Mutsuz
Psikoloji ya da Kuantum Psikoloji...
Tarih boyunca içinde bulunduğu dönemlere
göre algılarımızla şekillenerek yaşanan ve toplumlar üzerinde travmatik
etkileri hissedilen savaşlar, binlerce kişiyi kırıp geçiren salgın hastalıklar,
açlıklar, günümüzde birçok ülkede insanlığın ortak ütopyası olan refah
toplumuna ulaşılmasıyla birlikte yerini yeni sıkıntılara terk etmiştir.
Günümüzde binlerce kişiyi kırıp geçiren bir Kara Vebanın olmamasına karşın
milyonları mutsuzluğa mahkûm eden derin bir yalnızlık ve anlamsızlık duygusu
söz konusudur. Yine günümüzde, geçmişte insanların birbirlerine zincirlenerek
satıldığı köle pazarları olmamasına karşın, kamera gözetimi altında
labirentleri andıran modern kutucuklar içindeki çağdaş iş yaşamına terk edilmiş
beyaz yakalı ve mavi yakalı çalışanlar söz konusudur. Teknolojinin gelişmesine,
maddi ihtiyaçların karşılanmasına rağmen günümüz insanı birkaç yüzyıl önceki
atalarından daha mutlu, daha sağlıklı, daha özgür bir noktaya ulaşamamıştır. Bu
nedenle günümüzde insan yaşamına değer ve anlam katan tüm faaliyetler yeniden
gözden geçirilerek bireylerin yaşamlarında açığa çıkan bunaltılı duyguların
önüne geçilebilmesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur (Anıl,
2006). Bu gereklilik günümüzde modern çağın bunaltılarının önlemek
amacıyla endüstri ve sanayi toplumlarında var olan psikiyatri ve psikoloji
alanlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Henüz emekleme döneminde olan ve yüz yıllık
bir tarihi bile doldurmayan psikiyatri alanında, modern çağın bunaltılarıyla
başa çıkmada tedavi yöntemi olarak ilaçlara sıkça başvurulduğu görülür.
İnsanların davranış özgürlüğüne pek izin verilmeyen ve kişileri kontrol altında
tutma ihtiyacı duyan psikiyatri alanında hemen hemen hiçbir hastanın
tedavisinin ilaç yazılmadan sağlandığı söylenemez.
Günümüzde psikiyatri alanında tedavi
amacıyla tüketilen ilaç kullanımı her geçen gün tüm dünyada olduğu gibi
ülkemizde de artış göstermektedir. İstatistiksel verilere bakıldığında Türkiye
de 2003’te 14 milyon 138 bin kutu antidepresan tüketilirken bu rakam 2006
verilerine göre 22 milyon 651 bine, 2007’de 26 milyon 246 bine çıkmıştır. Çok
ciddi bir şekilde hızla büyüyerek gelişen ilaç endüstrisi 2007 yılında kar
oranlarında petrol endüstrisinden sonra ikinci sırada yer almıştır.
Başlangıcında endüstri alanın ve modern
yaşamın güçlükleriyle, bunaltılarıyla karşı karşıya kalan bireylere hizmet
amacıyla ortaya çıkan psikiyatri alanı, süreçte endüstri devi haline dönüşen
ilaç sektörlerine hizmet eder bir hale dönüşmüştür (Öngel, 2010).
Tıpkı psikiyatri gibi endüstri alanına ve
modern yaşama hizmet amacıyla ortaya çıkan psikoloji ve psikolojik danışmanlık
meslekleri içinde durum farklı değildir. Neden sonuç ilkesine dayalı kuramsal
psikoterapi ekolleriyle ve sözel terapilerle hizmet vermeye çalışan psikologların
bu anlamda sıkı birer determinist oldukları söylenebilir. Oysaki her bir
olaya bir neden arayan determinist insanları yalnız düşünce dünyasında değil
aynı zamanda gündelik yaşamda da çok sıkıcı buluruz. Bu anlamda her bir olayı
bir nedene bağlamanın beraberinde psikologların kendi gerçekliklerini
danışanlarına bilimsellik gölgesi adı altında dayatmalarını kaçınılmaz kıldığı
söylenebilir. Ayrıca nedenselliğin sıkıntıyı besleyen andan
uzaklaşma durumuna da yol açtığı söylenebilir. Bu anlamda nedensellik akışı
geriye döndürme mücadelesidir. Anda duramamadır. Anın önüne set çekmedir. Bu
özellikleriyle savunucu tutumları güçlendirmesi ve nevrotikliği arttırması söz
konusu olabilir. Katı doğmatik düşüncelere hapsolmuşluğu beraberinde
getirebilir. Oysaki ruh ister psikoterapi seanslarında olsun ister gündelik
yaşamda olsun nedenselliğin içinde hapsolmakta yıpranır, kirlenir. Bunun yerine
özgür bırakılmayla akışın içinde arınır hafifler ve yük olmaktan çıkar. Bu
anlamda nedenselliğin psikoloji biliminin açmazı haline dönüştüğü
söylenebilir.
Tıpkı psikoloji bölümünde olduğu gibi
psikiyatri alanında da sıkı sıkıya determinizmle hareket eden psikiyatristler
içinde durum farklı değildir. DSM-4 Psikiyatri Teşhis El Kitabında hastalık
kategorisinde yer alan belirtileri neden sonuç ilkesine göre psikiyatristlerin
kendi gerçekliklerine göre yorumladığı ve hastalarını buna göre
sınıflandırdıkları söylenebilir.
Son zamanlarda psikiyatristlerin
kendi uygulamalarına yönelik eleştirel olarak gelişen ve hastalık kategorisinde
tanımlanması düşünülen ve Psikiyatri Teşhis El Kitabında yayınlanması önerilen
yeni bir akıl hastalığı tartışmaları yapılmaktadır. Mesleki Düşünce Bozukluğu
olarak tanımlanan bu hastalığın psikiyatrisler içinde çok sık rastlandığı ve
sadece psikiyatristleri içerdiği belirtilmektedir. Psikiyatristlerden yardım alan insanların ve bilhassa
yakınlarının bu “akıl hastalığı” ile karşılaştıklarında derhal görüşmeyi
kesmeleri aksi durumda, bu uzmanlarla görüşmeye devam edildiğinde, yardım alan
kişilerin durumlarının daha da kötüye gideceği ifade edilmektedir (Öngel, 2010).
Binlerce yıllık geçmişi olan insanlık
tarihinde sadece bir dönemi kapsayan ve günümüz modern çağının ruhsal anlamda
ihtiyaçlarını karşılamak üzere ortaya çıkan psikoloji ve psikiyatri alanların
insanlık tarihine bir bütün olarak bakıldığında çok etkin ve yararlı olduğu
söylenemez. Örneğin psikiyatri alanında birçok yanlış uygulamalar artık
günümüzde tepkiler çekmekte ve bu uygulamalar mahkemelere taşınabilmektedir.
Ayrıca ülkemizde psikoloji alanında da birçok yanlış uygulamalar beraberinde bu
mesleği sorgulanır hale getirebilmektedir. Diyaliz merkezlerinden,
rehabilitasyon merkezlerinden, aile danışmanlık merkezlerine kadar birçok
alanda psikologların mesleki haklarının birer birer yitime uğramaları buna
örnek olarak gösterilebilir.
Psikiyatri ve psikoloji alanlarının içinde
bulunduğu süreci daha iyi anlayabilmek için bu alanların ortaya çıktığı zaman
dilimlerine bakılmasının ayrıca bilimselliğin gereği olan ölçütlerin bu alanlar
için yeniden irdelenmesinin gerekli olduğu söylenebilir. Örneğin 18. ve
19. yüzyıllarda klasik fiziğin ortaya attığı varsayımlar arasında yer alan,
bilim çevrelerince evrensel gerçek, tartışmasız kabul edilmesi gereken kavramlar
olarak tanımlanan nesnellik, pozitifçilik, yerellik ve indirgeyicilik
varsayımlarının psikiyatri ve psikoloji alanlarının bilimsel dayanaklarını
oluşturduğu söylenebilir. Oysaki günümüzde 20. yüzyılın en büyük devrimleri
arasında gösterilen Rölative ve Kuantum Kuramlarına göre klasik fiziğin ortaya
attığı bu varsayımlar geçerliliğini yitiren varsayımlar halini almıştır. Bu
anlamda psikoloji ve psikiyatri alanlarının bu varsayımlardan arındırılarak
yeniden yapılandırılmasının gerekliliğinin kaçınılmaz olduğu söylenebilir.
Berkmen, klasik fizikte nesnelliğin, evrenin
birbirlerinden kopuk nesnelerden oluşmuş olduğu varsayımına dayandığını
nesneleri çevrelerinden yalıtıp inceleyerek özelliklerini belirlemenin mümkün
olduğu inancına dayandığını kuantum kuramında ise bu düşüncenin geçerli
olmadığını her nesnenin aynı zamanda dalgasal bir yapı olduğunu birbirlerinden
kopuk ve bağımsız nesnelerden söz edilmeyeceğini belirtmektedir.
Berkmen’e göre evrenin ölçülebilir olduğu
varsayımına dayanan pozitiflik varsayımı da kuantum kuramınca tartışma
konusudur. Berkmen, evrende bağımsız bir ölçümün yapılamayacağını
gözleyen ve gözlenenin birbirinden ayrı ve bağımsız düşünülemeyeceğini, mikro
âlemde ölçüm yapılırken ölçülen nesnenin gözleyen ve gözlenen arasındaki
etkileşime bağlı olarak özellik değiştirdiğini bunun sonucunda ele geçen
verilerin ölçülen nesneleri tanımlamakta yetersiz kalınmasına yol açtığını
belirtmektedir.(Bu açıklamaın sosyal bilimlerde yapılan ölçümler ve
değerlendirmeler açısından oldukça anlamlı olduğu söylenebilir.)
Klasik fizikte etkileşimlerin sadece yerel
nedenlere dayalı oldukları varsayımına dayanan yerellikte uzaktan ve anında
etkilerin bulunmayacağı inancı söz konusudur. Kuantum kuramında ise bu durumun
tam tersi söz konusudur. Eğer bir yapı başlangıçta bir bütün oluşturmuşsa o
yapı parçalansa dahi parçalar çok faklı uzak konumlarda bulunsalar dahi ışık
hızından daha yüksek hızlarda parçalar arasında etkileşimin yerel olmayan bir
biçimde devam edeceği deneylerle kanıtlanmıştır. Bu görüş hem nesnellik hem de
yerellik varsayımını yıkmaktadır.
Nesneleri anlamak için onları bölüp
parçalamanın gerekli olduğu bu şekilde nesnelerin en temel yapı taşlarına
ulaşılabileceği inancına dayanan indirgeyicilik varsayımı da tıpkı yerellikte
belirtildiği gibidir. Bir bütün ne kadar parçalara ayrılırsa ayrılsın bölünürse
bölünsün bütünün parçaları arasında iletişim ışık hızından daha hızlı bir
şekilde gerçekleştiği için indirgeyicilik varsayımı da kuantum kuramınca
yıkılmıştır.
Berkmen yukarıdaki açıklamalara bağlı olarak
klasik fiziğe bağlı eski varsayımların yetersiz kaldığını yeni bir dünya
görüşünün gerekli olduğunu yukarıdaki varsayımları sorgulatan unsurun
nesnelerin hem parçacık hem dalga oluşuyla ilintili olduğunu bu çerçevede doğayı
kesin ve determinist bir yaklaşımla anlamanın mümkün olmayacağını doğada
kesikli değişimler ve belirsizlik içeren bir karmaşanın bulunduğunu ifade
etmektedir. Berkmen, gündelik yaşam içinde bakış açımızı nesnellikten ve
yerellikten kurtarıp, bütünselliğe ve tümel birliğe doğru yöneltmeyi, olayları
incelerken onları parçalara ayırıp indirgemek yerine onları en geniş açıdan
değerlendirerek tümel bir bakış açısı ile bütünsel olarak incelenmesi
gerektiğini dile getirmektedir. Nesnellik ve yerellik dışında her olayı veya
olguyu sayısal olarak ifade etmeye çalışmak yerine sezgi içeren bakış açılarını
küçümsemeden ele alarak düşünce yapılarımızı genişletmeye çalışmamızın
gerekliliğini vurgulamaktadır.
Berkmen’in belirtmiş olduğu ve kuantum
kuramınca desteklenen bulgular ışığında yeni bir dünya görüşünün gerekliliği
20. yüzyılının başlarında J. Moreno tarafından kozmosa ve insana bakış açısı
olarak ele alınmıştır. Moreno felsefi ve
metafizik düşüncelerden yola çıkarak, varoluşçular ve Bergson gibi filozofların
etkisinde de kalarak sosyometrinin temellerini oluşturmuştur (Kocayörük, 2004).
Morenonun, rölative ve kuantum kuramının öncüleri arasında yer alan Albert
Einstein, Richard Feyman gibi isimlerle aynı dönemlerde Avrupa ve A.B.D’ de
yaşam sürdüğü ayrıca sosyometri ile grup psikoterapileri arasında yer alan
psikodramanın bu kuramların felsefi içeriğiyle örtüştüğü söylenebilir. Bu
anlamda nasıl ki fizik alanında 20.
yüzyılın en büyük devrimleri arasında Rölative ve Kuantum Kuramları
gösteriliyorsa psikoloji alanında 20. yüzyılın en büyük devriminin de J. Morenonun
temellerini attığı Sosyometri ve Psikodrama olduğu söylenebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder