10 Eylül 2015 Perşembe

Mutsuz Psikoloji ya da Kuantum Psikoloji...

Mutsuz Psikoloji ya da Kuantum Psikoloji... 

Tarih boyunca içinde bulunduğu dönemlere göre algılarımızla şekillenerek yaşanan ve toplumlar üzerinde travmatik etkileri hissedilen savaşlar, binlerce kişiyi kırıp geçiren salgın hastalıklar, açlıklar, günümüzde birçok ülkede insanlığın ortak ütopyası olan refah toplumuna ulaşılmasıyla birlikte yerini yeni sıkıntılara terk etmiştir. Günümüzde binlerce kişiyi kırıp geçiren bir Kara Vebanın olmamasına karşın milyonları mutsuzluğa mahkûm eden derin bir yalnızlık ve anlamsızlık duygusu söz konusudur. Yine günümüzde, geçmişte insanların birbirlerine zincirlenerek satıldığı köle pazarları olmamasına karşın, kamera gözetimi altında labirentleri andıran modern kutucuklar içindeki çağdaş iş yaşamına terk edilmiş beyaz yakalı ve mavi yakalı çalışanlar söz konusudur. Teknolojinin gelişmesine, maddi ihtiyaçların karşılanmasına rağmen günümüz insanı birkaç yüzyıl önceki atalarından daha mutlu, daha sağlıklı, daha özgür bir noktaya ulaşamamıştır. Bu nedenle günümüzde insan yaşamına değer ve anlam katan tüm faaliyetler yeniden gözden geçirilerek bireylerin yaşamlarında açığa çıkan bunaltılı duyguların önüne geçilebilmesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur (Anıl, 2006).  Bu gereklilik günümüzde modern çağın bunaltılarının önlemek amacıyla endüstri ve sanayi toplumlarında var olan psikiyatri ve psikoloji alanlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. 

Henüz emekleme döneminde olan ve yüz yıllık bir tarihi bile doldurmayan psikiyatri alanında, modern çağın bunaltılarıyla başa çıkmada tedavi yöntemi olarak ilaçlara sıkça başvurulduğu görülür. İnsanların davranış özgürlüğüne pek izin verilmeyen ve kişileri kontrol altında tutma ihtiyacı duyan psikiyatri alanında hemen hemen hiçbir hastanın tedavisinin ilaç yazılmadan sağlandığı söylenemez.

Günümüzde psikiyatri alanında tedavi amacıyla tüketilen ilaç kullanımı her geçen gün tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de artış göstermektedir. İstatistiksel verilere bakıldığında Türkiye de 2003’te 14 milyon 138 bin kutu antidepresan tüketilirken bu rakam 2006 verilerine göre 22 milyon 651 bine, 2007’de 26 milyon 246 bine çıkmıştır. Çok ciddi bir şekilde hızla büyüyerek gelişen ilaç endüstrisi 2007 yılında kar oranlarında petrol endüstrisinden sonra ikinci sırada yer almıştır.

Başlangıcında endüstri alanın ve modern yaşamın güçlükleriyle, bunaltılarıyla karşı karşıya kalan bireylere hizmet amacıyla ortaya çıkan psikiyatri alanı, süreçte endüstri devi haline dönüşen ilaç sektörlerine hizmet eder bir hale dönüşmüştür (Öngel, 2010).

Tıpkı psikiyatri gibi endüstri alanına ve modern yaşama hizmet amacıyla ortaya çıkan psikoloji ve psikolojik danışmanlık meslekleri içinde durum farklı değildir. Neden sonuç ilkesine dayalı kuramsal psikoterapi ekolleriyle ve sözel terapilerle hizmet vermeye çalışan psikologların bu anlamda sıkı birer determinist oldukları söylenebilir. Oysaki her bir olaya bir neden arayan determinist insanları yalnız düşünce dünyasında değil aynı zamanda gündelik yaşamda da çok sıkıcı buluruz. Bu anlamda her bir olayı bir nedene bağlamanın beraberinde psikologların kendi gerçekliklerini danışanlarına bilimsellik gölgesi adı altında dayatmalarını kaçınılmaz kıldığı söylenebilir. Ayrıca nedenselliğin sıkıntıyı besleyen andan uzaklaşma durumuna da yol açtığı söylenebilir. Bu anlamda nedensellik akışı geriye döndürme mücadelesidir. Anda duramamadır. Anın önüne set çekmedir. Bu özellikleriyle savunucu tutumları güçlendirmesi ve nevrotikliği arttırması söz konusu olabilir. Katı doğmatik düşüncelere hapsolmuşluğu beraberinde getirebilir. Oysaki ruh ister psikoterapi seanslarında olsun ister gündelik yaşamda olsun nedenselliğin içinde hapsolmakta yıpranır, kirlenir. Bunun yerine özgür bırakılmayla akışın içinde arınır hafifler ve yük olmaktan çıkar. Bu anlamda nedenselliğin psikoloji biliminin açmazı haline dönüştüğü söylenebilir.   

Tıpkı psikoloji bölümünde olduğu gibi psikiyatri alanında da sıkı sıkıya determinizmle hareket eden psikiyatristler içinde durum farklı değildir. DSM-4 Psikiyatri Teşhis El Kitabında hastalık kategorisinde yer alan belirtileri neden sonuç ilkesine göre psikiyatristlerin kendi gerçekliklerine göre yorumladığı ve hastalarını buna göre sınıflandırdıkları söylenebilir. 

  Son zamanlarda psikiyatristlerin kendi uygulamalarına yönelik eleştirel olarak gelişen ve hastalık kategorisinde tanımlanması düşünülen ve Psikiyatri Teşhis El Kitabında yayınlanması önerilen yeni bir akıl hastalığı tartışmaları yapılmaktadır. Mesleki Düşünce Bozukluğu olarak tanımlanan bu hastalığın psikiyatrisler içinde çok sık rastlandığı ve sadece psikiyatristleri içerdiği belirtilmektedir. Psikiyatristlerden yardım alan insanların ve bilhassa yakınlarının bu “akıl hastalığı” ile karşılaştıklarında derhal görüşmeyi kesmeleri aksi durumda, bu uzmanlarla görüşmeye devam edildiğinde, yardım alan kişilerin durumlarının daha da kötüye gideceği ifade edilmektedir (Öngel, 2010).

Binlerce yıllık geçmişi olan insanlık tarihinde sadece bir dönemi kapsayan ve günümüz modern çağının ruhsal anlamda ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya çıkan psikoloji ve psikiyatri alanların insanlık tarihine bir bütün olarak bakıldığında çok etkin ve yararlı olduğu söylenemez. Örneğin psikiyatri alanında birçok yanlış uygulamalar artık günümüzde tepkiler çekmekte ve bu uygulamalar mahkemelere taşınabilmektedir. Ayrıca ülkemizde psikoloji alanında da birçok yanlış uygulamalar beraberinde bu mesleği sorgulanır hale getirebilmektedir. Diyaliz merkezlerinden, rehabilitasyon merkezlerinden, aile danışmanlık merkezlerine kadar birçok alanda psikologların mesleki haklarının birer birer yitime uğramaları buna örnek olarak gösterilebilir.

Psikiyatri ve psikoloji alanlarının içinde bulunduğu süreci daha iyi anlayabilmek için bu alanların ortaya çıktığı zaman dilimlerine bakılmasının ayrıca bilimselliğin gereği olan ölçütlerin bu alanlar için yeniden irdelenmesinin gerekli olduğu söylenebilir. Örneğin 18. ve 19. yüzyıllarda klasik fiziğin ortaya attığı varsayımlar arasında yer alan, bilim çevrelerince evrensel gerçek, tartışmasız kabul edilmesi gereken kavramlar olarak tanımlanan nesnellik, pozitifçilik, yerellik ve indirgeyicilik varsayımlarının psikiyatri ve psikoloji alanlarının bilimsel dayanaklarını oluşturduğu söylenebilir. Oysaki günümüzde 20. yüzyılın en büyük devrimleri arasında gösterilen Rölative ve Kuantum Kuramlarına göre klasik fiziğin ortaya attığı bu varsayımlar geçerliliğini yitiren varsayımlar halini almıştır. Bu anlamda psikoloji ve psikiyatri alanlarının bu varsayımlardan arındırılarak yeniden yapılandırılmasının gerekliliğinin kaçınılmaz olduğu söylenebilir.
   
Berkmen, klasik fizikte nesnelliğin, evrenin birbirlerinden kopuk nesnelerden oluşmuş olduğu varsayımına dayandığını nesneleri çevrelerinden yalıtıp inceleyerek özelliklerini belirlemenin mümkün olduğu inancına dayandığını kuantum kuramında ise bu düşüncenin geçerli olmadığını her nesnenin aynı zamanda dalgasal bir yapı olduğunu birbirlerinden kopuk ve bağımsız nesnelerden söz edilmeyeceğini belirtmektedir.

Berkmen’e göre evrenin ölçülebilir olduğu varsayımına dayanan pozitiflik varsayımı da kuantum kuramınca tartışma konusudur. Berkmen, evrende bağımsız bir ölçümün yapılamayacağını gözleyen ve gözlenenin birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülemeyeceğini, mikro âlemde ölçüm yapılırken ölçülen nesnenin gözleyen ve gözlenen arasındaki etkileşime bağlı olarak özellik değiştirdiğini bunun sonucunda ele geçen verilerin ölçülen nesneleri tanımlamakta yetersiz kalınmasına yol açtığını belirtmektedir.(Bu açıklamaın sosyal bilimlerde yapılan ölçümler ve değerlendirmeler açısından oldukça anlamlı olduğu söylenebilir.)

Klasik fizikte etkileşimlerin sadece yerel nedenlere dayalı oldukları varsayımına dayanan yerellikte uzaktan ve anında etkilerin bulunmayacağı inancı söz konusudur. Kuantum kuramında ise bu durumun tam tersi söz konusudur. Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuşsa o yapı parçalansa dahi parçalar çok faklı uzak konumlarda bulunsalar dahi ışık hızından daha yüksek hızlarda parçalar arasında etkileşimin yerel olmayan bir biçimde devam edeceği deneylerle kanıtlanmıştır. Bu görüş hem nesnellik hem de yerellik varsayımını yıkmaktadır.

Nesneleri anlamak için onları bölüp parçalamanın gerekli olduğu bu şekilde nesnelerin en temel yapı taşlarına ulaşılabileceği inancına dayanan indirgeyicilik varsayımı da tıpkı yerellikte belirtildiği gibidir. Bir bütün ne kadar parçalara ayrılırsa ayrılsın bölünürse bölünsün bütünün parçaları arasında iletişim ışık hızından daha hızlı bir şekilde gerçekleştiği için indirgeyicilik varsayımı da kuantum kuramınca yıkılmıştır.

Berkmen yukarıdaki açıklamalara bağlı olarak klasik fiziğe bağlı eski varsayımların yetersiz kaldığını yeni bir dünya görüşünün gerekli olduğunu yukarıdaki varsayımları sorgulatan unsurun nesnelerin hem parçacık hem dalga oluşuyla ilintili olduğunu bu çerçevede doğayı kesin ve determinist bir yaklaşımla anlamanın mümkün olmayacağını doğada kesikli değişimler ve belirsizlik içeren bir karmaşanın bulunduğunu ifade etmektedir. Berkmen, gündelik yaşam içinde bakış açımızı nesnellikten ve yerellikten kurtarıp, bütünselliğe ve tümel birliğe doğru yöneltmeyi, olayları incelerken onları parçalara ayırıp indirgemek yerine onları en geniş açıdan değerlendirerek tümel bir bakış açısı ile bütünsel olarak incelenmesi gerektiğini dile getirmektedir. Nesnellik ve yerellik dışında her olayı veya olguyu sayısal olarak ifade etmeye çalışmak yerine sezgi içeren bakış açılarını küçümsemeden ele alarak düşünce yapılarımızı genişletmeye çalışmamızın gerekliliğini vurgulamaktadır.

Berkmen’in belirtmiş olduğu ve kuantum kuramınca desteklenen bulgular ışığında yeni bir dünya görüşünün gerekliliği 20. yüzyılının başlarında J. Moreno tarafından kozmosa ve insana bakış açısı olarak ele alınmıştır. Moreno felsefi ve metafizik düşüncelerden yola çıkarak, varoluşçular ve Bergson gibi filozofların etkisinde de kalarak sosyometrinin temellerini oluşturmuştur (Kocayörük, 2004). Morenonun, rölative ve kuantum kuramının öncüleri arasında yer alan Albert Einstein, Richard Feyman gibi isimlerle aynı dönemlerde Avrupa ve A.B.D’ de yaşam sürdüğü ayrıca sosyometri ile grup psikoterapileri arasında yer alan psikodramanın bu kuramların felsefi içeriğiyle örtüştüğü söylenebilir. Bu anlamda nasıl ki fizik alanında 20. yüzyılın en büyük devrimleri arasında Rölative ve Kuantum Kuramları gösteriliyorsa psikoloji alanında 20. yüzyılın en büyük devriminin de J. Morenonun temellerini attığı Sosyometri ve Psikodrama olduğu söylenebilir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder