10 Eylül 2015 Perşembe

Anne ve Babanın Ruhsal Gerçekliğinin bir Yansıması: Çocuk Arzusu

Anne ve Babanın Ruhsal Gerçekliğinin bir Yansıması: Çocuk Arzusu
F. Göver Sünerin
Doğum insanı her seferinde dehşete düşürebilen büyülü bir süreç. Bu büyülü sürecin kısmen daha görünür olan biyolojik aşamalarının yanında, daha gizli, belki de gizemli olan psikolojik aşamaları insanın varoluşunda önemli bir yer tutmakta. Margaret Mahler'in belirttiği gibi psikolojik doğum kişinin hayatının her aşamasında yankılanır.
Herkesin bir doğum hikayesi vardır. Bu hikaye başlıca anne ve babanın ruhsal gerçekliklerinden geçerek oluşur ve doğmamış bebeğin ruhsal gerçekliğini oluşturmaya başlar. Fetus bu ruhsal gerçeklere ve kendi doğma arzusuna tutunarak büyür, gelişir ve dünyaya gelir.
Anne baba için çocuk arzusu, kendi çocukluk dönemi fantezi başlar. Yani çocuk arzusu, ebeveynlerin kendi doğumlarıyla başlayan ruhsal gerçeklikleri içinde barınır.
Bu sebeple çocuklarla analizde ve psikoterapide anne ve babanın ruhsal gerçekliğinin önemli bir yeri vardır.

Bu yazıda anne ve babaların çocuk arzusu ve çocuğun doğum arzusu ele alınarak, bir çocukla çalışmada, tüm bunların anlaşılmasının, çocuğun psikoterapisinde ve analizindeki önemi vurgulanmak istenmiştir.
Çocuklar yaratıcı dilleriyle ortaya koydukları semptomlarla, anne ve babaları tarafından analize veya psikoterapiye getirildiklerinde, ebeveynlerinin arzusunu yerine getirmeye çalışıyor olabilirler. Ancak çocuğun semptomlarının büyük çoğunlukla ebeveynlerin bilinçdışı çatışmalarının yansımaları olduğu düşünüldüğünde, çocuklar bu semptomlarla, hem anne babalarının bu çatışmalarını görünür hale getirmekte, hem de bunlardan sıyrılarak kendi arzularına ulaşma isteğindedirler.
Çocukla olan bir psikoterapi sürecinde, çocuğun ruhsal gerçekliğini, anne ve babadan bağımsız düşünemeyiz. Çünkü anne ve baba kendi çocuk arzuları ve bu arzunun kaynaklarından yola çıkarak, çocuğa belli anlamlar yükleyebilirler. Bu sebeple çocukla yapılan bir ruhsal tedavi sürecinde ebeveynlerin çocuk arzusunu ele alabilmek çok önemlidir. Ancak bu yolla çocuğa gerçekten yardımcı olunabilir.
Peki nedir çocuk arzusu?
Bu konu belki yıllar önce sadece üreme amaçlı ele alınabilirdi ancak psikanalitik literatür incelenmeye başlandığında çocuk arzusunun psişik anlamının genişliği ve karmaşıklığı insanı şaşırtmaktadır.
Kadının çocuk arzusu
Doğal olarak her kadına değişik şekillerde annelik yapılmıştır. Bir kadın anneliği deneyimlemiştir, bir kız çocuk olarak beslenmiş ve kendisi de bir besleyici olma fantezi kurmuştur. Bu yolla kadın annesiyle bir özdeşim kurar. Florence Guignard "Kız çocuğun annenin dişiliğine olan erken vakit özdeşleşme ile oidipus dönemi arzularının zamansallığını örgütleyebileceği, kendi dişil tasarılarını daha ileriye erteleyerek annesinin anneliğine birincil özdeşleşmesini aynı zamanda ve ayrı bir şekilde geliştirdiğini" söyler. Bu dönemde doğabilecek bir kardeşin bakımında anneye yardımcı olma da bu özdeşimi sağlar.
Buradan da anlaşılacağı gibi kadın için çocuk arzusu tahmin edilebileceğinden çok daha erken bir dönemde başlar. Melanie Klein küçük kızın bilinçdışı fantezi karnının bebeklerle dolu olduğunu ve bu bebeklerin yaratıcılık, güç ve güzellik sembolü olan babasının penisi ile oraya koyulduğunu hayal ettiğini belirtir. Yaratıcı ve yaşam veren penisine ve babaya duyulan hayranlıkla ondan çocuk sahibi olma, küçük kız çocuğunun en önemli arzusu halini alır.
Bu arzunun oluşmasında, kız çocuğunun gelişip bir kadın olması serüveninde erken dönem annesi ile olan ilişkisinin de önemli bir rolü vardır. Bu ilişkinin içinde kurduğu özdeşim, kız çocuğunun, bir erkeği arzulayan kadın olarak annesi ile olur. Ancak aynı zamanda bu kadınlık serüveni, o'nun bir kız çocuğu olarak, tanınmasıyla başlar ve devam eder. Yani iki yönlüdür, özdeşim kuran çocuk ve bu özdeşimi ve kız çocuğunu bir kız, geleceğin kadını olarak tanıyan anne.
Bu ortak dansta özdeşimin önemli bir ayağını anne oluşturur. Sylvie Faure-Pragier ve Elda Abrevaya'nın belirttiği gibi kadın cinselliğinin normal evriminin sağlanabilmesi için kendi kadınlığını kabul eden bir anneyle özdeşimi son derece önemlidir. Ayrıca kadınsı özdeşleşme, babanın etkin rolünü kabul eden bir annenin, oluşturduğu destek sayesinde olanak kazanır.
Çocuk Arzusunda Tamamlanma ve Tümgüçlü Olma arzusu önemli bir yer tutar.
Psişik dünyamızda narsisizm fantezi ifade edilir ve bu fantezi biri de tamamlanma ve tümgüçlü olmadır. Bu fantezi tatminine olan eğilim nihai kendilik hissini inşa eder. Kişi kendi eksiklikleri ve yetersizlikleriyle yüzleştikçe, tümgüçlü olmadığını algılamaya başlar ve diğer insanlara olan ihtiyacını farkeder. Bu tümgüçlülüğün içinde bir çatışma doğurur. Bu çatışma ancak bir müzakere ile çözümlenebilir. Kişi seçimleri ile bunu yönlendirir (yatırımları, sevgi nesneleri, ilgileri, v.b.). Çatışma gelişimin ardındaki en temel güç olur. Bu çözümler, ister normal, ister patolojik olsun kişiye yeni bir ivme, ilişki kurma şansını yaşatır. Çocuk sahibi olma da bu içsel çatışmanın bir yönüyle çözümü olabilir. Ayrıca bu yaşanan süreçler, tümgüçlülüğü ve tümbilgeliği içeren büyüklenmeci kendiliği besler, dolayısıyla "mükemmel kendilik" fantezi doyurur.
Tamamlanma arzusu özellikle hamilelikte kadın için öne çıkar. Hamilelik kişiyi dolu, tamamlanmış, iç boşluklardan uzak, üretken hissettirebilir. Anne arzuladığı çocuğunu kendiliğinin bir uzantısı, beden imajını destekleyen, o'nu vücüduna eklenen gururla sergileyebileceği bir zenginleştirici olarak görebilir.
Julia Kristeva çocuk sahibi olma arzusunda kadının çiftecinselliği, yani çocuğun kadının penis olduğunu söyler ancak aynı zamanda tamamlanma arzusuyla ilgili de şöyle der: "Anne olmak kimliğin dengesinin bozulması ya da açık bir yapı olarak değil de, "çifte cinsellikten çok "androjen" teriminin uygun düşeceği bir tamamlanma olarak algılanır ya da yaşanır".
Brezelton ve Cramer'e göre, "Tamamlanma arzusunun yanısıra insanın kendisinin çocukla füzyonuna ilişkin ortakyaşamsallık fantezi vardır". Çocukla birolma arzusu esasen annenin kendi annesiyle birolma fantezi denk düşer ve bu arzu kişinin kendine güveni için en temel fantezi. Hamilelik ise birolma fantezi doyurulduğu bir dönemdir.
Çocuk arzusu ile kadın çifte özdeşleşmeyi deneyimler. Annesiyle ve bebek olarak kendi, geçmiş yaşantılarından yola çıkarak hem anne hem de bebek rollerini yaşantılar. Bu özdeşleşim o'nun kendi annesinin yerine geçme ve o'ndan ayrılması imkanını sağlar. Maurice Apprey bu noktada "Hamileliğin ayrılma bireyleşme konularının gözden geçirilmesi için bir zemin oluşturduğunu ancak ayrılmanın bilinçdışında nesneden zorla ayrılma olarak algılanması sebebiyle çok zorlu ve 'kanlı' olduğu"nun üzerinde durur. Apprey ayrılmanın kendiliği ve nesneyi yaralı olarak bırakmakla ilgili anksiyete uyandırdığına dikkat çekmektedir. Görülüyor ki çocuk arzusunun ardındaki olumsuzu, agresyonu ele alabilmek, anne ve dolayısıyla çocuk için anlamlıdır.
Çocuk arzusu içindeki bir başka ruhsal gerçeklik de geçmişteki ilişkilerin yeniden canlandırılma isteğidir . Çocuk pek sık rastlanılan kaybedilen bir ebeveynin, kardeşin, arkadaşın yerini alabilir. Brezelton ve Cramer çocuğu bu noktada "iyileştirici" olarak tanımlar.
Bir çocuk annenin fantezi iyileştirici olabileceği gibi, o'nun bir tekrarı yani ölümsüzlüğü olabilir. Bu annenin kendi ailesinin devamı anlamına da gelir.
Anne bebek ilişkisinde aynalamanın rolü ve çocuk arzusu üzerinde durmakta fayda vardır. Lacan'ın ayna evresinden de etkilenen Winnicott bebeğin normalde annenin yüzüne baktığında kendisini gördüğünü ifade eder. Aynı şekilde anne de bebeğine baktığında ondan aldıkları ile ne kadar yaratıcı ve en önemlisi besleyebilen bir
canlı olduğunu hissedebilir. Bir anlamıyla, annenin kendi canlı yanı aynalanır. Bu noktada annenin çocuk arzusunun önemli bölümünü de aynalanma isteğinin oluşturduğunu heyecanla farkederiz. İkibuçuk yaşında bir kız çocuğunu psikoterapiye getiren annenin büyük bir coşkuyla ve heyecanla söylediği gibi "O benim aynam".
Erkeğin Çocuk Arzusu
Erkek ve kadının çocuk arzusu önemli benzerlikler gösterir. Tamamlanma ve tümgüçlü olma, ölümsüzlük için bir geçiş, geçmişteki ilişkilerin yeniden canlanması, ve kadın için bahsedilen tüm arzular erkeğin çocuk arzusu içindedir.
Bir erkek çocuk, annesinin doğurganlığına, üretkenliğine ve yaratıcılığına haset eder ve o'nun gibi olmak ister. Erkek çocuktaki en önemli gelişim -babalığını da etkileyen- anne gibi olma ve o'nun yetiştirdiği gibi çocuk yetiştirme arzusunu terketmektir. Bazı babalar bu haseti sürdürür ve hamilelikten başlayarak eşleri ile rekabete girerler .
Erkeğin çocuğu ile özdeşleşerek tamamlanma ve tümgüçlü olma arzuları, kendilik imajının tekrarı olduğunda gerçekleşir. Belki de bu yüzden babalar bir erkek çocuk tercih eder. Bu erkek çocuk, babanın doyurulmamış tutkularını üstlenirken, aynı zamanda babanın şüphe içinde olduğu erkeksi kendilik imajını da destekler. Bu sebeple bazen babalar erkek çocuklarında bir zayıflık, güvensizlik gördüğünde kaygılanır.
Erkekteki çocuk arzusu beraberinde odipal rekabeti de getirir. Çocuk sahibi olan erkek, babası ile eşit olmuş, bunun da ötesinde babayı aşma - o'ndan daha iyi çocuk yetiştirebildiği- arzusunu ortaya koymuştur.
Hem kadın, hem erkek için çocuk arzusunun ardındaki baskın ruhsal gerçeklik kendi çocukluklarını tekrarlama ve buradaki yaraları sarmadır.
Bir çocuk ebeveynleri ile psikoterapiste veya analiste geldiğinde beraberinde tüm bu arzuları da getirir. Okul başarısızlığı, tuvalet problemi, agresivlik, uykusuzluk v.b pekçok sıkıntıyla uzmana başvuran aile, çocukla çalışmanın yanında, ebeveynlerin ruhsal gerçeklerini, başlıca çocuk arzularını ele alacak bir çerçevede ele alınmalıdır.
Erkek ve kadının çocuk arzusu bir çocuğun dünyaya gelmesinde belki de en önemli yeri tutar, ancak ya çocuğun dünyaya gelme arzusu?
Çocuğa gerçek anlamını verebilmek ve o'na bütünüyle (arzuları, fantezi, duyguları, v.b.) yer açabilmek için, çocuk bir embriyo iken ne? sorusunu kaçınılmaz bir şekilde insan kendine soruyor. Ruh bilimin pekçok başlığında olduğu gibi bu konunun din, tıp, biyoloji, tarih, felsefe v.b. disiplinleri kapsayan çok geniş bir araştırma alanı vardır. Bu çalışmada sadece belli bir anlama yönelinmiştir. O'da, çocuğun dünyaya gelmesinde ki kendi arzusudur.
Dolto hamileliği üçlü bir karşılaşma olarak tanımlar. Çocuğun eğer yaşama arzusu varsa kendine hayat verdiği üzerinde şiddetle durur ve ekler "kadının, erkeğin çocuk arzusu ve çocuğun doğum arzusu bu üçünün bileşkesidir hamilelik".
Dolto'nun sözleri bizi bir biyoloji araştırması temel alınarak yazılan bir makaleye götürdü. Malcolm Owen Slavin David Haig isimli bir biyoloğun yürüttüğü uzun süreli bir araştırmayı okuduktan sonra anne-bebek ilişkisi üzerine "İlk Müzakere" başlıklı makalesini yazdı. Buna göre:
Fetus hamileliğin 7. haftasından itibaren hamileliği oluşturma ve muhafaza etme kontrolünü ele alır. Kimyasal sinyallerle anneye hem varlığını hatırlatır, hem de anneyi hamileliği sürdürmeye teşvik eder. David Haig 12. haftayla birlikte fetusun artık hamileliği önemli ölçüde kontrol ettiğini söyler. Slavin tüm bu sonuçlar ışığında şöyle der: " Bu noktada düşükler azalır ve gerçek duygusal karmaşa mahrem ve çatışmalı müzakere başlar, fetusun gelişimindeki en temel yönlerden bazıları şimdi, geri dönüşsüz bir şekilde, muntazam olarak birlikte yapılandırılır".
Slavin, anne ve bebek psikoterapisi üzerine yoğun olarak çalışan Daniel Stern ile paralel görüşler ortaya koyar. Stern, yenidoğan araştırmalarından yola çıkarak bebeğin ilişkide aktif bir katılımcı olduğunu belirtir.
Anne, baba ve çocuk üçlüsünde, anne ve babanın çocuk arzusu o çocuğun dünyaya gelişinde en önemli yeri alır. Ancak bebeğin rahimde tutunmaya başladığı anda bu ikili artık bir üçlü olarak hissedilmeye başlar. Doğumdan sonra ise artık çocuk tüm varlığı ile ilişkinin içindedir.
Bebeklerle ve çocuklarla yapılan bir psikoterapi sürecinde, anne ve babanın nasıl çocuk sahibi olmak istedikleri, bunun ardındaki arzu, fantezi, umutları ve korkuları, kendi çocukluk deneyimleri ve anne baba ilişkileri kısacası Daniel Stern'ün tanımladığı "temsiller dünyası"na ve annenin babanın içindeki "çocuksu" ya yer açabilmek, böyle bir süreçte, çocukla çalışma kadar önemlidir.
Anne ve babaların ruhsal gerçeklerine yer verebilme, onların, çocukluk döneminde oluşan, çocukla ve kendi içlerindeki çocuksu ile ilgili ruhsal gerçekliği değiştirebilir. Yani çocuk yapamayan, anlayamayan, bilemeyen, hissedemeyen, varolamayan dan, yapa bilen, hissede bilen, anlaya bilen, bile bilen yani var olana dönüşebilir.
Son olarak, bu incelemenin ele aldığı kuramsal çerçeve ağırlıklı olarak yurtdışı kaynaklıdır. Bunların pek çoğu evrensel psikolojik gerçekler olarak kabul edilir. Bu gerçeklerin doğruluğu ruh sağlığı çalışmalarımızda belki her defasında bizi şaşırtarak yaşanmakta ve kabul edilmektedir.
Ancak ülkemizin kültürel, tarihsel, sosyolojik ve ekonomik mirasları tüm bilimsel çalışmalarda olduğu gibi, çocukla ve ailesi ile yapılan psişik bir çalışmada da dikkate alınmalıdır. Sosyal Psikolog Çiğdem Kağıtçıbaşı'nın "Türkiye'de Çocuğun Değeri" üzerine yaptığı çalışma fazlasıyla dikkat çekicidir. Bu çalışmanın sonuçları göstermiştir ki, anne ve babaların çocuk sahibi olma nedenlerinin başında çocuğun, yaşlılıkta onlara maddi olarak (manevi destek çok düşük bir oran) bakması ve bir güvence olması gelmektedir. İkinci yüksek yüzdeli çocuk sahibi olma nedeni ise, çocuğun -özellikle kadınlar için- sevgi vermesi, ebeveynlerin yalnız kalmasını engellemesi ve arkadaşlığı olarak ortaya konmuştur. Bu sosyal psikoloji sonuçları da, psikoterapi için önemli bir veridir.
Ülkemizde çocukla çalışmada farklılıklar mevcuttur. Örneğin Melanie Klein Avrupa'da çalışırken çocukların anne ve babalarıyla çok az görüşmeler yapardı. Oysa yukarıda belirtilen sosyal psikoloji araştırması paralelinde, ülkemizde çocukla psikoterapi de anne ve babayı dışarı da tutmanın anne ve babanın ruhsal gerçekliğinde, çocuğu onlardan çalma, ellerinden alma v.b. yankıları olabilir. Ve bu yankıların kuvveti, anne ve babanın çocuğu bir ruhsal tedavi sürecinden çekmeleri ile sonlanabilir.
Bu sebeple çocuk psikoterapisi veya analizinde batı kaynaklı kuramsal altyapının, ülkemiz toplumsal yapısı dikkate alınarak uyarlanmasına ihtiyaç vardır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder