Melankoli ve İçsel Nesne
Chris Joannidis
Çeviren: Nafi Mitrani
Erken dönemde egonun iyi bir nesneyle edinilen
deneyimlerin etrafında oluştuğu inancı, psikanalitik gelişim kuramının
temellerinden biridir. Bu, psişik yapının temeli olarak kabul edilir. Egonun
ilk yapılanması ve bütünleşmesi, İyi (yani Ben / iyi nesne) ile Kötü’nün (yani
Ben Olmayan / kötü nesne) ayrıştığı ve farklılaştığı deneyimlere bağlıdır.
Sağlıklı bir “yarılma” (split) içeren bu erken yapılanma o kadar önemlidir ki,
bu olmadan, ya da bu çöktüğünde, bebeğin dağıldığını ya da parçalandığını
hissettiği varsayılır. Bunu takip eden gelişim aşamalarında, artık egonun içine
daha sağlam biçimde yerleşmiş olan, daha az katılık ve yarılma içeren, kendi
çelişik niteliklerini (yani hem iyi hem kötü) daha çok kabullenen içsel iyi
nesnenin varlığı temel öge haline gelir. Yaşamın zenginliği, kişiliğin
esnekliği, zorluklarla yüzleşebilme kapasitesi, hep kişinin kendi içindeki iyi
nesneler tarafından sevilme deneyimine bağlıdır.
Bir psişik yapıya sahip olma hissi, içerdeki iyi
figürler tarafından sevilme, tutulma ve bütünleştirilme hissidir. Bu his, bir
an için bile ortadan kalksa, bu bir felaket anıdır çünkü o an psişik yapının
dağılmasına tanıklık etmektedir.
Bu sunum, en sık olarak klinik melankolide
karşılaşılan, belirli bir ruhsal duruma odaklanacak: Kötü nesnenin varlığının
mutlak ve her şeyi kapsar göründüğü içsel bir psişik durum. Gerçekten de,
melankolinin alameti farikalarından biri, geçmişteki psişik sağlıklılık
hissinin sahte ve kendini kandırmaktan ibaret olduğu inancıdır. Öznel deneyim,
kişinin işe yaramaz olduğunu her zaman bildiği ve artık içinde bir iyilik
kırıntısı kaldığına inanıyormuş gibi yapamayacağı şeklindedir. Geçmişin kendisi
biçim değiştirmiştir ve kişinin şimdi ya da geçmişte olduğu her şey, ya
ümitsizce kötü, ya da kişinin kendi kötülüğüne çare olmakta, acınacak derecede
yetersizdir.
“İçsel nesneleri tarafından terkedilmiş hissetme”
deneyimi evrenseldir. Yeterli içsel ya da dışsal baskı altında herkes bu duruma
düşebilir ancak bu durum fazla sürmeden düzelir. Ancak bazı kişiler kendilerini
bu korkunç içsel tehdit karşısında özellikle kurban konumunda hissederler ve
tam da bu ruh durumunun varlığını inkâr etmek için tasarlanmış psikolojik
düzenekler inşa ederler.
Böyle deneyimlerin, her açıdan oldukça iyi ilerliyor
görünen analizler sırasında ortaya çıkması nadirattan değildir. Beklenmedik bir
şekilde ve psikanalistin normalde fark edebileceği ya da öngörebileceği
tetikleyiciler olmadan, hasta oldukça sıradan bir yoruma, öfke ve dehşet
karışımı bir tepki verir: Psikanaliste karşı, kendisi hakkında böyle bir şey
söyleyebildiği – daha da önemlisi, düşünebildiği – için hiddet duyar. Bu açıdan
bakınca, o anda etrafta olan tek nesne kendisinden nefret eden bir nesne olduğu
ve aniden bütün analitik ilişki korkunç bir tehlikeye düştüğü için duyulan bir
dehşettir bu. Psikanalistin bakış açısından, hastanın bu ani sıkıntısının
derecesi ve niteliği sarsıcıdır. En sarsıcı görünen de, bütün bunlar olup
biterken, hastanın daha bir dakika önce, selim bir ilişki içinde hissettiği
psikanalistine dair inandırıcı bir anısının olmamasıdır. Bir başka deyişle, iyi
nesnenin kaybı mutlak olarak deneyimlenir. Olmuş görünen şey afet hissi verir.
Dehşet verici bir durumdur. Hasta içsel ve dışsal olarak o derece saldırıya
uğramıştır ki, hayatta kalmasının, büyük bir tehdit olarak algıladığı
deneyimden bir biçimde kaçabilmesi sayesinde olduğunu hisseder . Bu dehşeti
küçümsememek çok önemlidir. Freud, kendiliğin hayatta kalabilmek için içsel
nesneleri tarafından seviliyor hissetmesi gerektiğini söylemiştir: “Ego için,
yaşamak süperego tarafından sevilmekle...aynı anlama gelir”. Biraz önce
sözettiğimiz dehşet anında hasta, içindeki herhangi bir şey tarafından sevilme
hissini kaybetmiştir. İyi nesnesinin mutlak kaybı gibi görünen şeyle ve manik
savunmalarının kendisini korumakta yetersiz kalmasıyla karşı karşıya kalan
hasta, paramparça olmasını paranoid mekanizmalar kullanarak ve akabinde
analiste saldırarak önler.
Yani, kendisini içerden ve dışardan şiddetle saldırıya
uğrayan bir durumda bulan hasta, bu durumu tersine çevirerek analistine
saldırır. Böylece psikanalist affedilemez ve kurtarılamaz derecede kötü hale
gelir. Bu durum kaçınılmaz olarak psikanalist için oldukça rahatsız edicidir.
Aslında hastanın yaptığı, nefret dolu, reddeden bir nesneyle içe-yansıtmalı
özdeşleşme kurmak, yansıtmalı özdeşleşme yoluyla da değersizlik duygularını
vahşice analistine atmaktır. Şimdi analist, bir önceki anda hastasının içinde
bulunduğu ruhsal durumun aynısını deneyimler: Kötü olduğuna ve tamamen
kendisine düşman olmuş hastasıyla tek başına kaldığına inanır. Analitik
ilişkinin bu noktasında nefret dolu, saldıran bir nesnenin merhametine kalmış
olmanın sıkıntısını deneyimleyen psikanalisttir. Bunu hastanın kendi süperegosuyla
ilişkisi bakımından betimlemek de mümkün. Nesnesiyle bağı kopunca (yani, ondan
ayrı oluşunu aniden fark edince), hasta güçlü bir nefretle dolu süperegosuyla
yapayalnız ve onun merhametine kalır. Freud melankoliyi betimlerken, “egonun,
süperego tarafından sevilmek yerine kendisinden nefret edildiğini ve kendisine
zulmedildiğini hissettiği için, kendinden vazgeçmesi”nden bahseder. Hasta, bu
üstün, ahlakçı süperegoyla özdeşleşerek analiste saldırır.
Tabi analizin ortasında böyle bir tepkiye yol
açabilecek birçok neden vardır. Böyle tepkileri, kendilerini çaresiz bırakan
kaygı ataklarından korunma amacıyla ayrıntılı, aynı zamanda incelikli ve
sofistike manik yapılar geliştirmiş olan hastalarda görebileceğimizi
düşünüyorum. Aslında bu tür manik yapılar hastayı kaygılarına karşı çok daha
kırılgan hale getirirler. Bu manik yapıların bazı önemli özellikleri vardır.
Birincisi, tümgüçlüdürler (omnipotent). Sorgulanmamışlardır ve sorgulanamazlar.
Hastanın bakış açısı ile sınırlı gerçekliği meydana getirirler. İkincisi, bu
yapılar, nesnenin aslında kendiliğin parçası ya da uzantısı olduğu yönündeki
narsist sanrıyı korumaya çalışırlar. Analist hastanın hayal ürünü gibidir. Bu
düşlem tehdit edilmediği ve korunduğu sürece kendinden beslenir ve sonsuza
kadar varlığını sürdürebilir. Hastanın daha sağlıklı yönlerinden ve gerçekte
var olan terapötik birlikten destek alabilir ve bunları kötüye kullanabilir.
Çökmesi de, bu nedenle çok sarsıcıdır. Üçüncüsü, bu kırılgan tasavvur, analiz
dahil hayatın her alanına sızan, hafif ancak kronik, istilacı bir hor görme ve
aldatma duygulanımı tarafından desteklenir. Adeta bütün analiz süreci, yani
çerçeve, yorumlar, iletilen anlamlar ve bunlara atfedilen değerler, hepsi, evet
hepsi, psikanalistin de hasta kadar az inançla uymak zorunda olduğu boş
ritüellerden ibarettir. Kavramların içi boştur ve zaten analist de bunlara
inanmıyor gibidir. Analist ve hasta arasında adeta bu tuhaf oyunun gereklerini
yerine getirmek yönünde gizli bir anlaşma olduğuna dair bir inanç vardır. Ancak
doğruyu söylemek gerekirse, analist te bir şekilde, hastanın bu hor görmesini
paylaşır. Hastanın içinde yaşadığı bu tutum son derece yıpratıcıdır. En
tehlikelisi, hastanın kendi sevme kapasitesine olan inancını zehirler. Bu
zehirlenme döngüsel ve yıkıcıdır: Egonun hayatta kalması iyi içsel nesneleri
tarafından sevilmesine bağlıdır, ancak içsel nesnelerin kendilerinin hayatta
kalması da tamamen egonun onları sevmesine bağlıdır. Nesnelerini gizli bir
aşağılamayla tehdit etmek, kişiyi sadece seviyor”muş gibi yaptığına” dair ürkütücü
bir hisle başbaşa bırakır. Kendisinin güvenilir ya da gerçekten seven bir
tarafı yoktur, dolayısıyla nesnelerinin de güvenilir ya da gerçekten seven bir
tarafı yoktur.
Eğer hasta tuhaf bir oyunun içindeyse ve psikanalist
de hastasına yorum yaparken bu tuhaf oyunun gereğini yerine getiriyorsa, o
zaman analitik ilişki ile ilgili ne söyleyebiliriz ? Böyle bir durumda,
hastanın, analistin de sahte olduğu, aslında güvenilir ilişkilerin var“mış gibi
göründüğü”ne dair inancı ve bununla bağlantılı deneyimi, kendini
gerçekleştirerek doğrulanmış olur.
Ancak ister istemez, bütün bunlarla birlikte,
hastanın, bu narsist düzeneğinin büyük ölçüde yanılsamalı, savunmacı yapısının,
hatta kırılganlığının, farkına varma kapasitesini bir ölçüde koruyup
korumadığından şüphelenebiliriz. Hasta bir şekilde, bütün çarpıtılmış anlam
duyumunun ve anlatısal bütünlüğünü yaratma çabasının yapmacık olduğunun
farkındadır. Kendisini sürekli sahte, ve aynı zamanda da, başka türlü
olabileceği konusunda ümitsiz hisseder. Sonunda işin iç yüzüyle hesaplaşmayı
ertelemekten fazlasını umamayacağını düşünür. Bir çeşit anlaşma yapmıştır –
nesnelerini yatıştırır, ödünler verir, manipüle eder, onları satın alır.
Onlarla, kendini, kim olduğuyla ve iç dünyasının boş, hileli durumuyla
yüzleşmeye zorlamamaları için pazarlık eder. Tam da bu düzen yüzünden, analitik
nesnenin iyiliği, ayrı olunan ve zorluk yaşanan anlarda tamamen kaybolur.
Nesnenin kendisini sevdiğine temel inancı ve onun nesneye duyduğu sevgi (ki
bunlar aslen aynı şeydir) tamamen kaybolur, çünkü hiçbir zaman buna gerçekten
inanılmamıştır. Bu hiçbir zaman gerçekten temelli kurulmamıştır. Artık hasta,
psişik yapısında varolan ve kendisini yaşam boyu idare edeceğini umduğu
tehditkâr, oluşumsal bir hatayla yüzleşmiştir.
Böyle anlarda bir analist neler hisseder ? Öz
varlığını tamamen kötü olarak algılayan bir hastayla başbaşadır. Kendi
yalnızlık duyguları ve yeterliliğiyle ilgili şüpheleriyle de karşı karşıya
kalmıştır. Bu noktada psikanalist, görünürdeki aldatıcı iyilik halinin
sahteliğini görmezden gelmek pahasına, durumu status quo ante (önceden var olan
durum, ç.n.) yönünde düzeltmek, hastasıyla arasında karşılıklı bir iyilik
hissini canlandırmak için büyük bir baskı hisseder.
Zeki, sanatsal yetenekleri olan, hoş bir genç hanım,
ilişkileri sürdürememe, yaşamının yönünü kaybetme ve amaçsızlık duyguları, ve
dönem dönem ortaya çıkan depresyonu yüzünden analize geldi. Kısa sürede, kendi
becerileriyle ilgili yoğun tümgüçlü düşlemleri kendini gösterdi. İnsanların
düşünce ve motivasyonlarını “psikolojik bir altıncı hissi” sayesinde
okuyabileceğine dair güçlü, sarsılmaz bir inancı vardı. Süreç içinde kırılgan
temeller üzerinde oturan narsist bir kişilik yapısı belirgin hale geldi. Söz
konusu altıncı his inancı anlatısına yayılmıştı ve kısa zamanda analizin
aktarım dinamiklerinin köşe taşlarından biri haline geldi.
Hastanın benimle ilgili de birçok sorgulanmamış ve
irdelenmemiş inancı vardı. Bunlardan biri, kendisinin, benim tek kadın hastam
olduğuydu. Bu konuda bir çok defalar yorumda bulunmuştu – ne kendi seansından
önce analiz odasından çıkan, ne de kendisi giderken giren bir kadın görmediğini
iddia ediyordu. Bu nedenle analiz etmekte olduğum hastalar içinde kendisinden
başka kadın olmadığını mutlak bir gerçeklik olarak kabul etmişti. Analizin
başlayışından epey sonraları, bir gün, tam kendi seansından önce binadan bir
kadın çıktığını gördü. Sonraki birkaç hafta boyunca, haftanın aynı günlerinde
bu olay tekrarlandı. Başta günün o saatinde binada bir kadın görmenin tuhaf
olduğundan bahsetti ve nereye gidiyor olabileceğini merak etti. Birkaç hafta
sonra, aklına o kadının belki süpervizyon almaya gelmiş bir öğrenci olduğunun
geldiğini söyledi. Bunu ele aldım ve başka olası bir açıklamadan kaçınıyor
olduğu gerçeğini, yani kadının hastam olabileceğini, ve bu düşünceden
kaçınmasının çok ilginç olduğunu yorumladım. Hasta bir süre sessiz kaldı.
Konuşmaya başladığında, sesi öfke doluydu. Ona başka hastalarımdan bahsetmeye
nasıl cesaret edebilirdim ? Bu onu hiç ilgilendirmezdi. Ve ben bunu kasıtlı
olarak onu aşağılamak, küçük düşürmek, kendisinden ne kadar güçlü olduğumu
göstermek ve nasıl da benim merhametime kalmış, bana bağımlı olduğunu
kanıtlamak için yapıyordum.
Sizlere tepkisindeki şiddeti aktarmam zor.
Şaşırmıştım ve analitik zihnimi seansın geri kalanı için toparlama çabalarım
sonuç vermedi. Bir sonraki seansta hala çok ajite bir durumdaydı, artık bana
güvenemeyeceğini söylüyordu. Analizle ve onu tedavi edebilme kapasitemle ilgili
her şeyin tehlikede olduğunu hissettiğini, devam edip etmeme konusunda emin
olmadığını söylüyordu.
Sonunda ortam çalışılabilecek bir hale geldi ve
analize devam edebildik. Bu şiddetli deneyimi bir yere oturtmaya, bir şekilde
anlamlandırmaya çalışabildik. Bunun elbette incelenmeye ve yorumlanmaya değer
bir çok yönü var, ancak bu makalenin sınırları dahilinde, sadece kesintiye
uğratılan belirli düşlemden, yani benim tek kadın hastam olduğu düşleminden, ve
bu kesintinin felakete yol açan etkisinden söz edeceğim. Anladığım kadarıyla,
hastanın o anda yüzleştiği şey, aniden ortaya çıkan, onun zihninin bir ürünü
olmamam, benim kim olduğuma dair düşlemiyle benim gerçekte kim olduğum arasında
fark olabileceği, ve onun erişemeyeceği, kontrol edemeyeceği bir zihnim, yaşamım
ve ilişkilerim olabileceği olasılığıydı. Kendisiyle suç ortaklığına giren
“iyi”, ama aslında “sahte” nesne, o anda suç ortağı olmayı bırakmış, ve
gerçekliği işin içine katarak onarılmaz biçimde “kötü” hale gelmişti.
Olayın kendisi atlatıldı, ama benim için, hastanın iç
dünyasında kendini fazla belli etmeyen bazı ögelerin varlığına dair işaretler
bıraktı: Düşlemlerdeki tümgüçlülük, ayrışmayı manik bir biçimde engelliyordu.
Bu tümgüçlülüğün içinde gerçekliği aşağılayan ve küçümseyen narsist içsel bir
evren oluşturan öznel nesnelerin sorgulanmayan varlığı da hüküm sürüyordu. Bu
öznel nesnelere kendilik-nesneleri adını verebiliriz.
Hastanın yumuşatılmamış hasedi, narsist kendine
yeterliliğini ve tümgüçlülüğünü sorgulayan her nesneye saldırmaya itiyor gibi
görünüyor. Özellikle iyi, sahici, sevgi dolu nesneler en büyük zorluğu
yaratıyor ve saldırılmaları gerekiyor. Saldırının bedeli, bu süreçte içsel iyi
nesnenin yok edilmesidir. İçsel nesneye saldırmak, ona duyulan sevgiyi,
dolayısıyla onun içsel varlığını yok eder. Hasta yapayalnız kalır, içindeki
iyilik boşalır, ve kötülüğün varlığı mutlak görünür. Daha sonra hasta, içindeki
nesnelere duyduğu sevgiyi beslemek ve korumaktaki yetersizliği yüzünden duyduğu
ümitsizliği maskelemek için, bunun üzerini örtmek zorundadır. Başka bir yol da,
bu duyguları olduğu gibi psikanaliste yansıtarak şiddetle dışarı atmaktır.
Böyle bir durumda, psikanalist kolaylıkla aşağılamanın nesnesi haline gelir.
Bu umutsuz karanlık, anlattığım hali ile neredeyse
düzeltilemez bir manzaradır. Ancak analitik deneyim göstermiştir ki, hastanın
tüm savunmacı aşağılaması ve indirgemelerine karşın, herşeyin kaybedilmediğine
dair bir parça umut baki kalır. Hastanın iç dünyasında, kendisinden ayrı olan
nesnelerine bu halleriyle, yani ayrı oluşları ile, gerçekten değer verme ve
onları sevme kapasitesinin tamamen ölü olmayabileceğine dair güven kalıntıları
vardır. Bu güven, çok kırılgan ve güvensiz, sürekli tehdit altında ve tekrar
tekrar kuyusunu kazan içsel süreçlerden korunma ihtiyacında olan bir umuttur.
Hastamın öfkesi ile örneklediğim kırılma anları, her
ne kadar hem hastayı hem de psikanalisti allak bullak etse de, aslında bir
şeylerin derinlemesine çalışılmasına olanak sağlamakta verimli, bu türden
koruma anlarıdırlar. Öncelikle psikanalist, hasta tarafından nefret edilen,
suçlu, zalim ve esasen yetersiz ve de değersiz nesne olarak deneyimlenme
dönemlerine katlanabilmelidir. Ayrıca, hastayı yatıştırma ve acilen hem iyilik
hissini, hem de suç ortaklığı içeren idealize edilmiş yeterlilik yanılsamasını onarmak
yönündeki ezici baskıya direnebilmelidir. Ancak bu koşullarda, gerçek analiz
umudu hayatta kalabilir.
Bu zorlu, ancak imkansız olmayan bir çabadır, ve
itiraf edilmelidir ki, başarısı büyük ölçüde psikanalistin iyi bir içsel nesne
olarak psikanalize tutunabilme ve bunun kaybının melankolik ümitsizliğine
teslim olmama becerisine bağlıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder