Anne ve
Babanın Ruhsal Gerçekliğinin bir Yansıması: Çocuk Arzusu
F. Göver
Sünerin
Doğum insanı her seferinde dehşete düşürebilen büyülü
bir süreç. Bu büyülü sürecin kısmen daha görünür olan biyolojik aşamalarının
yanında, daha gizli, belki de gizemli olan psikolojik aşamaları insanın
varoluşunda önemli bir yer tutmakta. Margaret Mahler'in belirttiği gibi
psikolojik doğum kişinin hayatının her aşamasında yankılanır.
Herkesin bir doğum hikayesi vardır. Bu hikaye başlıca
anne ve babanın ruhsal gerçekliklerinden geçerek oluşur ve doğmamış bebeğin
ruhsal gerçekliğini oluşturmaya başlar. Fetus bu ruhsal gerçeklere ve kendi
doğma arzusuna tutunarak büyür, gelişir ve dünyaya gelir.
Anne baba için çocuk arzusu, kendi çocukluk dönemi
fantezi başlar. Yani çocuk arzusu, ebeveynlerin kendi doğumlarıyla başlayan
ruhsal gerçeklikleri içinde barınır.
Bu sebeple çocuklarla analizde ve psikoterapide anne
ve babanın ruhsal gerçekliğinin önemli bir yeri vardır.
Bu yazıda anne ve babaların çocuk arzusu ve çocuğun
doğum arzusu ele alınarak, bir çocukla çalışmada, tüm bunların anlaşılmasının,
çocuğun psikoterapisinde ve analizindeki önemi vurgulanmak istenmiştir.
Çocuklar yaratıcı dilleriyle ortaya koydukları
semptomlarla, anne ve babaları tarafından analize veya psikoterapiye getirildiklerinde,
ebeveynlerinin arzusunu yerine getirmeye çalışıyor olabilirler. Ancak çocuğun
semptomlarının büyük çoğunlukla ebeveynlerin bilinçdışı çatışmalarının
yansımaları olduğu düşünüldüğünde, çocuklar bu semptomlarla, hem anne
babalarının bu çatışmalarını görünür hale getirmekte, hem de bunlardan
sıyrılarak kendi arzularına ulaşma isteğindedirler.
Çocukla olan bir psikoterapi sürecinde, çocuğun
ruhsal gerçekliğini, anne ve babadan bağımsız düşünemeyiz. Çünkü anne ve baba
kendi çocuk arzuları ve bu arzunun kaynaklarından yola çıkarak, çocuğa belli
anlamlar yükleyebilirler. Bu sebeple çocukla yapılan bir ruhsal tedavi
sürecinde ebeveynlerin çocuk arzusunu ele alabilmek çok önemlidir. Ancak bu
yolla çocuğa gerçekten yardımcı olunabilir.
Peki nedir çocuk arzusu?
Bu konu belki yıllar önce sadece üreme amaçlı ele
alınabilirdi ancak psikanalitik literatür incelenmeye başlandığında çocuk
arzusunun psişik anlamının genişliği ve karmaşıklığı insanı şaşırtmaktadır.
Kadının çocuk arzusu
Doğal olarak her kadına değişik şekillerde annelik
yapılmıştır. Bir kadın anneliği deneyimlemiştir, bir kız çocuk olarak beslenmiş
ve kendisi de bir besleyici olma fantezi kurmuştur. Bu yolla kadın annesiyle
bir özdeşim kurar. Florence Guignard "Kız çocuğun annenin dişiliğine olan erken
vakit özdeşleşme ile oidipus dönemi arzularının zamansallığını
örgütleyebileceği, kendi dişil tasarılarını daha ileriye erteleyerek annesinin
anneliğine birincil özdeşleşmesini aynı zamanda ve ayrı bir şekilde
geliştirdiğini" söyler. Bu dönemde doğabilecek bir kardeşin bakımında
anneye yardımcı olma da bu özdeşimi sağlar.
Buradan da anlaşılacağı gibi kadın için çocuk arzusu
tahmin edilebileceğinden çok daha erken bir dönemde başlar. Melanie Klein küçük
kızın bilinçdışı fantezi karnının bebeklerle dolu olduğunu ve bu bebeklerin
yaratıcılık, güç ve güzellik sembolü olan babasının penisi ile oraya
koyulduğunu hayal ettiğini belirtir. Yaratıcı ve yaşam veren penisine ve babaya
duyulan hayranlıkla ondan çocuk sahibi olma, küçük kız çocuğunun en önemli arzusu
halini alır.
Bu arzunun oluşmasında, kız çocuğunun gelişip bir
kadın olması serüveninde erken dönem annesi ile olan ilişkisinin de önemli bir
rolü vardır. Bu ilişkinin içinde kurduğu özdeşim, kız çocuğunun, bir erkeği
arzulayan kadın olarak annesi ile olur. Ancak aynı zamanda bu kadınlık
serüveni, o'nun bir kız çocuğu olarak, tanınmasıyla başlar ve devam eder. Yani
iki yönlüdür, özdeşim kuran çocuk ve bu özdeşimi ve kız çocuğunu bir kız,
geleceğin kadını olarak tanıyan anne.
Bu ortak dansta özdeşimin önemli bir ayağını anne
oluşturur. Sylvie Faure-Pragier ve Elda Abrevaya'nın belirttiği gibi kadın
cinselliğinin normal evriminin sağlanabilmesi için kendi kadınlığını kabul eden
bir anneyle özdeşimi son derece önemlidir. Ayrıca kadınsı özdeşleşme, babanın etkin
rolünü kabul eden bir annenin, oluşturduğu destek sayesinde olanak kazanır.
Çocuk Arzusunda Tamamlanma ve Tümgüçlü Olma arzusu
önemli bir yer tutar.
Psişik dünyamızda narsisizm fantezi ifade edilir ve
bu fantezi biri de tamamlanma ve tümgüçlü olmadır. Bu fantezi tatminine olan
eğilim nihai kendilik hissini inşa eder. Kişi kendi eksiklikleri ve
yetersizlikleriyle yüzleştikçe, tümgüçlü olmadığını algılamaya başlar ve diğer
insanlara olan ihtiyacını farkeder. Bu tümgüçlülüğün içinde bir çatışma
doğurur. Bu çatışma ancak bir müzakere ile çözümlenebilir. Kişi seçimleri ile
bunu yönlendirir (yatırımları, sevgi nesneleri, ilgileri, v.b.). Çatışma
gelişimin ardındaki en temel güç olur. Bu çözümler, ister normal, ister
patolojik olsun kişiye yeni bir ivme, ilişki kurma şansını yaşatır. Çocuk
sahibi olma da bu içsel çatışmanın bir yönüyle çözümü olabilir. Ayrıca bu
yaşanan süreçler, tümgüçlülüğü ve tümbilgeliği içeren büyüklenmeci kendiliği
besler, dolayısıyla "mükemmel kendilik" fantezi doyurur.
Tamamlanma arzusu özellikle hamilelikte kadın için
öne çıkar. Hamilelik kişiyi dolu, tamamlanmış, iç boşluklardan uzak, üretken
hissettirebilir. Anne arzuladığı çocuğunu kendiliğinin bir uzantısı, beden
imajını destekleyen, o'nu vücüduna eklenen gururla sergileyebileceği bir
zenginleştirici olarak görebilir.
Julia Kristeva çocuk sahibi olma arzusunda kadının
çiftecinselliği, yani çocuğun kadının penis olduğunu söyler ancak aynı zamanda
tamamlanma arzusuyla ilgili de şöyle der: "Anne olmak kimliğin dengesinin
bozulması ya da açık bir yapı olarak değil de, "çifte cinsellikten çok
"androjen" teriminin uygun düşeceği bir tamamlanma olarak algılanır
ya da yaşanır".
Brezelton ve Cramer'e göre, "Tamamlanma
arzusunun yanısıra insanın kendisinin çocukla füzyonuna ilişkin ortakyaşamsallık
fantezi vardır". Çocukla birolma arzusu esasen annenin kendi annesiyle
birolma fantezi denk düşer ve bu arzu kişinin kendine güveni için en temel
fantezi. Hamilelik ise birolma fantezi doyurulduğu bir dönemdir.
Çocuk arzusu ile kadın çifte özdeşleşmeyi deneyimler.
Annesiyle ve bebek olarak kendi, geçmiş yaşantılarından yola çıkarak hem anne
hem de bebek rollerini yaşantılar. Bu özdeşleşim o'nun kendi annesinin yerine
geçme ve o'ndan ayrılması imkanını sağlar. Maurice Apprey bu noktada
"Hamileliğin ayrılma bireyleşme konularının gözden geçirilmesi için bir
zemin oluşturduğunu ancak ayrılmanın bilinçdışında nesneden zorla ayrılma
olarak algılanması sebebiyle çok zorlu ve 'kanlı' olduğu"nun üzerinde
durur. Apprey ayrılmanın kendiliği ve nesneyi yaralı olarak bırakmakla ilgili
anksiyete uyandırdığına dikkat çekmektedir. Görülüyor ki çocuk arzusunun
ardındaki olumsuzu, agresyonu ele alabilmek, anne ve dolayısıyla çocuk için
anlamlıdır.
Çocuk arzusu içindeki bir başka ruhsal gerçeklik de
geçmişteki ilişkilerin yeniden canlandırılma isteğidir . Çocuk pek sık
rastlanılan kaybedilen bir ebeveynin, kardeşin, arkadaşın yerini alabilir.
Brezelton ve Cramer çocuğu bu noktada "iyileştirici" olarak tanımlar.
Bir çocuk annenin fantezi iyileştirici olabileceği
gibi, o'nun bir tekrarı yani ölümsüzlüğü olabilir. Bu annenin kendi ailesinin
devamı anlamına da gelir.
Anne bebek ilişkisinde aynalamanın rolü ve çocuk
arzusu üzerinde durmakta fayda vardır. Lacan'ın ayna evresinden de etkilenen
Winnicott bebeğin normalde annenin yüzüne baktığında kendisini gördüğünü ifade
eder. Aynı şekilde anne de bebeğine baktığında ondan aldıkları ile ne kadar
yaratıcı ve en önemlisi besleyebilen bir
canlı olduğunu hissedebilir. Bir anlamıyla, annenin
kendi canlı yanı aynalanır. Bu noktada annenin çocuk arzusunun önemli bölümünü
de aynalanma isteğinin oluşturduğunu heyecanla farkederiz. İkibuçuk yaşında bir
kız çocuğunu psikoterapiye getiren annenin büyük bir coşkuyla ve heyecanla söylediği
gibi "O benim aynam".
Erkeğin Çocuk Arzusu
Erkek ve kadının çocuk arzusu önemli benzerlikler
gösterir. Tamamlanma ve tümgüçlü olma, ölümsüzlük için bir geçiş, geçmişteki
ilişkilerin yeniden canlanması, ve kadın için bahsedilen tüm arzular erkeğin
çocuk arzusu içindedir.
Bir erkek çocuk, annesinin doğurganlığına,
üretkenliğine ve yaratıcılığına haset eder ve o'nun gibi olmak ister. Erkek
çocuktaki en önemli gelişim -babalığını da etkileyen- anne gibi olma ve o'nun
yetiştirdiği gibi çocuk yetiştirme arzusunu terketmektir. Bazı babalar bu
haseti sürdürür ve hamilelikten başlayarak eşleri ile rekabete girerler .
Erkeğin çocuğu ile özdeşleşerek tamamlanma ve
tümgüçlü olma arzuları, kendilik imajının tekrarı olduğunda gerçekleşir. Belki
de bu yüzden babalar bir erkek çocuk tercih eder. Bu erkek çocuk, babanın
doyurulmamış tutkularını üstlenirken, aynı zamanda babanın şüphe içinde olduğu
erkeksi kendilik imajını da destekler. Bu sebeple bazen babalar erkek
çocuklarında bir zayıflık, güvensizlik gördüğünde kaygılanır.
Erkekteki çocuk arzusu beraberinde odipal rekabeti de
getirir. Çocuk sahibi olan erkek, babası ile eşit olmuş, bunun da ötesinde
babayı aşma - o'ndan daha iyi çocuk yetiştirebildiği- arzusunu ortaya
koymuştur.
Hem kadın, hem erkek için çocuk arzusunun ardındaki
baskın ruhsal gerçeklik kendi çocukluklarını tekrarlama ve buradaki yaraları
sarmadır.
Bir çocuk ebeveynleri ile psikoterapiste veya
analiste geldiğinde beraberinde tüm bu arzuları da getirir. Okul başarısızlığı,
tuvalet problemi, agresivlik, uykusuzluk v.b pekçok sıkıntıyla uzmana başvuran
aile, çocukla çalışmanın yanında, ebeveynlerin ruhsal gerçeklerini, başlıca
çocuk arzularını ele alacak bir çerçevede ele alınmalıdır.
Erkek ve kadının çocuk arzusu bir çocuğun dünyaya
gelmesinde belki de en önemli yeri tutar, ancak ya çocuğun dünyaya gelme
arzusu?
Çocuğa gerçek anlamını verebilmek ve o'na bütünüyle
(arzuları, fantezi, duyguları, v.b.) yer açabilmek için, çocuk bir embriyo iken
ne? sorusunu kaçınılmaz bir şekilde insan kendine soruyor. Ruh bilimin pekçok
başlığında olduğu gibi bu konunun din, tıp, biyoloji, tarih, felsefe v.b.
disiplinleri kapsayan çok geniş bir araştırma alanı vardır. Bu çalışmada sadece
belli bir anlama yönelinmiştir. O'da, çocuğun dünyaya gelmesinde ki kendi
arzusudur.
Dolto hamileliği üçlü bir karşılaşma olarak tanımlar.
Çocuğun eğer yaşama arzusu varsa kendine hayat verdiği üzerinde şiddetle durur
ve ekler "kadının, erkeğin çocuk arzusu ve çocuğun doğum arzusu bu üçünün
bileşkesidir hamilelik".
Dolto'nun sözleri bizi bir biyoloji araştırması temel
alınarak yazılan bir makaleye götürdü. Malcolm Owen Slavin David Haig isimli
bir biyoloğun yürüttüğü uzun süreli bir araştırmayı okuduktan sonra anne-bebek
ilişkisi üzerine "İlk Müzakere" başlıklı makalesini yazdı. Buna göre:
Fetus hamileliğin 7. haftasından itibaren hamileliği
oluşturma ve muhafaza etme kontrolünü ele alır. Kimyasal sinyallerle anneye hem
varlığını hatırlatır, hem de anneyi hamileliği sürdürmeye teşvik eder. David
Haig 12. haftayla birlikte fetusun artık hamileliği önemli ölçüde kontrol
ettiğini söyler. Slavin tüm bu sonuçlar ışığında şöyle der: " Bu noktada
düşükler azalır ve gerçek duygusal karmaşa mahrem ve çatışmalı müzakere başlar,
fetusun gelişimindeki en temel yönlerden bazıları şimdi, geri dönüşsüz bir şekilde,
muntazam olarak birlikte yapılandırılır".
Slavin, anne ve bebek psikoterapisi üzerine yoğun
olarak çalışan Daniel Stern ile paralel görüşler ortaya koyar. Stern, yenidoğan
araştırmalarından yola çıkarak bebeğin ilişkide aktif bir katılımcı olduğunu belirtir.
Anne, baba ve çocuk üçlüsünde, anne ve babanın çocuk
arzusu o çocuğun dünyaya gelişinde en önemli yeri alır. Ancak bebeğin rahimde
tutunmaya başladığı anda bu ikili artık bir üçlü olarak hissedilmeye başlar.
Doğumdan sonra ise artık çocuk tüm varlığı ile ilişkinin içindedir.
Bebeklerle ve çocuklarla yapılan bir psikoterapi
sürecinde, anne ve babanın nasıl çocuk sahibi olmak istedikleri, bunun
ardındaki arzu, fantezi, umutları ve korkuları, kendi çocukluk deneyimleri ve
anne baba ilişkileri kısacası Daniel Stern'ün tanımladığı "temsiller
dünyası"na ve annenin babanın içindeki "çocuksu" ya yer
açabilmek, böyle bir süreçte, çocukla çalışma kadar önemlidir.
Anne ve babaların ruhsal gerçeklerine yer verebilme,
onların, çocukluk döneminde oluşan, çocukla ve kendi içlerindeki çocuksu ile
ilgili ruhsal gerçekliği değiştirebilir. Yani çocuk yapamayan, anlayamayan,
bilemeyen, hissedemeyen, varolamayan dan, yapa bilen, hissede bilen, anlaya
bilen, bile bilen yani var olana dönüşebilir.
Son olarak, bu incelemenin ele aldığı kuramsal
çerçeve ağırlıklı olarak yurtdışı kaynaklıdır. Bunların pek çoğu evrensel
psikolojik gerçekler olarak kabul edilir. Bu gerçeklerin doğruluğu ruh sağlığı
çalışmalarımızda belki her defasında bizi şaşırtarak yaşanmakta ve kabul
edilmektedir.
Ancak ülkemizin kültürel, tarihsel, sosyolojik ve
ekonomik mirasları tüm bilimsel çalışmalarda olduğu gibi, çocukla ve ailesi ile
yapılan psişik bir çalışmada da dikkate alınmalıdır. Sosyal Psikolog Çiğdem
Kağıtçıbaşı'nın "Türkiye'de Çocuğun Değeri" üzerine yaptığı çalışma
fazlasıyla dikkat çekicidir. Bu çalışmanın sonuçları göstermiştir ki, anne ve
babaların çocuk sahibi olma nedenlerinin başında çocuğun, yaşlılıkta onlara
maddi olarak (manevi destek çok düşük bir oran) bakması ve bir güvence olması gelmektedir.
İkinci yüksek yüzdeli çocuk sahibi olma nedeni ise, çocuğun -özellikle kadınlar
için- sevgi vermesi, ebeveynlerin yalnız kalmasını engellemesi ve arkadaşlığı
olarak ortaya konmuştur. Bu sosyal psikoloji sonuçları da, psikoterapi için
önemli bir veridir.
Ülkemizde çocukla çalışmada farklılıklar mevcuttur.
Örneğin Melanie Klein Avrupa'da çalışırken çocukların anne ve babalarıyla çok
az görüşmeler yapardı. Oysa yukarıda belirtilen sosyal psikoloji araştırması
paralelinde, ülkemizde çocukla psikoterapi de anne ve babayı dışarı da tutmanın
anne ve babanın ruhsal gerçekliğinde, çocuğu onlardan çalma, ellerinden alma
v.b. yankıları olabilir. Ve bu yankıların kuvveti, anne ve babanın çocuğu bir
ruhsal tedavi sürecinden çekmeleri ile sonlanabilir.
Bu sebeple çocuk psikoterapisi veya analizinde batı
kaynaklı kuramsal altyapının, ülkemiz toplumsal yapısı dikkate alınarak
uyarlanmasına ihtiyaç vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder