15 Eylül 2015 Salı

Psikanaliz ve Psikoterapi Kısa Tarihçesi..

1.     Psikanaliz ve Psikoterapi Kısa Tarihçesi..
Psikanaliz ve Psikoterapi Kısa Tarihçesi..
“Kısa” belirtmesini yapmak zorundayım. Çünkü böylesi bir konu, nasıl işlendiğine bağlı olarak, birkaç sömestrelik bir seminer konusu da olabilir, yıllarca üzerinde çalışılarak bir kitap da oluşturulabilir, ya da bir saatlik bir söyleşi/sunu konusu halinde de işlenebilir.

Bizim bugün yapacağımız çalışma, uzun psikoterapi formasyonunuzun başında olduğunuz bu ilk gün, üzerinde emek ve zaman harcayacağınız bu konunun başlangıçtan bugüne içinden geçtiği yolu tanımanız konusunda bir tat sunma çabası olarak adlandırılabilir.

Tat denildiğinde ilk çağrışacak sözcüklerden birisi “yemek” olduğuna ve bu yemeği de ben yaptığıma göre, amatör bir mutfaksever olarak, hazırladığım yemeğin içine neler kattığımı söyleyerek başlayayım öyleyse konuşmama..

Önce psikanaliz ve psikoterapi sözcükleri üzerinde duracağız..

Daha sonra psikanalizin doğuşuna, bu doğumu gerçekleştiren kişinin, yani Freud’un yaşam öyküsünü de içine alarak, bir bakış oluşturmaya çalışacağız.

Aynı zamanda, bu doğumun gerçekleştiği dönemin sosyal, kültürel, bilimsel arka planına eğileceğiz.

Yine, psikanalizin en temel kavramları, bir anlamda yapı taşları üzerinde duracağız.

Giderek, Freud’dan bugüne psikanalitik kuramdaki gelişmeleri, kurama katkıları, bu gelişmeleri ve katkıları gerçekleştiren belli başlı figürleriyle izleyip günümüze geleceğiz.

Ve en sonunda da, günümüzde psikanaliz üzerinde kısaca durup, bu çalışma gününü kapatacağız.



A. Sözcük olarak “Psikanaliz” ve “Psikoterapi”

Bu iki sözcükten hemen üç tane sözcük oluşturup teker teker bunlar üzerinde duralım. Öncelikle “psykhe”, sonra sırasıyla “analiz” ve “terapi”. Psike, yunancadan batı dillerine geçmiş bir sözcük. Ruh anlamında kullanılıyor. Bu anlamda psikanalize ruh analizi/ruh çözümlemesi, psikoterapiye de ruh sağaltımı olarak türkçede yer verebiliriz (elbette terapi sözcüğü üzerinde durmak koşuluyla.. çünkü terapi tam olarak sağaltım anlamına gelmiyor).

Biz şimdilik “psykhe” üzerinde duralım. İlginç bir öyküsü var “psykhe” ‘nin, Antik Yunan’da. Söz konusu dönemde, ilk başlarda ruh kavramının tam olarak bilinmediği ve ölümden sonra bedenli yaşanılacağı inancının olduğu söylenir . Zaman içinde bir gölge kavramı ve buna bağlı olarak da ölülerin Hades’te, yani yeraltı ölüler ülkesinde, soluk gölgeler şeklinde dolaşmakta oldukları inancı gelişir. Psykhe bu tasarımdan doğar. Latin ozanı Apuleius’un “****morphoseon” yani “Dönüşümler” adlı yapıtında, Psykhe Miletos kralının kızı olarak karşımıza çıkar. Çok güzel bir kızdır Psykhe. Halk bu güzelliğinden dolayı Aphrodite’in Miletos’taki tapınaklarını boşlayıp ona tapınmaya başlar. Doğaldır ki, bu durum Aphrodite’in hoşuna gitmez. Tensel ve tutkusal aşk tanrıçası Aphrodite oğlu Eros’u Psykhe’yi cezalandırmak için görevlendirir. Aphrodite’in Psykhe’ye oğlu aracılığıyla layık gördüğü ceza, onun bir ejdere aşık olmasıdır. Ama Eros, bu usta avcı, kendisi düşer tuzağına ve Psykhe’ye sırılsıklam aşık olur. Alır Psykhe’yi bir düş sarayına yerleştirir ve gecelerini onunla geçirmeye başlar. Ama söylenceye göre, Psykhe’nin Eros’la doğrudan göz göze gelmemesi gerekmektedir. Kız kardeşleri tarafından ayartılan Psykhe bir gece dayanamayıp yağ kandili ışığında sevgilisinin yüzüne bakmak ister. Tam o sırada kandilden bir yağ damlası Eros’un yüzüne düşer ve uyanır Eros. Göz göze gelirler. Eros o anda bulutlara karışarak yokolur. Ancak bu yokoluş her ikisinin de birbirlerine özlemini arttırır. Eros annesine sevgilisini bağışlaması için nice dil döker. Oğluna acıyan Aphrodite Psykhe’yi nice sınavdan geçirdikten sonra iki sevgiliyi birleştirir.

Öykü bu.

Bu öyküyü nasıl yorumlayabiliriz ve yine bundan bizim işimize yarayacak ne çıkarabiliriz?

Aslında bu söylencede tam olarak bulduğumuz şey, insanoğlunun ikili ilişkiyi ve bağımlılığı temsil eden tutku alanından tamamlanmış kendilik ve çoğul ilişkiyi temsil eden sevgi alanına açılma öyküsü. Bir yanda anneden sıyrılan oğul öyküsünü buluyoruz bunun içinde (Eros), öte yanda bu sıyrılışın, yani sevgiyi duyumsayabilmek için geçilen yolun, ne denli sıkıntılarla dolu olduğunu (bir kez daha) anlıyoruz. Bir başka incelikli yan görme üzerine, görmek eyleminin kendisine dokunduruyor. Fransızca’dan tüm dillere hediye, görücü, yani “voyeur”, yani Türkçe’nin o ustaca kıvraklığıyla “voyeur”’e eşanlamlı olarak yarattığı “röntgenci” ve bunların edimlik halleri olan “görücülük”, “voyeurisme” veya “röntgencilik” ‘in sevgi ilişkisine ne denli uzak durumlar olduğunu anımsatıyor bize. Sevgi alanı sapkınlığın kalıntılarından arınmış bir alandır çünkü. Sevgiyi duyumsayabilen ve yaşayabilen kişi, çünkü, gelişiminin bir evresinde, bu doğal itkilerinden kurtulmuş ve özgürce yoluna devam etmiştir bir bakıma.

Peki psikanaliz ve psikoterapi’yle ilgilenen bizler için ne anlatıyor bu söylence? Çok iddialı mı olur bilemem ama her birimiz, bilinçli ve/veya bilinçdışı süreçlerle, günün birinde bu konuya ilgi duymaya ve bu alanda kendimizi yetiştirmeye karar verdiğimiz gün, ayırdında olarak veya olmayarak şunu kabul ettik: bizim nesnemiz artık psykhe olacak.. görünenden, hemen kendini belli edenden, kendini dışavurumcu şekilde gösterenden uzaklaşıp görünmeyen ama orada olan, kendini göstermeyen ama duyumsattıran şeye ulaşmaya çalışacağız.. bununla ilişkimiz röntgencilik şeklinde olmayacak.. görmek yerine dinlemek ve duymak’ı geliştireceğiz.. psykhe’nin ne denli kırılgan bir zarifliği olduğunu kendi psykhe yolculuğumuzda deneyimleyip, hastamızla ilişkimizde ona Hades ülkesinde sıkışıp kalmış psykhe’sinin dinleneceği ve duyulacağı ama asla bakılmayacağı, seyredilmeyeceği ve kötüye kullanılmayacağı güvencesini vereceğiz.. aksi halde bileceğiz ki, psykhe zarar görecektir ve bizler de Eros gibi buharlaşıp kaybolacağız..

İşte psykhe..

Psykhe’nin logos’u, yani bilimi, psikoloji, ilk kez 16.yy.da “ruhların belirmesi bilimi” anlamında kullanılıyor. 17.yy.da anatomiye karşıt olarak “ruhun bilimi” anlamını kazanıyor. Bu işi yapan olarak psikolog ve buna değgin anlamıyla psikolojik sözcükleri 18.yy.dan itibaren dile giriyorlar. Psişik sözcüğü 16.yy.da, psişizm ise 19.yy.da kendilerini gösteriyorlar.

Yunanca therapeuein’dan, yani bakmak, iyi bakmak, bakımını yapmak, titizlikle yapmak, özen göstermek, sağaltmaktan, hekim anlamında therapeute 18.yy.da, bakım ve sağaltım anlamında therapie ve yine psykhe’nin therapie’si olarak psikoterapi de 19.yy.da kullanılmaya başlanıyor.

Psikiyatri, psykhe’ye yunanca iatreia, yani sağaltım, ekinin katılımıyla ortaya çıkıyor. İatreia aynı zamanda anlamı hekim olan iatros ile bağlantılı. Aynı kökten geliyorlar. Psikiyatr ya da psikiyatrist psykhe ve iatros sözcüklerinden türetiliyor. Yine iatros’dan –iatrique eki, yani hekimlikle ilgili olan anlamı oluşuyor. Bu da psikiyatrik sözcüğüne ulaştırıyor bizleri. Her üç sözcük de (psikiyatr, psikiyatri ve psikiyatrik) 19.yy.da kullanılmaya başlanıyorlar.

Psikoterapi ve psikiyatri arasında başlangıçta belirgin bir anlam farkı olmamasına rağmen, psikoterapi’nin daha çok özen, bakım, ilgi anlamlarıyla belirginleştiğini, psikiyatri’nin ise giderek tıbbi yaklaşımı vurguladığını söyleyebiliriz. 20.yy.a, özellikle ikinci yarısına, damgasını vuran ayırım ise ilkinin ruhsal sorunlara değişik tekniklerle de olsa bedeni doğrudan katmadan yaklaşımı, ikincisinin ise tıbbın nesnesi durumundaki beden ve bu bedenin işlevselliği doğrultusunda organik yaklaşımı arasında belirginlik kazanır.

Ancak psikoterapi’nin asıl yolculuğu ve gerçek, tutarlı ve yadsınamaz bir anlam kazanışı, psikanaliz’in 19.yy. sonunda hem bir teknik hem de bu tekniğe altyapı oluşturan kuramsal açıklamaların Freud tarafından ortaya atılmasıyla başlamıştır diyebiliriz.



B. Bir kuramın doğuşu..

Bir doğum nedir? diye sorarak başlamak istiyorum söze. Aklınıza gelen tüm çağrışımlara içinizden bir göz atın. Eminim bir çok şey bulacaksınızdır. Bütün bunları yan yana getirip bir araya toplasak, dünyaya gelen bir bebek, anne, bebeği dünyaya getiren kişi, hamileliğin sürdüğü ve doğumun gerçekleştiği koşullar, dünyaya geldikten sonra bebeğin kendini içinde bulduğu koşullar, v.s., belli başlı noktalarda toplanır düşünce ve duygularımız.

Psikanalizin ve modern psikoterapinin doğumunu da buna benzer bir çerçevede ele almayı düşünüyorum. Uzun insanlık tarihine paralel olarak gelişen bilimsel yatağın içinden gün ışığına çıkıyorlar her ikisi de. Diğer tüm disiplinlerin ortaya çıktığı gibi. Zor doğumlar bunlar. Çünkü önyargılar, geleneksel inançlar, sabit düşünceler, tutucu yaklaşımlar.. bütün bunlarla beraber yaşanılan bir hamilelik ve doğum süreci söz konusu olan. Ve bütün zor doğumlarda olduğu gibi, usta ellere gereksinim var. Sıradan bir doğumu gerçekleştiren sıradan bir hekimden daha fazlasını gerektirir bu tür doğumlar. Yalnızca doğumun gerçekleşmesi de yetmez. Doğumdan sonra, bu yalnızca güçsüz değil ama aynı zamanda içine doğduğu dünyanın büyük kısmı tarafından bir hilkat garibesi olarak algılanan yeni varlığı korumak, üstüne titremek, onu yaşatmak da gerekir. Bunun savaşımını üstlenecek kişilere de gereksinim duyulur. Psikanalizin ve dolayısıyla modern psikoterapinin tarihi bize, doğum ****foruyla yukarıda sıraladığımız tüm güçlüklerin yaşanıldığı yer olarak kendini gösterir işte.

Bu bağlamda, bu tarihi özetlemek istediğimizde, söz konusu güçlükleri anlayabilmek için, hamileliğin sürdüğü ve doğumun gerçekleştiği çevre koşullarını, zor doğumu gerçekleştiren ustanın kendisini, yeni oluşumu koruma sorumluluğunu üstlenen çevreyi ve koşullarını da tanımak ve anlamak durumunda buluruz kendimizi. Bunlar olmadan, doğumun kendisi, masallardaki şu tekerlemeyle başlayan bir öyküye benzer çünkü: bir varmış bir yokmuş...

Bizler, bu “bir varmış bir yokmuş” ‘un ötesine geçmeye çalışacağız işte.

Bu bağlamda sırasıyla şunlara değineceğiz:



· Psikanalizin doğduğu yıllarda bilimsel, kültürel ve siyasi açıdan Avrupa

· Psikanaliz öncesi psikiyatri ve psikoterapi

· Kısa biyografisiyle Freud

· Psikanalizin doğuşu

· Bütün eserleriyle Freud ve psikanalizin en temel kavramları

· Yol ayrımları, ekoller ve psikanalizin kurumsallaşması sorunları

C. Psikanalizin Doğduğu Yıllarda Bilimsel, Kültürsel ve Siyasi Açıdan Avrupa..

19.yy. sonu, aynı bizim 20.yy.dan 21.yy.a geçiş döneminde içinde bulunduğumuz sosyal, ekonomik, ideolojik ve bilimsel dönüşüm ve değişim sancılarına benzer bir dönemi karakterize eder. Özellikle de Avrupa için.

Avrupa, özellikle de Avrupa’nın batı-kuzeybatısı, bugün ABD’nin çok daha büyük ölçeklerde dünya üzerinde oynadığınkine benzer bir roldedir. 5 yy.lık bir değişim, gelişim ve birikim sonucunda bu bölge bilim, kültür, teknoloji, sanat, felsefe,siyaset, her alanda doruğa çıkar.

Eğer kısaca özetlemek gerekirse, bir takım kıstas noktaları koyarak, söz konusu durağa nasıl ulaşıldığını özetleyebiliriz. Kendi tarihimizi döne döne hatim ettirmeye çalıştıkları uzun öğretim yıllarımız boyunca kimi zaman duyduğumuz bir takım tanımlamalar, olaylar, tarihler aslında her birimizin bilgi bagajında yeterince veri olduğunu gösteriyor bizlere. Ne yazık ki bu veriler dağınık ve bağlamlarından koparılmış halde.

Örneğin Rönesans ve Reform hareketleri, Engizisyon, ünlü Magna Carta, Aydınlanma Çağı ve 1789 Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi, Ulusalcılık, Emperyalizm, 1. ve 2. Dünya Savaşları gibi.

Az önce de değindiğim gibi bütün bu adını andıklarımız öylesine birbiriyle ilintisiz duruyor ki, altını kalın kalın çizerek sürekli önemini ve gücünü vurguladığımız Kemalist Devrimin bile bütün bu gelişmelerle ve özellikle de Fransız Devriminin, bu devrimin ilk döneminde egemen olan Jacoben kanadıyla ne kadar derinden etkileştiğini bilmiyoruz, bilemiyoruz.

Şu ana kadar yaptığım konuşmanın şaşırtıcı gelebileceğini biliyorum.

Psikanaliz tarihini ele almaya çalışırken aslında sosyal, politik, ekonomik alanlar için belirleyici olabilecek bir tarih okumasına girişmiş olduğum düşünülebilir. Bu nedenle fazla uzatmadan bütün bu saydığım temel olayların bir psikanaliz tarihi için niye önemli olduğu üzerine geleyim.

Örneğin Magna Carta’dan başlayayım. Magna Carta, daha 13.yy.da, İngiltere’de, toprak sahibi soyluların kralın otoritesini sınırlamak için ona dayattıkları ve kabul ettirdikleri yeminin, ya da sözleşmenin, adı. Klasik anlamda bugün parlamenter sistem diye adlandırdığımız ve en iyi toplumsal yönetim biçimi olarak vurgulanan yönetim yapısının önünü açıyor.

Oluşan şey yalnızca Kral’ın gücünün sınırlanması değil aslında. Aynı zamanda Rönesans ve Reform hareketleriyle kendini dayattıran çok daha geniş bir düşünsel, sanatsal, siyasi, bilimsel ve dolayısıyla ekonomik bir dönüşümün yalnızca küçük bir kısmını oluşturuyor Magna Carta.

Bildiğiniz gibi Rönesans, yani “Yeniden Doğuş” , ortaçağ edebiyat, sanat ve düşün dünyasının yeni bir yörüngeye sokulması anlamını taşır. Bu yörünge, ortaçağın yalnız öteki dünyayı merkez yapan, Tanrı’yı ve dini her şeyin üstünde tutan yanına karşıt olarak insanı merkez alan bir yörüngedir. Yeniçağ, rönesansla birlikte hümanist olacaktır. Bu terim başlangıçta ilkçağın temel eserlerinin (yani antik yunan ve roma’nın) ele alınmasına verilen bir ad olsa da, zamanla, bu eserlerin de etkisiyle, dinden bağımsız bir yaşam kültürü, yalnızca insan ve dünya ile ilgili bir felsefe oluşturmak anlamını taşımaya başlar. Edebiyatta Dante, Cervantes, Shakespeare, Montaigne, güzel sanatlarda Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello rönesansın bilinen ünlü isimlerinden yalnızca bir kaçı.

Reform ise, bütün ortaçağa hakim olan Katolik Kilise Kurumuna ve bu kurumun yozlaşmasına karşı dışarıdan başlatılan bir dinsel ıslahat hareketidir. Almanya’da Luther, Fransa’da Calvin, İsviçre’de Zvingli 16.yy. başlarından itibaren birbirlerinden az çok farklı biçimlerde Katolik Kilisesi’nkinden farklı bir din yorumu geliştirerek ortaya çıkmışlar ve etkili olmuşlardır. Luther’in düşünceleri Avrupa’nın kuzeyinde daha egemen olacak Protestanlığın gelişmesine, Calvin’in düşünceleri İsviçre ve kısmen Fransa (Huguenot’lar) ve İngiltere’de (Presbiteryen’ler) kalvinizme, Protestanlığın İngiltere versiyonu Anglikanizm’e yol açar. Protestanlığın hızlı yayılımı Katolik Kilisesi’ni harekete geçirir ve bir karşı reform hareketi başlar. Örneğin bunlardan Papa Paul tehlikeli kitapların bir fihristini yaptırır ve o ünlü engizisyon iş başına geçer.

Ancak modern anlamda insana yönelmenin yolu bir kere açılmıştır. Merkezinde Tanrı olan bir dünya anlayışından insanın bulunduğu bir dünya anlayışına, bu iki kutup arasında yaşanılacak nice gerginliğe ve çatışmaya rağmen, geri dönüşümsüz olarak girilmiştir artık. Her ne kadar bilimsel anlamda, başlangıçta, yeni bakış nesnesi doğa ve doğa olayları olsa da (astronomide Kopernik, Kepler ve Galile’yi sayabiliriz) Descartes’ın kuşkucu akılcılığı varolan, oluşmakta olan her şeyi, dolayısıyla insanı da, yani özneyi de, inceleme altına alacaktır.

Rönesans ve Reform olmadan dinin toplum ve insan yaşamındaki mutlak gücünü sınırlamak olası gözükmemektedir. Yanlış anlaşılmasın, Tanrı’dan söz etmiyorum. Tanrı, herkesin kendi bileceği bir iş. Dinin mutlak gücünden söz ettiğimizde dogmalardan, bu dogmalarla açıklanan yaşam, dünya, doğa olayları, insan, diğer tüm canlılar, yani bir anlam sisteminden söz ediyoruz aslında.

Söz konusu anlam sistemi kırıldığı, ya da gücü sınırlandığı andan itibaren ki, doğa olaylarına ve her yönüyle insana, akılcı ama bir o kadar da kuşkucu şekilde yaklaşmak olanaklı hale gelmiştir. Tabuların kırılması ve modern anlamda sistematik şekilde yoğunlaşan bilgi birikimi bu şekilde ortaya çıkabilmiştir. Aydınlanma Çağı’nın sinyalleridir bunlar. Yalnızca doğaya değil, bilime de yönelmiş bir yeni bakış. Ve yalnızca yeni bilim alanları da değil, bilim felsefesi oluşturan, bilimsel yöntemler üzerine düşünen, bu yöntemleri sorgulayan bir yaklaşım.

Rönesans ve Reform hareketlerinden yaklaşık 2-3 yy. sonra, 18.yy.da, bu çok yönden beslenerek büyüyen ırmak yatağını böyle genişletir işte. Aydınlanma Çağı’nın bir diğer adı Ansiklopedi Çağı’dır aynı zamanda. D’alembert ve Diderot’nun Ansiklopedi’si el üstünde tutulmaktadır. J.J.Rousseau çocuk eğitiminde doğal yöntemlerden söz etmekte ve “el değmemiş doğa sevgisi”‘ni yüceltmektedir. Voltaire ve Montesquieu gibi aydınlanma felsefecileri, temelinde Katolik dünya görüşüne dayanan tüm peşin yargıları yıkmak amacıyla yola çıkarak akıl, doğa ve insan mutluluğunu ön planda tutan bir yaklaşım geliştirirler. Reformun kiliseyle hesaplaşmasından neredeyse 3 yy. sonra, soylularla burjuvazinin hesaplaşması, 1789 devrimiyle Fransa’dan başlayıp dalga dalga Avrupa’ya yayılır. Bütün monarşiler tehdit altındadır artık. Söz konusu dalga, Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı İmparatorluğu’nda da hissedilecek, 1800’lerden itibaren ardı ardına reform, ya da ıslahat, denemeleri olacaktır. Ancak monarşilerin tükendiği noktada ortaya çıkan ulus devletçilik ve onun ideolojik temeli olan ulusçuluk bu büyük etnik mozaiğin, bütün ıslahat çabalarına rağmen, hızla erimesini engelleyemeyecektir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntıları arasından ortaya çıkan yeni ülke, Türkiye, tam da bu tür bir ulus devlet kalıbında kendini gösterir. Batı’nın 4-5 yy.da tamamladığı bir süreci neredeyse 30-40 yılda tamamlama azminde bir devrimle.

İnsanın kendi kendisiyle, ona yüklenen (ya da kendine yüklediği) anlamlarla yüzleşme, bunları sorgulama, üzerinde yoğunlaşması, yukarıda çok kısa şekilde özetlediğim tüm bu gelişmeleri tamamlayan ve hatta ona yeni ve geri dönüşümsüz bir ivme veren Sanayi Devrimi’yle (ve özellikle de sonuçlarıyla) derinleşecektir. Çünkü Sanayi Devrimi yalnızca bilimsel anlamda bir büyük sıçrayış, sosyal anlamda radikal bir dönüşüm, ekonomi politik anlamda artı değerin katlanarak büyümesi ama bölüşümde keskin olumsuzlukların ortaya çıkması, bu bağlamda köylülüğün (dolayısıyla feodaliteden arda kalanların) çözülerek yeni bir sınıfın, proleteryanın, ortaya çıkması değildir. Bütün bunlardır, ve hatta daha fazlasıdır da. Ama aynı zamanda çekirdek ailenin, kadın haklarının, yeni bir kadın cinselliği ve dolayısıyla erkek cinselliğinin, yalnızlaşma ve yabancılaşmanın ve bütün bunlarla iç içe yürüyen modernite insanının da ortaya çıkmasıdır. Eğer içinde yaşanılan dünyayla, verili ortak yaşam algısıyla bunu yaşayan insan arasında bir etkileşim var ise (ki var olduğu yadsınılamaz), bu bağlamda modern nevrozun da ortaya çıkması anlamına gelir bu söylediklerimiz. Böylece şu çıkarsamayı yapmak kolaylaşır: 19.yy. sonunda Freud’un temellerini attığı psikoterapi teknik ve kuramı işte bu modernite insanına, onun yabancılaşmış, yalnızlaşmış, yaşamdaki varlığını kuşkucu şekilde sorgulayan yanına ve tüm bunların nevrotik formlar altında kendini gösterişine bir tür yanıt olarak gözükebilir.

Bugün, yani 21. yy. başında, eğer dinamik psikoterapi tekniği ya da teknikleri üzerine bunca tartışma var ise, klinikte, 20.yy. başlarında favori ilgi alanı olan histeri yerine, daha çok narsistik bozukluklarla, preödipal süreçlerle yoğunlaşıyor isek, bunu, modernite insanın içinden geçtiği yeni yaşam koşulları, yaşam algısı, insan ve aile içi ilişkiler, kuşaklar arası aktarım ve iletişim formları, zaman algısındaki köklü değişiklikler, sübjektif zaman algısının hızlanması, yabancılaşmanın derinleşmesi gibi bir çok alandaki etkenlere bireyin (özne demek daha uygun olacak) bilinçdışı savunma yanıtlarında bir değişikliğin eşlik etmesine bağlıyabiliriz sanırım.

Bağlamasak bile en azından bir ilgi ve sorgulama alanı olarak bir kenarda tutabiliriz tüm bunları.

D. Psikanaliz öncesi psikiyatri ve psikoterapi..

Yukarıdaki gibi böylesine geniş tuttuğumuz bir tarih aralığından psikanaliz öncesi psikiyatri ve psikoterapi üzerine bir zaman aralığına geçiş, işleri daha da zorlaştırıyor. Ya da, açıkça söylemeliyim, ben işleri biraz zorlaştırmayı seviyorum.

İnsanoğlunun ruhsal süreçler üzerine düşünmeye başlaması çok ama çok eskilere gidiyor. Tarihöncesi çağlara kadar. O dönem insanının bizim anladığımız şekilde bir ruhsal süreç/ruhsallık algıladığını söylemiyoruz elbet. Ama kimi bulgular ve çok çeşitli kültürlerde (ya da tam doğru olarak her kültürde) kendini gösteren ruh, can, öteki ya da ölüler dünyası gibi kavramlar ve söz konusu iki dünya arasında ilişkiyi sağlayan özel görevliler (örneğin şamanlar) bulunması insanoğlunun bir insan topluluğu olarak ortaya çıktığı tarihin en erken vakitlerinden bugüne, bu alanı, yani ruhsallık alanını bir anlamlandırma çabası içinde olduğunu gösteriyor.

Örnek olarak ilkçağlarda, yaklaşık 12000 yıl önce, yapılan kafatası trepanasyonları (yani kafatasında çok keskin bir taş bıçakla elips biçimde bir delik açılması operasyonu), neden yapıldıkları hala varsayımsal kalan uygulamalardan biri. Bunun bugün yapılan beyin ameliyatları gibi bir ameliyat olmadığı kesin. Kötü bir ruhu kovmak için mi, ya da ruh dünyaları arasında bir ilişki kurmak için mi, yoksa bir ölüm ritüeli olarak mı, uygulamanın yapıldığı kişinin gücünü elde etmek için mi, soruları arttırabiliriz..

Trepanasyonlar bir kenara bırakıldığında elimizde çok daha geniş bilgiler sunan mitolojik inançlar yığınını buluyoruz. Uzak Doğu’dan Sibirya steplerine, Hint diyarından Mezopotamya, Orta Doğu, bütün Afrika’ya, Kafkaslar, Kuzey Avrupa’dan Alaska’ya, kavşak noktası olarak Anadolu’dan Orta Avrupa’ya, Amerika’nın gerçek ilk kültürlerine.., her yerde, her zaman, bütün zenginliğiyle bu alana dair sayısız veri var.

(Dolayısıyla psikanalizin niye antropolojiyle bu kadar içli dışlı olduğunu anlayabiliriz.)

Fazla üzerinde durmadan yalnızca birkaç örnekle yetineceğim.

Örneğin Japonlarda, eski Japon kültüründe, can ya da ruh anlamına gelen tama’lar var. Önsezi anlamına da gelebilir. Tüm olaylarda önceden duyumsanan güçler şeklinde. Bu tamalar nesne ya da insan bedeninde bulunurlar. Ancak serbestçe dolaşabilirler. Yaşam ve ölüm bunların sayısına bağlıdır. Hasta birisine veya ölmüş birisine tamafuri yani tama aktarılması yapılır. Bunu da herhalde olsa olsa bir Japon şamanı gerçekleştirmekteydi.

Şaman bir çok eski kültürde (ve hala dünyamızın kimi bölgelerinde) bulunan çok etkin işlevli bir sosyal rol aslında. Ali Babaoğlu’nun “Psikiyatri Tarihi” ‘nde bu rolün özellikleri çok güzel özetlenmiş.

Şaman, kendisine aktarılan bir bilgi ve deneyimle değil, ama kendinde olan bir özel özellikle, kendinden geçerek doğadaki ruhlarla (doğada bulunduğuna inanılan ruhlarla) temasa geçer. Kural olarak başından daha önce önemli bir sakatlanma ya da hastalık geçmiş ama bundan olağanüstü şekilde kurtulmuştur. Onu güçlü kılan (veya bir başka anlatımla sıra dışı kılan) budur. Söz konusu kurtuluş, onun bu zayıf anında ruhlar arasına karışmış, bu dünyayı tanımış ve oradan geri dönebilmiş olduğunu simgeler. Ve şamanlığı yalnızca kendisi tarafından değil ama içinde yaşadığı topluluk ve çevre tarafından ona tanınır. İçinde yaşadığı toplulukla ilişkisinde bir karşılıklı bağımlılık durumu gözlenir. Topluluk onun doğadaki ruhlar arasına karışabilme yetisine, o da toplumun ona sunduklarına gereksinim duymaktadır. Ona karşı beslenen duyguları saygıyla değil korku, gizem, çekingenlik ile açıklayabiliriz. Anlaşılmayan/bilinmeyen/ kontrol edilemeyen ile uğraşmaktadır çünkü. Ruhlarla kendiliğinden ya da istek üzerine gerçekleştirdiği buluşmalarında söyledikleri bunu dinleyenler tarafından yoruma ya da yeni bir anlama kavuşturulacaktır.

Şamanlığın bu kendinden geçme halinin bir ileri evresi olarak yorumlayabileceğimiz bir başka uygulamasında, şamanın değil ona başvuran kişinin şaman tarafından kendinden geçirilmesi ve ruhlarla ilişkiye girmesini buluyoruz. Bu uygulamada şaman, sahip olduğu yetenek ve bilgilerle, kişinin kendisini bu gizemli dünyaya açmakta, bu yolculukta ona eşlik etmektedir.

Bu kısacık bilgilerden yola çıkarak, benzeştirmelerle, şu soruları sorabiliriz elbet. Terapist de, kendi iç dünyasını, bu dünyanın iyi/kötü, hoş/hoş olmayan, tam/eksik, sorunsuz/sorunlu yanlarını şu veya bu nedenle tanıma isteği duyarak ve bu tanıyışı, genel hatlarını gerçekleştirerek ötekini, ona başvuranı, bu iç dünyaya, yani ruhsal yaşam dünyasına ve kişiye özel özgün yanına açmıyor mu? Kendi tama’larını tanımış olarak, tama’lar dünyasının kurallarını bilerek, ötekine kendi tama dünyasıyla tanışmasında eşlik etmiyor mu? Ve eyledikleri arasında, kimi zaman, bir tamafuri de yok mu?

Eğer böyleyse, ilkçağlardan en azından modern çağa bir köprü kurmuş olduğumuzu söyleyebiliriz (en azından derken postmodern çağı, üzerinde çok soru işareti bulunduğu için, şimdilik kenarda bıraktığımı anlatmak istiyorum).

Yine ilkçağlara, o dönem başat kültürlerine (Mısır, Mezopotamya, Çin, Yunan ve Roma gibi) baktığımızda, bütün bu kültürlerin üzerinde durduğu temel noktanın ölüm sorunsalı olduğunu anlıyoruz. Ölüm ne? Asıl sorulan, korku ve endişe olarak duyumsanan bu. Ölümünü bu dünya üstünde önceden bilebilen tek canlı olarak insanın tarihin en eski dönemlerinden itibaren varoluşunda bu sorunun izlerini taşımaya başladığını sezebiliyoruz. Ruhlar dünyası inancından öteki dünyaya, öldükten sonra yaşanılacak dünyaya geçiş inancının temelinde yatan bir korku ve endişe kaynağı. Bu kaynak olmadan ne dinleri ne sosyal yaşamı, toplumsallaşmayı, ne felsefenin ortaya çıkışını anlamak çok olası gözükmüyor. Belirleyici etmenlerden birisi, ölüm. Bu bağlamda, şaman gibi ölmeye ramak kalmış bir deneyimin kendisinden geçmiş olmanın insanlarda ne denli etki yarattığını algılayabiliriz.

Şamanlıktan büyücülüğe, iyileştiriciliğe ve ilkçağ anlamıyla hekimliğe, bütün bu geçişlerde, bunların her birisinin üstün ruhsal ya da tanrısal güçlerle donatıldığına dair bir yaygın inanış doğal olarak var.

Mısır’da olsun, Mısır tıbbının devamı niteliğinde Antik Yunan ve Roma tıbbında olsun, hekimlik tanrısal bir sanat olarak olarak görülüyor ve hekimin ilgili tanrının bir tür rahibi olmasını gerekli kılıyordu. Buna rağmen psişik fenomenler söz konusu hekimlik sanatının içine doğrudan girmiyor, ama kimi diğer tanrıların sorumluluk alanında ele alınıyorlardı. İyileştirici etmenler olarak da, şamanınkinden giderek ayrımlaşan bir yöntem bütünlüğünün yine bu dönemde (Mısır’dan Antik Yunan ve Roma dönemine geçişte) oluştuğunu söyleyebiliriz. Eski İran kültürünün simgesi Zerdüşt hekimin söz, ot ve bıçakla iyileştirdiğini dile getiriyordu. Onun Antik Yunan’daki izleyicisi Asklepios’un da aynı yöntemleri kullandığı biliniyor. Örneğin Asklepios’a göre iyileşme ancak hastanın kendisi kendi acılarına egemen olma yöntemlerini geliştirebilirse olasıdır. Bu yolda hastaya yardım edilmelidir. Asklepios adına kurulan tapınaklarda, ki bir örneği Bergama’da bulunuyor, hastalara şarkı ve şiir dinletilmesi, dans ve tiyatro izlettirilmesi bu nedenledir. Hastanın iyileştirici güçlerini canlandırmak amacıyla.

Bir başka ünlü hekim, hepimizin bildiği, Hippokrates’in ise, “Düşlere Dair” adlı yapıtında bugün bizlerin kullandığı psikanalitik düş yorumlama tekniğine ne kadar yaklaştığını, şaşkınlıkla, öğreniyoruz.

Ali Babaoğlu’nun “Psikiyatri Tarihi” ‘nden olduğu gibi alıntılıyorum:

“..Makedonya kralı II.Perdikkas hastalanmıştır. Makedonyalı hekimler onun iyileşemeyeceğini söylemektedirler. Kral Hippokrates’i çağırtır. Hippokrates saraya vardığında, kendi rakibi olan Knidia okulundan Euriphon’un kralı henüz muayene etmiş olduğunu görür. Euriphon kralı, Knidia okulunun yöntemleriyle, lavman ve hacamatlarla tedavi etmek istemektedir. Hippokrates ise kraldan özel, mahrem bir görüşmede, düşlerini anlatmasını ister. Kral düşlerinden birkaçını anlattığında da, apati ile karakterize olan hastalığın, kralın babasının gözdesi olan güzel Phila’ya olan gizli aşkından ileri geldiği anlaşılır. Kral önce buna çok öfkelenir. Fakat sonra durumu kavrar, Hippokrates’i doğrular ve sonra da gizli dileğinin doyumunu sağlayarak iyileşir..”

Başka bir şey eklemeye gerek var mı bilmiyorum. Yalnızca şunu söylemekte yarar var, Ortaçağ’a yaklaştıkça, artık ruhsal yaşantı ve buna dair sorunlara, giderek daha sistemli bir yaklaşma çabası içinde olunduğu görülüyor.

Örneğin İ.Ö.400’lü yıllarda yaşamış Eflatun “Psyche’nin aktif ve ölümsüz olduğu ve onun hastalığının, kişinin çeşitli yönelişleri arasındaki uyumsuzluktan ya da bilgisizlikten ileri geldiği” düşüncesini ileri sürer. Eflatun 4 tür delilik hali tanımlar: profetik (şamanımsı ekstaz hali), telestik (kolektif ekstaz hali), poetik (yaratıcı esin türünde) ve erotik (aşkla ilgili) delilik durumları.

Eflatun’dan hemen sonra gelen Aristoteles için ise, irrasyonel davranışlar (örneğin Eflatun’un tanımladığı şekliyle) rasyonel düzenin yeniden sağlanması için önemli işlevleri olan durumlardı. Bastırılmış duyguların kendilerini ortaya koymaları düzenin yeniden sağlanması için terapötik işlevler oluşturabilirdi.

Roma dönemine geçtiğimizde, artık tıbbi bilginin, dolayısıyla ruhsal bozuklukların da, çok daha ayrıntılı ele alındığını görüyoruz. Örneğin Celsus’un İsa’nın doğumundan hemen sonraya rastlanan yıllarda oluşturduğu büyük ansiklopedide, nöropsikiyatri için önemli olacak frenezi, epilepsi, apopleksi gibi başlıklar bulunur. Ondan 1-2 yy. sonra yaşamış Efesli Soranus ve Kapadokyalı Aretaios epilepsiyi çok ince ayrıntılarına kadar tanımlamış, frenezi üzerinde durmuş ve mani ve melankoliyi, birbirlerine dönüşümleri ve yinelenişleriyle birlikte, ele almışlardır.

Ortaçağ, Avrupa’da, tıp ve ona bağlı olarak ruhsal hastalıkların, İlkçağ’ın aksine, önemini yitirdiği ve hekimliğin sanat olarak değerinin azaldığı bir dönem olarak belirir. Rönesans ve Reform hareketlerinden de anlaşılacağı üzere uzun yüzyıllar boyunca her şeye Kilisenin damgasını vuracağı bir döneme geçilmiştir çünkü. Her tür atılımın engizisyon tarafından denetlendiği ve yasaklandığı bir dönem. Özellikle de ruhsal alana ait bir çok bozukluğun şeytan’ın kişiyi eline geçirmesi şeklinde yorumlandığı, bu bağlamda konverziyonlu ya da değil histerikler, sanrıları olan hastalar, epilepsisi olanlar, bir çoğunun engizisyon ateşinden nasibini aldığı uzun yıllar. Şeytan her yerdedir ve Kilise, her yerde şeytan avındadır.

Rönesans ve Reform ruhsal bozukluğa bakışı bir ölçüde değiştirir elbette. Engizisyon ateşinin yerini önce bir kayıtsızlık, daha sonraları giderek önceleri gelişigüzel, sonraları, modern tımarhanelerin oluşumuna yol açan kurumsallaşma ile, gözden uzak tutma eğilimi yerleşir. Foucault’nun “Deliliğin Tarihi” adlı kitabını okumayanlarınıza öneririm. Orada modern psikiyatrinin (dolayısıyla modern toplumun) hangi ağır ve sancılı dönemler üzerinde oturduğunu duyumsayabilirsiniz.

Bu gözden uzak tutma eğilimleri içinde, “deli” ‘yi kent dışına atma, bir tüccar veya hacı grubuna emanet etme veya uzun yol gemilerine vermeyi sayabiliriz. Foucault’nun deyimiyle “Avrupa kentleri, bu deli gemilerinin kendi limanlarına yanaşmalarını sıklıkla görmek zorunda kalmışlardır”. Her ne kadar yine bir çok kentte delilerin kapatıldığı küçük kuleler, zindanlar, tanrı evleri olsa da, bu tür uygulamalar, özellikle de o kentten olmayan yabancı deliler için, anladığımız üzere sıklıkla, gerçekleştirilmekteydi.

Ateşe ya da sürgüne gönderme evresinden aileye, kiliseye ya da kent hastanesi ya da tımarhanesine kapatma evreleri Aydınlık Çağı’ndan itibaren ruh hastalıkları üzerine yeni, döneme özgü bilimsel yaklaşımlarla yeni bir boyut kazanacaktır.

Aslında nasıl Rönesans, Antik Çağ doğa ve insan yaklaşımına bir geri dönüş ise, bu geri dönüşün ruh hastalıkları bölümüne eski yöntemli terapilerin giderek modern versiyonlarının geliştirilmeye başlanması denk düşer. Bunlar modern psikoterapinin de önünü açan yaklaşımlar olacaktır.

18.yy. ortalarında Mesmer “Manyetizma” yöntemiyle, Viyana’yı terk etmek zorunda kaldıktan hemen sonra, Paris’te ortaya çıkar. Yöntemi, ilkçağ ve antikçağda gördüğümüz animus’ların, yani hayat özlerinin, akışkanlarının, ki bu Mesmer’e göre evrensel bir öz idi, kişide yapay yolla kasılmalar yaratarak rahat akmasını, dengelemeyi amaçlıyordu. Her ne kadar bir takım teknik araçlar kullansa da (!), söz konusu uygulama, telkin yoluyla kişide bir tür konverziyon oluşturmaktan öteye geçmiyordu. Dönemin kralı Louis XVI uygulamanın aşırı göz boyayıcı yanından dolayı soruşturma açınca, manyetizma da Mesmer’le birlikte unutulur. Ancak Mesmer’in öğrencilerinden Puysegur “Manyetik Somnanbülizm” ‘i geliştirir. Hipnoza giden yolda önemli bir adım atılmıştır. Gerçekten de çok fazla geçmeden, İskoçyalı James Braid, akışkanlık teorisi yerine psikonörofizyolojik bir açıklamayla “Hipnotizm” adı altında, aslında sinirsel uyku olarak açıkladığı, hipnoz uygulamasını geliştirir. Kendi ülkesinde çok ilgi bulmayan araştırma ve uygulamaları Fransa’da yankı bulur. Azam ve Broca hipnozu bir tür anestezi yöntemi olarak kullanırlar. Liebault, 1860’tan itibaren, hastalarında hipnozu yaygın olarak kullanmaya başlar ve bunun fiziksel bir süreçten çok sözlü telkine bağlı psişik bir süreç olduğu varsayımını ortaya atar. 1882 yılında Liebault’un deneylerine katılan Bernheim gerçekte Hipnotizm diye bir şey olmadığını, asıl olanın telkin olduğu düşüncesini vurgular. Hemen hemen aynı dönemlerde Paris’te Charcot, asıl ilgisi nöroloji üzerindeyken, hipnozla da ilgilenir. Hipnozun histerik hastalarda yarattığı çok çeşitli görünümleri tanımlar. Erkek histerisi kategorisini ortaya atar ve yine günümüzde posttravmatik stres bozukluğu olarak adlandırdığımız travmatik histeri kavramını geliştirir. Öğrencilerinden Pierre Janet için, bir süre Freud’un da gelip çalışacağı deneysel psikoloji laboratuarının kurulmasına ön ayak olur. Nevroz teriminin bunca pekiştirilmesinde Charcot’nun tartışılmaz bir önemi vardır. Janet ise psikasteni’yi tanımlar ve hem histeri hem de psikasteninin kökeninde psikolojik zayıflıklarından dolayı hastaların bilinç alanının daralması olduğunu ileri sürer.

Charcot, Bernheim ve Janet.

Aynı dönemlerde Freud, psikanalize giden yolun taşlarını döşemeye başlamıştır artık.

Psikiyatrinin 18.yy.dan başlayıp 20.yy ilk yarısına kadar izlediği yol ise öncelikle ruhsal hastalıkların tanımlanmaları, sınıflandırılmaları, etyolojileri üzerinden gerçekleşir. Modern anlamda sağaltım teknikleri ve seçenekleri 20.yy.ın 2. yarısından itibaren farmakolojideki büyük adımlarla kendini gösterecektir.

E. Kısa biyografisiyle Freud..

Freud’u anlatmak kolay değil. Onun biyografisine kısacık da olsa dokunmak. Önce kendisinden, onun biyografiler üzerine düşündüklerinden dolayı.

Freud’a göre tanınmış kişilerin yaşamöykülerine ilgi doğaldır. Ancak ele alınan kişinin cinselliğinin tam olarak açıklığa kavuşturulamaz yanlarının olması, öte yandan genel olarak biyografi yazarlarının ele aldıkları yaşamım kimi yanlarını değersiz görerek çalışmalarına almamaları, ortaya çıkan biyografinin gerçekliği yansıtmayacağı doğal sonucunu verir. Bu anlamda biyografiler, Jung’a yazdığı mektuplardan birinde yazdığı gibi “berbat reprodüksiyonlar” ‘dır. Söz konusu olan kendi biyografisi olduğunda, Freud daha da sertleşir. “Yaşamım ve Psikanaliz” ‘in önsözünü hazırlayan Ilse Grubrich-Simitis’den bir alıntıyla Freud “..özel yaşamının mahremiyetini savunarak, iç dünyasından ne kadarının açıklanacağı konusuna yalnız kendisinin karar verebileceği üzerinde inatla direnmiş, rahat bırakılma isteğini yineleyip durmuştur..”. Bu sertliği onun bir yandan bilim adamı kimliğine, öte yandan yaşamını yapıtının gerisinde bırakma (ya da yapıtını, psikanalizi, yaşamının önünde tutma) isteğiyle açıklanabilir. Yine Grubrich-Simitis’den bir alıntı, öğrenim amacıyla psikanalizde olan bir kişiye söylediği tümce: “..İnsanlar benim şahsıma değil, psikanalize karşı ilgi duymalıdır..”. Bu konuda tavrını özetlemek için son bir alıntı da Briefe’e yazdığı mektuplardan birisinden bir alıntıyla kapayacağım:

“Yaşamım..Dıştan bakıldığında sakin ve bir içerikten yoksun geçti, birkaç açıklamayla dile getirilebilecek bir yaşam. Ne var ki, psikolojik bakımdan eksiksiz ve dürüst bir yaşamöyküsü aile konusunda, çoğu henüz hayatta bulunan dost ve düşmanlar konusunda o kadar çok mahremiyetin açığa vurulmasını gerektirecek ki.. Böyle şey düpedüz olanaksız. Bunca özyaşamöyküsünü değersiz kılan da onlardaki düzmeceliktir..”

Ancak, biyografilerin taşıdığı sakıncalara ne kadar vurgu yapsa da, belki de bundan dolayı, Freud, 1924 yılında kendi özyaşam öyküsünü kaleme alır. İlk elden ve çok titizlikle üzerinde durduğu gibi yaşamını psikanalize eklemleyerek yapılmış bir çalışmadır bu.

Hemen girişte de, onca sadelikle dile getirilen sözcüklerle:

“..6 Mayısa 1856’da Moravya’da, bugünkü Çekoslovakya’nın küçük bir kenti Freiberg’te dünyaya geldim. Annem ve babam Musevi idi, ben de Musevi kaldım….İlk gençlik yıllarımda hekimliğe karşı pek bir yakınlık duymadım, hatta daha sonraları bile böyle bir yakınlık duymuş değilim. İçimde doğal nesnelerden çok insan ilişkilerini konu alan bir bilip öğrenme tutkusu yaşıyordu… Erken yaşta, daha okumasını öğrenir öğrenmez dört elle sarıldığım Kutsal Kitap’taki alıntılar, çok sonraları fark ettiğime göre, ilgi doğrultumu kesinlikle belirlemişti….hukuk öğrenimi yapmayı ve toplumsal alanda etkinlik göstermeyi tasarlamıştım… Goethe’nin “Doğa” adındaki nefis denemesi tıp fakültesine yazılmamda kesin rol oynadı.”

“1873’te başladığım üniversite öğrenimi, hatırı sayılır bir sürü düş kırıklığıyla karşı karşıya bıraktı beni. Bunlar arasında en ağırı, kendimi değer bakımından başkalarından aşağı hissetmeye ve içinde yaşadığım ulusun bireylerinden ayrı bir kimse gibi görmeye zorlanmam oldu…kendi ırkımdan ne diye utanç duymam gerektiğine bir türlü akıl erdiremiyordum.. benden esirgenen ulusdaşlığa gelince, pek fazla üzülmeden gözden çıkardım bunu, böyle bir ulusdaşlık bağı olmaksızın da çalışkan bir kimsenin insanlar arsında kendine küçük bir yer sağlayabileceği kanısındayım…(bunun yarattığı etki) çok erken bir dönemde muhalefet safında yer almaya itilmek ve “dört başı mamur” çoğunluk tarafından aforoz edilmiş durumda tutulmak gibi bir yazgıyla karşı karşıya bırakılmamdı. Böylece, bir çeşit bağımsız yargı gücünün tohumları henüz erken yaşlarda içimde filizlenmeye başlamıştı.”

Bu sadeliği biraz zenginleştirmek gerekiyor elbette.

Freud babasının 3.eşinden ilk çocuk olarak dünyaya gelir. Hemen hemen 1 yıl sonra, ancak 8 ay yaşayacak olan bir erkek kardeşi dünyaya gelir. Bu ölümün Freud’un üzerinde etki yaptığını kendi analizinden anlıyoruz. Anne ve babanın, ölen çocukları dışında, 2 erkek 5 kız toplam 7 çocukları olur. Babanın ilk eşinden 2 oğlu daha vardır. Freud 4 yaşındayken aile, babanın bozulan işlerinden dolayı Leipzig üzerinden Viyana’ya gelir ve yerleşir. Mutlu ve başarılı bir çocukluk dönemi tanımlar. Liseyi bitirinceye kadar her sene okul birincisidir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi, üniversite için ne yapacağı konusunda kafası karışıktır. İlgisi daha çok sosyal alan, insan ilişkileri, hatta felsefe üzerinde dolaşır. Babasının bu konuda, ailenin ekonomik sorunlarına rağmen, baskı yapmamasını büyük bir sevgi ve saygıyla anacaktır.

Tıp fakültesi bu başarılı geçen öğrencilik yıllarından sonra zor ve çetin bir dönemi temsil eder. Üniversiteye kaydını 1873’te yaptırır ve ancak 8 yıl sonra diplomasını alır. İlk 5 yıldan sonra kendini araştırmaya verecektir.

Bu dönemde önce, burs kazanarak, Trieste Üniversitesi Zooloji Enstitüsü’nde yılanbalıkları üzerinde çalışır. Yaptığı araştırmada, yılanbalıklarında cinsiyetin genetik olarak önceden belirlenmediğini bulgular. Ancak araştırması yeterince ilgi görmeyince, zoolojiyi bırakır ve ünlü fizyolog Brücke yönetimindeki Fizyoloji Enstitüsü’ne geçer. Burası, belki Brücke’nin kişiliği de, ona uzun süre huzur verecektir:

“Nihayet Ernest Brücke’nin fizyoloji laboratuarı bana tam bir huzur ve doyum sağladı.. Sinir sisteminin histolojisine ilişkin olarak hocam Brücke’nin verdiği bir laboratuar ödevini onu memnun bırakacak gibi yapıp çıkardım ve bu konudaki çalışmaları ileride tek başıma sürdürdüm.. ilk açılacak asistanlık kadrosuna herkes tarafından aday gözüyle bakılıyordum. Tıbbın psikiyatri dışındaki dalları beni kendine pek çekmiyor, bu yüzden tıp öğrenimim hayli ağır bir tempoyla ilerliyordu..”

“Özyaşamöyküsü” ’nde Freud, Fizyoloji Enstitüsü’nden stajyer hekim olarak Genel Hastane’ye geçme gerekliliklerini Brücke’nin ısrarı ve ailesinin içinde bulunduğu maddi koşullar olarak açıklar. Freud üzerine yapılan kimi biyografi çalışmalarında ise buna ayrıca , daha sonradan eşi olacak Martha Bernays’a aşık olması ve 1882’de onunla nişanlanması da eklenir (1886 sonbaharında, kokain üzerinde yaptığı çalışmaların meyvesini, nişanlısını görmek için yarattığı bir tatil fırsatında kaçırmış olması yüzünden “..beni söz konusu ünden ettiği için de nişanlıma herhangi bir kin bağlamadım” dediğini biliyoruz ama..).

Genel Hastane’de iç hastalıkları kliniğinde asistan hekimlik yapar. Bir taraftan da Brücke’nin servisinde başladığı kimi çalışmaları hayvanlar üzerinden insanlar üzerine yöneltme fırsatı bulur (ilkel bir balık türünde omurilik araştırmasından insanda omurilik soğanının araştırmasına geçme). Yanında çalıştığı Meynert ilgisini beyin anatomisine yöneltmesini ister. Freud ise , maddi koşulların zorluğu nedeni bir yandan, Meynert’te hissedemediği sıcaklık öte yandan, sinir hastalıklarına yönelmek istemektedir. 1885 ilkbaharında nöropatoloji doçentliği ünvanını elde eder ve uzun zamandan beri adını duyduğu Charcot’nun çalışmalarına katılmak için aynı yıl Paris’e gider.

Paris’e gitmeden önceki durumu için şunları söylemektedir:

“..Nevrozlar konusunda hiçbir bilgim yoktu. Bir gün sürekli baş ağrılarıyla bir nevrozluyu kronik ve lokal bir menenjit vakası diye takdim edince, dinleyicilerimin hemen hepsi haklı olarak itirazlar yöneltip yüz çevirdi benden, vaktinden önce başlayan hocalığım da böylelikle sona erdi..”

Charcot’nun yanında Freud, Histeri üzerine bilgilerini genişletir. Ayrıca Charcot’nun klinik çalışmalara karşı kuramsal tıbbın gelişigüzel yaklaşımlarına direnişinden çok etkilenir. Her iki durum da Psikanaliz’in gelişimi ve savunulmasında Freud’a öğretici olacaktır.

Paris’ten döndükten kısa bir süre sonra, 1885’te, Viyana Üniversitesi’ne “Usta” olarak adaylığını sunar. Brücke’nin desteğiyle adaylığı kabul edilir. Söz konusu ünvanı en genç yaşta elde eden hekim olmuştur ve böylece önemli bir müşteri olanağı bulmuştur.

Artık kendi çalışmalarına daha çok olanak bulabilmektedir. Daha Fizyoloji Enstitüsü’ndeyken tanıştığı Breuer ile ilişkisi iyice gelişir. Breuer’in hipnoz yöntemiyle elde ettiği sonuçlara kendi gözlemlerini katar ve karşılıklı tartışma olanağı yaratırlar. Bu çalışma ve tartışmaların sonuçlarını 1893 ve 1895’te histeri üzerine iki kitapta toplarlar.

“..Birlikte uyguladığımız yönteme Breuer tarafından katartik yöntem adı verilmiş, yöntemin amacının, yanlış yollara saparak orada sıkışıp kalan duygu yüklerinin normal yollara iletilmesi ve bu yollardan boşalımlarının sağlanması olduğu açıklanmıştır.Katartik yöntemin pratikteki başarısına hiç diyecek yoktu.Yöntemin sonradan görülen kusurları ise bütün hipnotik tedavilerde rastlanan şeylerdi..”

“..Hayli önceleri de düşünce bakımından Breuer’le ayrıldığımız pek çok nokta baş göstermiş, ama bunlar hiçbir zaman aramızda bir bozuşmaya yol açmamıştı..Ruhsal bir olayın akışının ne zaman hastalandırıcı karakter taşıyacağı.. konusunda Breuer daha çok fizyolojik denebilecek bir kuramı benimsemişti…Ben, ruhsal bir olayın hastalandırıcı bir akış izlemesini, daha çok, çeşitli güçlerin ortak bir etkinliği, çeşitli amaç ve eğilimlerin bir ürünü sayıyordum ki, bu durum normal yaşamda da gözlenebilmekteydi…. Derken yaptığım incelemelerden nevrozlara rasgele içtepilerin değil, cinsel çatışmanın ya da geride kalmış cinsel yaşantılardan kaynaklanan etkilerin her vakit yol açtığı görüşüne vardım ve ilgili görüş giderek içimde güçlendi.. Histeriyi cinselliğe dayandırmakla tıbbın en eski çağlarına döndüğümden ve Platon’a yaslandığımdan habersizdim..”

F. Psikanalizin doğuşu.

İşte psikanalizin doğum anı..

Freud, özyaşamöyküsünde, psikanalize doğru giden yolun düşünce evrimlerini adım adım özetler. Hastanın unutmalarından direnç kavramına ve dolayısıyla bastırma’ya.. Bastırma kavramı üzerinde yoğunlaştığı andan itibaren uyguladığı tekniğin adını, amaç artık “ters yollara saptırılmış duygulara serbest boşalım olanağının sağlanması değil, baskılanmalar üzerindeki örtünün kaldırılıp, bir vakit baskılanmış içtepilerin yadsınması ya da benimsenmesi” olduğu için katartik teknik’ten psikanalize değiştirmesiyle.. Psikanalizin alanının bilinçdışı olduğu üzerinde yoğunlaşmasıyla.. Nevrozlara yol açan nedenler üzerinde düşünürken ve ilgisini bunun üzerinde yoğunlaştırdığı sıralarda, giderek cinsellik ve özellikle de çocuk cinselliği üzerinde çok temel kavramlar oluşturmasıyla.. Yine söz konusu cinsellik ve nevrozlarda cinselliğin yeri üzerinde yoğunlaşmışken, “travma” kavramından, ve teorisinden de, fantazm alanına geçmesi ve ruhsal realitenin maddi realiteden daha önemli olduğunu keşfetmesiyle.. Cinsellikle birlikte libido kavramına ulaşması, libidodan çocuğun içinden geçtiği çiftcinsellik (biseksüel dönem), yine çocuğun ilk libidinal objesinin ensestüel niteliği üzerinde durmasıyla.. Kastrasyon ve bütün bu aşamalar arasında sürekli etrafında döndüğü Ödip Kompleksi’ne ulaşmasıyla..

Yolun en önemli temel taşları böyle atılır. Daha sonrası, yani bir kez psikanaliz bilinçdışını, ve yalnızca bilinçdışını, kendi nesnesi olarak seçtiği andan itibaren, daha sonraları başkaları tarafından geliştirilecek büyük teorik alanlar akıp gelecektir.

Freud’a daha sonra yapılacak eleştirilerden birisi, ki Freud yaşamı boyunca hem kişiliği hem de geliştirdiği teorik ve pratik bütünlük için sayısız eleştiri alacaktır ve hala almaktadır da, çalışmalarında bazen bir alanda kimi adımlar attıktan sonra orayı yeterince geliştirmeyip başka alanlara yönelmesi olmuştur. Onun teorik çerçevede kimi zaman önemli zikzaklar çizdiği, kimi zaman öne attığı kimi düşüncelerin sonradan başka düşünceleriyle çeliştiği söylenmiştir hep. Bu anlamda, bilimsel çalışma yöntemi sorguya alınmıştır.

Söz konusu eleştiri ya da eleştiriler birer saptamadır. Doğru da olabilirler. Hatta daha net söyleyeyim, doğrudur bunlar. Ama şu hep unutulur ya da (bilerek ya da bilmeyerek) ihmal edilir: Freud’un bilinçdışını keşfi, başta da değindiğimiz gibi daha ilkçağlardan beri şu veya bu şekilde ****fizik alan olarak beliren tüm inançlar, ritüeller, irili ufaklı bütün dinlerin, inanç alanının disiplinleşmiş hali olan felsefenin içinde beliren şeyi, bir anlam da yeniden keşfidir. Freud, bilinçdışını yeniden keşfetmiştir. Hangi koşullarda? Nöroloji biliminin dolu dizgin beyni, beyin alanlarını keşfe çıktığı bir dönemde. Deliliğin, hala ortaçağ yaklaşımlarının etkileri arasında olduğu bir dönemde. Cinselliğin, yine ortaçağdan yeniçağa, hala çok büyük bir tabu olduğu dönemde. O, sıradan bir doktor değildir. Sıradan demeyeyim, genel anlamıyla bir doktor, nörolog değildir. Arka planında insana, sosyal olaylara, felsefeye, dinlere, arkeolojiye, sanata ilgi duyan birisi; bunun yanında Musevi bir ailenin (her iki taraftan da) ilk erkek çocuğu, ama aynı zamanda kendinden 1 yıl sonra doğan ama ancak 8 ay yaşayabilen bir kardeşin örtük yasını uzun yıllar yaşayan seçilmiş bir çocuk. Musevi olmanın yazgısını çok erken yaşlarda öğrenmiş, o yılların iki dünya savaşının temel fonunu oluşturacak milliyetçiliğinden (günümüzde yeniden hortlayan ve daha ince taktikler kullanan) nasibini almış bir genç. Meraklı, hırslı, başarı arzusu olan, aynı zamanda dengeli, politik, kurnaz, ama düşüncelerinden taviz vermese de, yeniliğe, yeni olana açık. Bunun yanında aşka, hem de sırılsıklam, kendisini bırakabilen. Tutkulu. Fakat tutkunun yakıcı yüzünü çok çabuk hisseden ve sevgiyi, dostluğu, karşılıklı özveri ve saygı üzerinden giden bir ilişkiyi arzulayan ve bunu kurabilen bir kişi. (*)

Dediğimiz gibi: Freud bilinçdışını yeniden keşfetmiştir.

Bu yeniden keşfedişin aracı serbest çağrışımdır. Dolayısıyla, artık rüyaların, sürçmelerin, mizahın, ağzımızdan gelişigüzel çıkan sözcüklerin, aşklarımızın, dostluklarımızın, kıskançlıklarımızın, acılar ve üzüntülerimizin, geçmişten kopup gelen ve sürekli yinelenen anıların anlamlarına giden bir kapı aralanmıştır. Yalnızca “deliler” için değildir bu kapı. Ya da “nevrotikler” ‘e sunulmaz. Her birimize, hepimize, küçük nevrozlarıyla yaşamlarını kuran herkese açıktır. Bu anlamda da, bir anlayışı değiştirir. Bir devrim yaratır. Batı kültür tarihinde (kültür sözcüğünü kullandığımda hem en geniş hem de dar anlamından söz ediyorum) radikal dönüşümler yaratmış 3 kişiden biri olur (elbette bence; ama buna katılacak bir çok kişi bulabilirsiniz.. Diğer ikisi Nietzsche ve Marx’tır..) .

Evet bir tarih verecek olursak, belki başkaları başka tarihler de ileri sürebilirler, 1895, psikanalizin, şu veya bu şekilde, doğum yılıdır. Freud 1939’da ölünceye kadar bu çocuğu özenle büyütecek ve ölümünden sonra da gelişimini tamamlaması için, daha en erken yıllardan beri onu kıskanç bir titizlikle kendinin öngörmediği, onaylamadığı her türlü değişik yaklaşımdan korumaya çalışacaktır.

Psikanalitik kuramın Freud tarafından geliştirilmiş temel yapı taşlarına, yani dürtülere, o hala tartışma konusu olan Eros ve Thanatos’a, haz ve gerçeklik ilkelerine, ben-üstben-id’e, aktarım ve karşı aktarım’a, narsizme.. bir çok temel kavram ve konuya değinmeyeceğim. Bunların bir çoğunu psikanaliz formasyonu almayan, hatta psikanalize karşıt psikiyatrist ya da psikologların, bazen felsefeci ve sanatçıların, medyanın bile dönem dönem kullandığını biliyoruz. Sizlerse, bunları, uzun eğitiminiz boyunca kişisel bagajınızın üzerinde özenle durulmuş ve geliştirilmiş temel bilgileri haline getireceksiniz.

Ama bugün, bu ilk derste, bir başlangıç olarak, sıradan bir insana göre psikanaliz formasyonuna karar vermiş sizlerde bir bilgi merakı uyandırma isteği içindeyim. Öğreneceğiniz şey, bir tekniktir. Psikanalize başladığımızda her şeyden önce bir teknik öğreniriz. Ancak teknik denilen şey, ne yazık ki son yıllarda egemen olan bir anlayışla, ruhsuz bir kalıp değildir. Psikanalitik tekniğe yapılabilecek en büyük haksızlık bu olur. Ve, türkçemizde kullanılan bir deyimle tanımlayacak olursak, eğer Freud böylesi bir ruhsuzlaştırma olgusunun yavaş yavaş o özenle korumaya çalıştığı psikanalize uygulandığını görebilseydi, “mezarında dönerdi!..” diyelim. Psikanalitik anlamda ruhsuzluk, davranışçıların, kognitivistlerin, organikçilerin alanına, onların uyguladıkları tekniklere denk düşebilir ancak. Hastayı, acı çeken insanı, bir davranışa, bir bilişsel kalıba, bir semptoma (semptomlar bütününe) indirgemek ve günümüzde giderek yer kazanan (daha da yer kazanacak olan) genetik aşk, korku, ağrı, üzüntü, hobi ve fobi, sapkınlık, şiddet, yas, yeme içme, yememe içmeme v.s. haritalarına sıkıştırmak. Psikanalitik teknik böylesi bir teknik değildir. Psikanaliz, diğer tüm yaklaşımların tersine, davranıştan, bilişsel bir kalıptan, semptomdan ya da semptomlar bütününden, genetik belirlenmişliklerden kişinin bütününe, öznel tarihinin tümüne uzanır ve onu özne olarak kavrar ve kucaklar. Bu temel ayrımı aklımızın bir köşesinde olmazsa olmaz bir refleks olarak tutmadan tekniği nereden ve ne kadar iyi öğrenirsek öğrenelim, örneğin karşı aktarımımız içinde görünmez bir elle, hastamızı dışarıda, yani acısının içinde bırakmaya devam ederiz. Diğer tekniklerde olduğu gibi, semptom bütünden soyutlanamaz psikanalizde. Parça bütünü gösterir. Psikanaliz özneyi bütünleştirir. Teknikten önce ruhtur çünkü psikanaliz. İnsana ve dünyaya, yaşama bir bakıştır.

Psikanalist, dolayısıyla, hem bir teknik geliştirir (deneyimler, öğrenir, dener..) hem de geliştirdiği teknikle birlikte gelişir, olgunlaşır, büyür, bütünlenir. Bunlar yan yana olmadığında, yan yana gelişmediğinde aksayan bir şeyler var demektir.

Nasıl öğrenir tekniği psikanalist adayı?

Freud’a burada yine dönüyoruz. O, daha başlangıçtan itibaren hastaların şikayetleri içinde örtük başka bir süreç olduğunu sezgileri yoluyla duyumsamıştı. Ama asıl derinleşmeyi, Fleiss’la mektuplaşmalarından nasıl geliştiğini anladığımız otoanalizi sırasında, kendi üzerinden sağladı. Söz konusu otoanaliz bir yandan rüya yorumlama çalışmalarıyla öte yandan çocuk cinselliği üzerinde yoğunlaşmalarıyla yakından ilintilidir. 1897’den itibaren, ki yaklaşık 10 ay önce babasını yitirmiştir, bu tekil ve biricik deneyim düzenli bir çalışma haline gelir. Freud bu süreçte kendi cinselliğini (cinselliğinin derin katmanlarını), babaya karşı duygularını, annesine yönelttiği istekleri, bir takım duyguları ya da yaşantılarını anlama çabasında kendi içinden gelen dirençleri, kardeş kıskançlığını, ve başka bir çok özelliğini, yani kısaca kendisini anlama olanağını bulur. Kendinden anladıkları çok hızlı bir şekilde çalışma haline dönüşür ve hastaların psikodinamikleri üzerinde kavrama ve sezgi olanaklarını arttırır. Bu konuda şunları söyler Freud:

“..Hastalarımla yaşadığım her şeyi burada buldum: düşlerimden, fantezilerimden ve gün içindeki ruh durumumdan hiçbir şey anlayamadığım için bezgin bir biçimde ortalıkta dolandığım günler ve yine ani bir şimşeğin çakıp bağlantıları aydınlattığı ve insanın geçmişte olup bitenlerin bugünü anlamak için bir hazırlık olduğunu kavramasını sağladığı günler..”

Dağınık şekilde 1892-1893’te başlayan, düzenli olarak 1895’ten itibaren sürdürülen otoanaliz çalışması sonucunda, aradan 4-5 yıl geçtiğinde, artık kendini eskiye göre çok daha iyi duyumsadığını yazacaktır bir mektubunda. Ama, her başladığı şeyi sürdürme alışkanlığı otoanalize de yansır ve hayatının sonlarına kadar her akşam yarım saatini kendi analizine ayırmaya devam eder.

Otoanalizden (bunun yorucu, ketleyici, engel çıkarıcı yanlarından) her analist olmak isteyenin analizden geçmesi gerekliliğine geçiş kendiliğinden olacak ve bir kural olarak yerleşecektir. Çünkü otoanaliz ya da analiz, kişinin kendi nevrozunu tanıması ve özgürleşmesi için her zaman tek ve biricik deneyim olarak kalacaktır. Kendi yolunu yürümemiş olan, başkasının yolunda o kişiye eşlik edemez. Bu da, yalnızca bilinçdışımızda nelerle karşılaşabileceğinin bir bilgisini elde etme değil, bu bilgiyi elde ederken yaşanılan acının, sıkıntının, gerginliğin, utancın, bütün duygu iniş ve çıkışlarının bilgisi, dolayısıyla hastaya yaklaşırken nelerden incinebileceği, kırılabileceği, ketlenebileceği konusunda bir içgörü sahibi olabilmektir. Kendi içgörümüz ötekinin (analizinde ya da terapisinde) yaşadığı sıkıntıları anlayabilme, onu taşıyabilme ve ondan, ayırdında olmadan bize aktardığı taşınabilme isteğine, örtük /kısmen örtük yanıt verebilme olanağı sunar.

Bu açıdan bakıldığında, analitik tekniğin hem kuramsal bilginin öğrenilmesi hem de bu bilgiyi pekiştirecek tekil bir deneyim olduğu gerçeğine varıyoruz.



E. Bütün eserleriyle Freud ve psikanalizin en temel kavramları.

Freud’un ölümünden kısa bir süre öncesine kadar yaptığı tüm çalışmaları özetlemek kolay değil. Hazırladığım metne bunların tümünü alsam da. 1891’de “Afaziler Kavramına Katkı” ‘yla başlıyor bu devasa yapıt. 1939’da ölümünden hemen önce “İnsan Musa ve Tektanrılı Din” yayınlanıyor. Ölümünü izleyen yıllarda, başladığı ve geliştirdiği ama yayınlamadığı birkaç eser daha gün ışığına çıkıyor.



1891: Afaziler Kavramına Katkı

1895: Histeri Üzerine İncelemeler

1895: Bilimsel Bir Psikoloji Taslağı

1900: Rüyaların Yorumu

1901: Rüya üstüne

1901: Bir Histeri Analizi Parçası

1901: Gündelik Yaşamın Psikopatolojisi

1904: Freud’un Psikanalitik Yöntemi

1905: Cinsel Kuram Üstüne Üç Deneme

1905: Zihin Esprisi ve Bilinçdışıyla İlişkisi

1907: W.Jensen’in Gradiva’sında Sanrı ve Rüyalar

1909: Bir Çatışma Nevrozu Olgusuna Dair Notlar

1909: Beş Yaşında Bir Erkek Çocuğun Fobisi Analizi

1910: Psikanaliz

1910: Analitik Sağaltımın Gelecek Perspektifleri

1910: Leonardo da Vinci’nin Bir Çocukluk Anısı

1910: “Vahşi” Psikanaliz Hakkında

1911: Otobiyografik Form Altında Tanımlanmış Bir Paranoya Olgusu Üstüne Psikanalitik İncelemeler

1911: Psişik Olaylar Akışının İki Prensibi Üstüne Formülasyonlar

1912: Transferin Dinamiği

1912: Analitik Sağaltım Hakkında Hekimlere Öğütler

1913: Totem ve Tabu

!913: Sağaltımın Başlangıcı

1913: Psikanalizin Yararı

1914: Narsizme Girmek İçin

1914: Yeniden Anımsama, Yineleme ve Özümseme

1915: Aşk Transferi Üstüne Gözlemler

1915: Dürtüler ve Dürtülerin Yazgısı

1915: Bastırma

1915: Bilinçdışı

1915: Rüya Kuramına ****psikolojik Katkı

1917: Yas ve Melankoli

1917: Psikanalize Giriş

1918: Bir Çocukluk Nevrozu Öyküsünden Hareketle

1919: Psikanalitik Sağaltımın Yeni Yolları

1919: Endişelendirici

1920: Haz İlkesinin Ötesinde

1921: Kitle Psikolojisi ve Ben Analizi

1923: Ben ve İd

1924: Mazoşizmin Ekonomik Sorunsalı

1924: Nevroz ve Psikoz

1924: Nevroz ve Psikozda Gerçeklik Yitimi

1925: Kendini Tanıtma

1925: Negasyon

1926: İnhibisyon, Semptom ve Anksiyete

1926: Acemi Analiz Sorunu

1927: Fetişizm

1927: Bir Yanılsamanın Geleceği

1930: Kültürde Sıkıntı

1931: Kadın Cinselliği Üstüne

1933: Psikanalize Giriş Derslerine Yeni Katkı

1937: Analizde Yapılanmalar

1937: Sonu Olan ve Olmayan Analiz

1939: İnsan Musa ve Tektanrılı Din

1940 (ölümünden sonra): Psikanaliz Elkitabı

1967 (ölümünden sonra): Başkan Thomas Woodrow Wilson’un Psikolojik Portresi

1974 (ölümünden sonra): Fareli Adam, Bir Analiz Günlüğü

1983(ölümünden sonra): Aktarım Nevrozlarına Genel Bir Bakış



Bunlar içinde hepimizin bildiği temel, öne çıkmış çalışmalar olduğu gibi belki adlarını bugüne kadar hiç duymadıklarımız da olabilir. Hepsini okumak gerekir mi? Freud’un türkçeye çevrilmiş birkaç kitabı ve yabancı dilden başka birkaç kitabından sonra, ilk kez bir yabancı kentte, büyük bir kitapevinin psikanaliz seksiyonunda Freud’un tüm eserleriyle karşılaştığım anı anımsadım çalışmanın bu bölümünde. Merak, ilgi ve nereden başlayacağını bilememenin huzursuzluğu. Kendim için şunu söyleyebilirim (elbette yalnızca kendim için): ilk keşfin huzursuzluğundan sonra, bir süre kendini gösteren gelişigüzel bir yalpalamayı izleyen bir dönemde, bu obur oral yanım sakinleşti. Gereksinim duyduğum şeyleri bu bütünlüklü yapıt içinde arayıp bulmaya çalışma alışkanlığım kendiliğinden gelişti. Ama bugün hala inandığım bir nokta, yazılımlarının üzerinden bunca zaman geçse de, bir analistin ya da analist adayının temel başvuru yerinin Freud’un eserleri olduğudur. Katmanlı bir okuma ister Freud’un eserleri. Önce belki en temel yazıları.. sonra gereksinim duyulan alanlarda nokta okuyuşlar.. daha sonra biraz uzaklaşıp Freud düşüncesinin kronolojik seyrini anlamaya yarayan bir uzaktan okuma.. Ve belki en son halkada, eğer kişiliği okuyana ilgi çekici geliyorsa, özellikle de Fleiss’la yaptığı başta olmak üzere, mektuplaşmaları.

Niye bunu öneriyorum?

Çünkü Freud’un çalışmaları ve psikanalizin yavaş yavaş ortaya çıkışı, dünyada eşi benzeri bulunmayan bir yöntemi de barındırır: otoanaliz sürecini. Az önce de değindiğim gibi, otoanaliz ölümünden kısa süre öncesine kadar Freud’un hiç vazgeçmeden sürdürdüğü bir ritüel olacaktır. Dolayısıyla, onun yapıtlarını kronolojik olarak gözden geçirme, ayırdında olmadan, kendi analizimizde geçtiğimiz evreler ya da hastalarımızla gerçekleştirdiğimiz psikoterapi süreçlerinin akışı üzerine de bir kılavuzluk yapabilir. Çalışmaları, aynı zamanda Freud’un bilinçdışı yolculuğunun aynaları durumundadır bir bakıma.

Yapıtlarından hangileri temel yazılar olarak alınabilir?

Hiçbir zaman böyle bir yeteneğim olmadı. Ek olarak doğru da bulmuyorum böyle bir yaklaşımı. Her okuma sürecinin, adlarımız gibi, kendi istek ve gereksinimlerimize özgü olduğunu düşünüyorum. Birimiz “İnhibisyon, Semptom ve Anksiyete” ‘den başlar, bir başkamız “Kitle Psikolojisi ve Ben” ‘i favorisi yapar, bir ötekimiz “Totem ve Tabu” ‘yla yola çıkar, bir diğer ötekiyse, şu veya bu nedenle, “Fetişizm” ‘i araştırır. Önemli olan başlamaktır. Başlandığı anda, eğer ki başlayan analize gerçekten ilgi duyuyor ve içsel dirençleri onu alıkoymuyorsa, yine kendi isteği ve gereksinimlerine bağlı olarak, taştan taşa sıçrayışlarla, kendi yolunu yapacaktır.

Bu okuyuş sürecinde, aynı zamanda kişisel deneyimimiz ya da yolculuğumuzda, bir takım kavramların, diğerlerine göre, psikanalizin temel elemanları olduğu düşüncesine ulaşırız. Bunlar bir kuramın olmazsa olmazlarıdır bir bakıma. İskeleti mi demeliyiz, bir tür taşıyıcılık yaparlar. Diğerleri, en az bu taşıyıcı sistem kadar önemli olanlar, yine de bu omurga olmadan dağılma, ayakta duramama riskini taşırlar.

Hangi kavramaları alabiliriz bu taşıyıcı sistem içine?

Bence bunların en başında Freud’un “Küçük Hans” ‘la çalışırken keşfettiği ve 1908’de “Çocuk Cinselliği Kuramları” ‘nda ilk kez yer verdiği kastrasyon gelir. Kastrasyon, hepinizin bildiği üzere, analizde kullandığımız anlamıyla bir uzantının, hadi diyelim, küçük oğlan çocuğunun kaybetmekten korktuğu ya da küçük kız çocuğunun zaten kaybetmiş olduğunu düşündüğü bacaklarının arasındaki şey değildir. Bacaklarımızın arasında olan ya da olmayan şey, yaşamımızın ilk yıllarında içinden geçtiğimiz cinsel evrim sürecinin bir aşamasında, bedenin, dolayısıyla varlığın ve oradan kalkarak varoluşun bir sınırı olduğu bilinçdışı deneyimidir. Söz konusu deney bir anla sınırlanamaz. Aksine bütün yaşamımız boyunca kendini yeniler. Analitik deneyim, bir bakıma, en yoğun olarak çocuklukta yaşadığımız bu varlık sınırlılığını bir yeniden yaşamayı ve böylece, bedensel sınırların isteğin sınırlarına göre daha dar, küçük, sıkışık olduğunu kabullenebilmeyi sağlar. Kastrasyonla hemen akla gelen en yakın kavram Ödip Kompleksidir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder