da bundan haberdar etmemiş olsaydım ona vurmak zorunda kalabilirdim. Krizler sırasında kaba kuvvet kullanarak, kızmadan ve suçlamadan, günün hangi saati olduğuna ve hava koşullarına aldırmadan onu alıp kapının önüne koydum. Orada çalabileceği özel bir zil vardı ve onu çaldığında olanlarla ilgili bir şey konuşulmadan içeri alınacağım bilirdi. Mani atağından kurtulur kurtulmaz bu zili kullanırdı.
Önemli olan, her seferinde onu kapının önüne koyduğumda ona birşey söylememdi; ona ondan nefret etmeme yol açan şeyi söylerdim. Bu çok kolaydı çünkü o denli doğruydu. Sanırım bu sözler onun süreçleri açısından önemliydi, ancak bunlar asıl benim şiddete başvurmadan, kendimi yitirmeden ve her an onu öldürmeden bu duruma katlanabilmemi sağladıkları için önemliydiler.
Çocuğun bütün öyküsü burada anlatılamaz. Bir ıslahevine gitti. Bizimle olan köklü bağı hayatındaki az sayıdaki istikrarlı şeylerden biri olarak kaldı. Günlük yaşamdan alınan bu kesit genelde güncelde haklı olan nefret konusuna bir örnek olarak kullanılabilir; bunu başka bir konumda, hastanın bir eylemi sonucu ortaya çıkan, haklı nefretten ayırmak gerekir.
Annenin Aşkı ve Nefreti
Nefret ve nefretin kökenleri sorununun tüm karmaşıklığından bir şeyi ayırmak istiyorum. Çünkü bunun psikotik hastaların analistleri için önemli olduğuna inanıyorum. Bebek annesinden nefret etmeden ve annesinin ondan nefret ettiğini bilebileceği zamandan önce anne bebekten nefret eder.
Bu saptamayı geliştirmeden önce Freud'a bir gönderme yapmak istiyorum. Nefretle ilgili özgün ve aydınlatıcı pek çok şey söylediği "Dürtüler ve akıbetleri" (1915) başlıklı yazısında Freud şöyle der: Gerektiğinde dürtünün doyum amaçları için göz diktiği nesneleri "sevdiği" söylenebilir; ancak bir nesneden "nefret ettiğini" söylemek tuhaf gelebilir Bu şekilde, aşk ve nefret tutumlarının dürtülerin nesneleri ile ilişkisini nitelendirdiği gibi, tüm benliğin nesnelerle ilişkilerine de özgü olduğunun farkında oluyoruz..." Bunun doğru ve önemli olduğunu sanıyorum. Bu, bir bebeğin nefret edebilmesinden önce kişiliğinin tamamlanması gerektiği anlamına gelmez mi? Tamamlanma ne denli erken olursa olsun (belki uyarılmanın ve öfkenin doruk noktasında bu tamamlanma olur) kuramsal bir evre var ki bu evrede küçük çocuk kötü bir şey yaptığında bu, nefretin sonucu değildir. Bu evreyi tanımlarken "acımasız sevgi" terimini kullanmıştım. Kabul edilebilir mi bu? Bebek bütün bir insan gibi hissedebilmeye başladığında, nefret sözcüğü duygularının belli bir kısmı için tanımlayıcı bir anlam kazanır.
Bununla birlikte anne bebeğinden başından beri nefret eder. Freud'un, bir annenin belli koşullarda erkek çocuğu için yalnızca sevgi duyabileceğinin olası olduğunu düşündüğüne inanıyorum. Ancak biz bundan şüphe etmeliyiz. Biz bir anne sevgisini biliyor ve onun gücünü, gerçekliğini kabul ediyoruz. İzin verin bir annenin neden bebeğinden hatta oğlundan nefret ettiğini açıklamak için birkaç neden sıralayayım:
Bebek, onun öz ürünü (zihinsel) değildir.
Bebek, çocukluk oyunlarındaki çocuk, babanın çocuğu, erkek kardeşin çocuğu v.s... değildir.
Bebek büyüyle ortaya çıkmamıştır.
Bebek gebelikte ve doğumda annenin bedeni için bir tehlikedir.
Bebek onun özel hayatına bir müdahale, daha önceki uğraşlarına bir meydan okumadır.
Bir anne az ya da çok değişen derecelerde kendi annesinin bir bebek istediği duygusuna sahip olabilir, bu durumda bebek annenin gönlünü almak için yapılmıştır.
Bebek emerken annenin meme uçlarını acıtır, çünkü emmek bir çiğneme eylemidir.
Bebek acımasızdır, anneye bir pislik, bedava hizmetçi, köle gibi davranır.
Anne bebeği bütün pislikleriyle, her şeyiyle, kendisiyle ilgili şüpheleri olana kadar sevmek zorundadır.
Bebek annenin canını acıtır, zaman zaman onu ısırır, bunları da hep sevgiyle yapar.
Çocuk anneyle ilgili yanılsamanın bozulduğunu gösterir.
Coşkulu sevgisi aslında tel-dolap bir sevgidir, öyle ki istediğini bulabilir ve onu portakal kabuğu gibi bir kenara atar.
Başlangıçta bebek hükmetmelidir, tüm rastlantılardan korunmalıdır, yaşam bebeğin ritmine göre ayarlanmalıdır ve tüm bunlar annenin sürekli ve ayrıntılı uğraşını gerektirir. Örneğin onu tutarken kaygılı olmamalıdır v.s.
Öncelikle bebek annenin ne yaptığını veya onun için neleri feda ettiğini bilmez. Özellikle de onun nefretine yer bırakmaz.
Şüphecidir, annenin lezzetli yemeğini reddeder ve onun kendisinden şüphe duymasına yol açar, ancak teyzesiyle güzelce yer.
Korkunç geçen bir sabahtan sonra dışarı çıktıklarında "Ne şirin değil mi? " diyen bir yabancıya gülümser.
Eğer anne başlangıçta bir kusur yaparsa bilir ki, o bunun acısını ondan sonsuza kadar çıkaracaktır.
Bebek onu uyarır ama onu engeller de, onu yiyemediği gibi onunla bir cinsel ilişkisi de olamaz.
Psikotiklerin analizlerinde ve hatta sağlıklı insanların analizlerinin son evrelerinde analist kendini yeni doğmuş bir bebeğin annesiyle karşılaştırılabilecek bir durumda bulmalıdır. Hasta çok derinlere gerilediğinde analistiyle, bir fetus veya yeni doğanın annesini sevebileceğinden daha çok özdeşleşemez veya onun bakışını benimseyemez.
Bir anne bebeğinden, bununla ilgili hiçbir şey yapmadan, nefret edebilmeye katlanabilirleridir. Bunu ona ifade edemez. Bebeği tarafından canı acıtıldığında yapabileceklerinden korktuğu için ondan gerektiği gibi nefret edemezse mazoşizme yönelecektir. Ben bunun, kadınlarda doğal mazoşizm gibi bir yanlış kurama yol açan şeyin kökeninde olduğunu düşünüyorum. Bir anneyle ilgili en dikkate değer şey onun bebeği tarafından o kadar çok kötü muamele edilebilme yeteneği ve çocuğundan öfkesini çıkarmadan o kadar çok nefret edebilmesi ve daha sonraki bir tarihte gelecek veya belki de hiç gelmeyecek olan ödülleri bekleyebilmesidir. Belki bunu başarabilmesinde bebeğinin eğlendiği fakat neyse ki anlamadığı bazı ninnilerin yardımı vardır?
Gemi, gemici, hepsi ağacın tepesinde,
Rüzgar estiğinde, beşik sallanacak,
Dal kırıldığında, beşik düşecek,
Ve küt, bebek de !
Bir anneyi (veya babayı) küçük bir bebekle oynarken düşünüyorum; bebek oyundan keyif almaktadır ve ebeveynin sözcüklerle belki de doğumun simgesel terimleriyle nefretini ifade ettiğini bilmemektedir. Bu, fazla duygusal bir çocuk şarkısı değildir. Duygusallık ebeveynler için gereksizdir, çünkü nefreti yadsır ve annedeki duygusallığın küçük çocuk için hiç bir değeri yoktur.
Bir çocuğun duygusal bir çevrede kendi nefretinin tüm enginliğine katlanabilir olarak yetişebilmesinden şüphe duyarım. Nefret edebilmek için nefrete gereksinimi vardır. Eğer bu doğruysa psikotik bir hastanın, analist ondan nefret etmedikçe analiste olan nefretine katlanabilmesi beklenemez.
Yorum Sorunun Pratiği
Eğer bütün bunlar doğru kabul edilirse tartışma için geriye yalnızca analistin hastaya nefretinin yorumuyla ilgili sorular kalır. Bu aslında tehlikeyle dolu bir konudur ve zamanlama çok dikkatli yapılmalıdır. Ancak ben, analizin sonlarına doğru bile olsa analistin hastasına ilk başlarda hasta iken ona söyleyemediği onun için yaptıklarını söylemeden, analizin tamamlanmadığına inanırım. Bu yorum yapılana kadar hasta bir dereceye kadar, annesine ne borçlu olduğunu anlayamayan bir bebeğin konumunda tutulmaktadır.
Özet
Bir analist kendini çocuğuna adayan fedakar bir annenin tüm sabrını, hoşgörüsünü ve sürekliliğini göstermelidir; hastanın arzularını gereksinimleri olarak tanımalıdır; hazır, dakik ve nesnel olabilmek için diğer uğraşlarını bir tarafa koyabilmeli; aslında yalnızca hastanın gereksinimleri nedeniyle verilenleri vermeyi arzuluyor gibi görünmelidir.
Analistin bakış açısının hasta tarafından (bilinçdışı olarak bile) benimsenmediği uzun bir başlangıç süreci olabilir. Onun bunu tanıması beklenemez, çünkü hastanın incelenen ilkel köklerinde analistle özdeşleşme için yeterlilik yoktur; ve hasta, analistin nefretinin, kendisinin ham bir aşkla kendince severken yaptığı pek çok şeyden kaynaklandığını göremez.
Psikotik tipte bir hastanın olağan tedavisinde veya analizinde (araştırma analizinde) analist (psikiyatr, psikiyatri hemşiresi) büyük bir zorlanmaya maruz kalır ve burada psikotik nitelikli kaygının ve ağır psikiyatrik hastalarla çalışanlardaki nefretin oluşma biçimlerini incelemek önemlidir. Yalnızca bu yolla terapinin hastanın gereksinimlerinden çok terapistin gereksinimlerine göre uyarlanmış olmasından sakınmak umudu olabilir.