On bin yılın
nefesi: Anadolu ruhsallığı
Cemal
Dindar
Bilim ve Ütopya
dergisinin Ekim'03 sayısında yayınlanmıştır.
Çocukluğum Tokat'ta geçti; ilkokulu orada ve okumam gereken başka okulları ise İstanbul'da bitirdim... Psikiyatri uzmanlığımı aldıktan sonra, Urfa'ya gittim. Bu kişisel bilgileri şu nedenle paylaşıyorum: Lise yıllarında özellikle piyasadaki Freud kitaplarıyla başlayan, tıbbiyedeki formel eğitimle devam eden ve Bakırköy Akıl Hastanesi'ndeki uzmanlık eğitimimle de artık sağlamlaştığına inandığım mesleki bilgim ile Urfa'da içine daldığım pratik arasında ciddi 'sorunlar' vardı. Bu sorunlar üzerine düşünmek ise beni aynı yere akıp giden iki yola çıkardı. Birincisi; bu soru(n)lar, coğrafyanın sosyokültürel tarihi ile yakından ilgiliydi ve benim ilgim de hızla oraya yöneldi. İkincisi, bağışlansın, yine kişisel bir deneyim: Urfa ve çevresi ile ilgili sosyokültürel okuma ve gözlemlerimde sebat ettikçe, beni, hemen hep, Tokat'ın bir köyünde geçen çocukluğum karşıladı.
Giriş: kör nokta sendromu
Öncelikle şunu vurgulamalıyım: yeryüzünün her milibahrisinde ve nerede
insan varsa orada, ortak paydalarımız ayrılıklarımızdan fazladır ve bu metinde
sözü edilen özgünlükler, bu ortak paydayı eksiltmez, zenginleştirir. Karşı
çıktığım, ne Batı’nın uygarlık birikimi, ne de bu ortak paydadır... Karşı
çıktığım; Batılı bilim adamlarının, beyaz, erkek, 175cm boyunda ve 72 kg ağırlığındaki Batılı
‘ortalama’ insanla yaptıkları çalışmalardan elde edilen bilgilerin, tartışılmaz
evrensel doğrularmış gibi, üstelik insanın ruhsallığına uygulanması, hastane
koridorlarına taşınmasıdır. Bu, psikiyatrinin kör noktasıdır. Uygulayıcılar ise
‘derya içresayıltıları, kendi toplumlarında sayıklama biçiminde
yaşamaktadırlar. Bu savrulmaya literatürde bir ad da bulunmaktadır: kör nokta
sendromu!.. olup deryayı bilmeyen balıklardan da tuhaf’ bir yere savrulmakta,
başka toplumlardaki
Bu incelemede, ruhsallığı, uygarlık perspektifinde ve tarihselliği ile
tartışacağım. Sumer ile başlayan bu serüvende, Anadolu’daki özgünlüğün önemli
bir temsilcisi olduğunu düşündüğüm Urfa’yı sıksık anacağım. Zira, Urfa
sokaklarında, örneğin, surlar içindeki Sumer şehir devletinin anısı ile kan
bağına dayalı Sami geleneğin aynı canlılıkla aktığı öykü, ‘modern biçimler’
kazanarak, yaşamaya devam ediyor ve orada arkaik’in güncelleşirken bir olanağa
dönüşme çabası Anadolu ruhsallığının nice işaretlerini sergiliyor.
Urfa’daki olgusal gerçekliğin tüm Anadolu’ya genellenemeyeceği itirazı
gelebilir. Urfa ya da Anadolu’daki herhangi bir şehrin, ötekinden farkının,
burada değindiğim noktalarda, niteliksel değil, niceliksel olduğunu
düşünüyorum. Örneğin, Urfaanacıl-ataerki gerilimi olarak kavramlaştırdığım
durum için ataerkil yanı daha baskın bir şehirdir, lakin bu durum hem bir Ege
şehrinde, hem de Urfa’da anacıl-ataerki geriliminin yokluğunu değil, şiddet
farkını gösterir. bugün bir Ege şehrine göre,
Bir kazıbilim öyküsüdürUrfa merkezine 25 dakika uzaklıktaki Göbeklitepe’de Alman Profesör H. Hauptmann başkanlığında 1994’de başlayan kazılarda, dairesel bir salonun ortasında, yaklaşık 20 ton ağırlığında olduğu tahmin edilen taşlarla kurulmuş, karşılıklı birbirine bakan “T” şeklinde iki taş blok bulundu. Taşın tam ortasındaki yaban domuzu kabartması, “usta” işiydi. Benzer odalar kazı ilerledikçe ortaya çıktı. Çevredeki tüm yükseltiler kireçtaşı iken, buluntunun yer aldığı
Bildiğimiz ilk büyük uygarlık girişimi, MÖ 4000’lere dayanan tarihiyle Mezopotamya’daki Sumerler’dir. Sumer, birçok şehir devletinin kültürel birliğiydi. MÖ 2300’lerde Sargon, kanla, kan bağına dayanan siyasal birliği, yani Akad İmparatorluğu’nu kurdu. Ancak birkaç kuşak yaşayabildi. Frankfort, Mısır’
Kan bağı ve yer bağı gerilimi
Sami halkların "kan bağı" geleneği, yerel sorunların kavim
çatışmalarına, savaşlara, "kan davaları"na dönüşmesinde yüzyıllar
boyunca hazırlanmış toprak oldu. Sumer şehirleri, kuzey kavimlerinin
saldırılarıyla bir bir yıkılırken, şehir ahalisi şehrin surlarına gidip ağıtlar
yaktı, ağladı. Ağıt geleneği belki de ilk, yıkılıp giden şehirler için yakılan
şarkılarla başladı. Sumer’de her şehir, kendi Tanrısının koruması altındaydı.
Bugün bile varlığını koruyan sıla kutsallığının temeli, güçlü bir şekilde
atıldı ve kendine yurt arayan göçebenin uğrak yeri de olan Yakındoğu’da sıla
kutsallığı, göçebe için, Mezopotamya uygarlık birikimiyle bütünleşmenin ana
dinamiklerinden biri oldu. Örneğin, Abdalan Rumi, yani Anadolu dervişlerinin
tekkeleri, Türkmenler'inİrani etkiden süzülüp gelmiş göçebenin Mezopotamya
Uygarlığı'nın temel karakteristiklerinden biriyle, yer bağı ile bütünleşmesi,
eşitsiz gelişmenin öğreticiliği ile yüklüdür. yerleşim yerlerinin çekirdeğini
oluşturdu. Mezopotamya’nın "yerli" Sami halkları, kan bağı’nın tutucu
temsilcileri haline gelirken;
Kutsal şehirler ise, mesela Kudüs, mesela "peygamberler şehri"
Urfa, binlerce yıllık tarihin ve inanç geleneğinin kalıntılarıdır. İbraniler'in
hâlâ Süleyman’ın yıkılmış mabedinin duvarına gidip ağlamaları, "ağlama
duvarı" ise Yakındoğu’da yas ve ağıt geleneğinin ne denli güçlü olduğunun
simgesidir. Urfa’da hâlâ ağlamak yerine "ağıt geldi" denmektedir. Yer
bağı ile kan bağı arasındaki gerilim, her türlü merkezileşme girişiminin
karşısında, ana huzursuzluk alanlarının biçimlenmesinde başat rolü oynadı.
Mezopotamya’da hiçbir zaman "kral öldü, yaşasın yeni kral" diye
bağırılmadı; merkezi otoritenin zayıfladığı her durum, bir ayaklanma ve isyana
işaret fişeği oldu. Mezopotamya sofuluğu
Bir yandan insanın insana, bir yandan doğanın insana yaptığı bunca zulmün, kötülüğün sonuçları ise hâlâ yaşanmaya devam ediyor. "Kaderi kararlanmış" insanın güçsüzlüğüne, zayıflığına inanç; kadere boyun eğmenin gerekliliği, bu dünyanın geçiciliği ve öteki dünyaya hazırlanmanın erek halini alması, her türlü zulmedici karşısında tevekkül; Tanrıya hizmetin bir gerekliliği olarak kurumsallaştırılmış ve kuralları kesinleştirilmiş bir iman pratiği... Sumer’de her şehrin bir Tanrısı vardı. Diğer şehirlerin Tanrıları da önemsenirdi, fakat hemşehriler için, kendi şehirlerinin Tanrısı baş Tanrı idi. Tek Tanrıya evrilen süreç, aynı zamanda kabileler, şehirler arasındaki çekişmelerin yaşandığı süreçti de... Bu süreçte, özellikle siyasal birlik arayışının ortaya çıkmasıyla, şehirler arasındaki çekişmenin bir yüzü de kendi şehrine ve onun Tanrısına koşulsuz, sorgulamasız bağımlılıktı. Frankfort, tarihin hemen her döneminde görülen "Mezopotamya sofuluğu"nun temelinde, insanın zayıflığına dair inançla, bu sorgusuz sualsiz bağımlılığın var olduğunu belirtiyor. Eklenecekler var: ölümün adaletine dair korkunç inançla, hayatın adil olamayacağına dair, insanın zayıflığına dair katı kabulün inşa ettiği zıtların birliği bu sofuluğun en önemli besini olmaya devam ediyor. Yine de bu birlik, hayatta olan, bu topraklarda yaşayan insanların ruhsallığında gerçekleşiyor, sanıldığının aksine huzur vaadetmiyor, ister istemez çatışmaya da dönüşebiliyor. En azından şu söylenebilir: kuralları katılaşmış bir iman pratiğinin kendisi gün geçtikçe, mesela şehirleşmeyle, işbölümündeki karmaşayla, toplumun talep ettikleriyle çatıştıkça kişinin ana kaygı kaynaklarından biri halini de alabiliyor.
Anadolu’da ruhsal rahatsızlıkların açıklamasında "cin çarpması"na inanç ve çare olarak da muskacılık, kutsal bilinen yerleri ziyaret, adak adama gelenekleri halen yaygındır. Bunun köklerinin de binlerce yıl öncesine dayandığını, tapınak geleneğinin, muska-mühür geleneğinin ise başlangıçta toplumsal farklılaşmaya bir yanıt olarak ortaya çıktığını artık biliyoruz. Göçerler sayesinde uzak yerleşim birimleri ile ticaret gelişmiş, özellikle lapis lazuli (lacivert taşı), obsiden (saydam lay taşı), yeşil malahit taşı, reçine, firuzeler, deniz kabukları alınmıştır. Bunların birer süs eşyasından çok daha yaşamsal önemleri vardı. Her birinin sihirli olduğuna, taşıyan kişilere mana verdiklerine inanılırdı. Nesnelerin üzerindeki bir balçık parçasına bu mühür basılıyor ve nesneye "tabu" konuluyor, yani mührün sahibi kişiliğinin bir parçasını o nesneye aktarıyor ve böylece mülkü olduğunu gösteriyordu. Balçık, nesnenin kişilik kazanmasında, kişiselleştirilmesinde aracılık ediyordu. Bunun tarihsel en yüksek soyutlaması ise, Tanrısal nefesle üflenmiş balçığın insana dönüşümü oldu.
Değerli taşların taşıyan için iki yönlü işlevi vardı. Birincisi muska işlevi idi: taşıyan kişiye manâ veriyordu, üzerlerinde sihirli işaretler ya da totem tasvirleri vardı. Bu taşların ikinci işlevi ise mühürdü. Mühür-muskaların üzerindeki şekillerin ortak simgelerin oluşumunda, dolayısıyla yazının gelişiminde önemli rolü olduğu düşünülmektedir. Bu rolün etki alanı geniş olmuştur. Öncelikle dilin oluşumunda etkin oldular. Sumer’den kalmış sözcük listeleri, bunlara birer "ilkel" sözlük de diyebiliriz, incelendiğinde görüldü ki, yalnızca adlar vardı ve fiil ve sıfatlar dışarıda bırakılmıştı. Yazı dilinin adlardan oluşmasının bir nedeni, başlıca totem isimlerini içeren bu mühürlerin, yazının oluşumuna öncelik etmesi olsa gerek. Bir diğer nedeni de Sumer mitolojisi idi; Tanrıların yaratma biçimi, birlik duygu büyüsünün bir doruğudur, yaratmak, adını anmaktır. Kramer’in Tarih Sümer’de Başlar adlı kitabında yazdığı gibi, bu yaratma varsayımı bütün Yakındoğu'da bir inanç haline gelmiştir. Gösteren (sözcük) ile gösterilenin (nesne) aynı şey olduğu, özellikle "kelimelerin sesi"nin nesneye içkin bir özellik olduğu savı, ideolojik olarak birlik duygu büyüsünün belki de nihai çözümlemelerinden biridir. Daha önemlisi, bu nihai çözümleme, "Başlangıçta kelam vardı" tek Tanrılı dinlere açılan ana kapılardan biri olsa gerektir.
Kadercilik, muskacılık, hastalıkların nedeni olarak cin tutulması gibi günümüzde de yaygın inanış ve tutumların köklerinin, yaklaşık 5000 yıl önce atıldığını görmekteyiz. Bunlarla birlikte başka tutumlar ve etkiler de hâlâ yaşamaktadır, "mana"yı taşıyanlar, mührün sahipleri rahiplerdi. Yazının varlığı yetmiyordu. Öğrenilmesi ve öğretilmesi de gerekiyordu. İlk okullar tapınaklara bir ek olarak kuruldu. Manastırların, medreselerin, ayrıca yazının başlı başına belli bir zümreyi ayrıcalıklı kılmasıyla belki de "gizli derneklerin" ilk örnekleriydi bunlar. Yazı bir "sırdı". Sır olması nedeniyle de eski kitaplara insanlar uzun yüzyıllar boyunca, paradoksal bir şekilde, daha fazla güvendiler ve düşkün oldular. Bu uzun yüzyıllar boyunca, hekimler de dahil hemen tüm uzmanlar, gerçeği çözen sırların eski kitaplarda olduğuna inandılar.
Sonuç olarak şu da vurgulanabilir: Hemen tüm halk efsanelerinde cinler, ejderhalar, ifritler tüm topluma yayılmaması gereken maddi ya da manevi birikimin bekçileridir. Toplumsal eşitsizliğin çoğunluğumuzun ruhsallığındaki izdüşümleridir. Biz "okumuşların" sözde aydınlanmış kafaları bu tür inançları "hurafe" olarak damgalamakta ne kadar erken davranırsa davransın, cinler bir tasarım olarak belki de ilk toplumsal farklılaşma ile ortaya çıktılar. Nasıl ki günümüz tıbbında, kan hücrelerini, mikropları, kromozomları ayrıntısıyla tarif eden uzmanlar varsa, Sumer’de, Babil’de, Asur’da cinleri aynı açıklıkla gören ve tarif eden "uzmanlar" vardı. Dünya’ya bakışları, birlik duygu büyüsü ile ve her şeyin canlıllığına inançla ve bakma biçimleri; esrime ve sihir ayinleri ile cinler bu "uzmanlar" için apaçık şeylerdi. Bir kültürde, olumlamadığımız, kendi referanslarımızla uyumsuz değerler, eylemler listesi bulabiliriz. Fakat bir kültür, sahip olduğu özelliklerin toplamından daha fazla bir şeydir. Bir davranışın anlamını, içinde gerçekleştiği kültürel süreçle ilgilenirsek, kültürel örüntüdeki yerini kuşatabilirsek kavrayabiliriz (Benedict, 1958). Tıpla insan bilimin ilk buluşma öykülerinden biri bu konuda yol göstericidir: 1856'da Neander Vadisi'nde bir mağarada "bizar" bir kafatası bulunuyor. Virchow ki, tıbbın siyasal bir alan da olduğunu açık yüreklilikle yazmış olmasına rağmen, kafatasını patoloji arayan bir anatomist olarak inceliyor ve "amatör" insan bilimcilerin sandığı gibi ilkel bir insana değil, hasta birine ait olduğu hükmüne varıyor. Otuz yıl sonra aynı hasta adama ait başka bir kafatasına, bu kez Belçika’da rastlanıyor. Kafataslarının bulunduğu katmanda soyu tükenmiş mamutlara, geyiklere ait kalıntılar da çıkıyor. Adamın yüz bin yıl önce yaşadığı, "hasta olmayıp farklı olduğu" anlaşılıyor (Kraus, 1996).
Anacıl-ataerki gerilimi
Ruhsallığımızda önemli izler bırakan bir başka gerilim de kanımca
anacıl-ataerkillik çatışmasıyla ilgilidir. Sumer mitolojisini inceleyenler
bilir: Tanrıça İnanna her şeye rağmen çoban Dumuzi ile çiftçi Enkimdu arasında
seçim yapacak güçte. Daha sonraki Babil söylencelerinden farklı olarak kocası
Dumuzi’yi, kendinin yokluğunda rahatça tahtında oturduğu için, cinlere teslim
edip yeraltına gönderecek gücü de var. Sami gelenekte ise kadın kaderi
kocasınca belirlenen bir güçsüzlük abidesi! Kadının konumuyla ilgili bu iki
ayrı bakış, Anadolu’da kanımca uzun yüzyıllar boyunca yaşadı. Davranışlarımızı
biçimlendiren önemli kaynaklardan biri de Anadolu’ya göçebe Türkmen boylarıyla
akıp gelen ve ilk şoku Farsi etkiyle yaşayan anaerkil (belki anacılToros
Dağları boyunca yükselen ve en lirik ifadesini Karacaoğlan’da bulan sevda
türküleri ile Arap nüfusun yoğunlaştığı ve kültürünün baskın yaşandığı Urfa ve
çevresindeki sevda türkülerini karşılaştırırsak görebiliriz. Harput-Urfa-Kerkük
hattı boyunca çalınıp söylenen türkülerde, kadının dilinden sevdaya dair bir
yakınmayı duymak bile mucizedir. Bu gerilimin çok yönlülüğünü, etkileşime giren
her sosyokültürel örüntü üzerinde etkileri bulunduğunu özellikle vurgulamak
gereklidir. Ailedeki birey sayısı, özellikle de erkek çocuk sayısı, ailenin
konumunu çeşitli yönlerde etkiler. Öncelikle işgücünün aile içinden
karşılanıyor olması ile ilgilidir bu. İkincisi, ailelerin diğer aileler
karşısındaki konumlarının en kesin güvencesi erkek sayısıdır. Bu nedenlerle çok
çocukluluğa eğilim olduğu gibi, çok eşliliğe de eğilim vardır. Böylece erkek
çocuk sayısının artışı güvence altına alınır. Cinsiyet ayrımı daha eşlerin
düğün gecesinde başlar; gelinin yatağı yapıldıktan sonra yatak üzerinde bir
erkek çocuk yuvarlanır... Çocuğu olmayan eşlere hor bakılır, çevreden kişiler,
özellikle de aile büyükleri öfkelendiklerinde, bir kavga durumunda neredeyse en
büyük küfür, en yaralayıcı söz olarak bunlara "körocak" derler.
Kızçocuğu olup, erkek çocuğu olmayan eşler de aynı sıfatla nitelenirler
(Kapaklı, 1998). Erkek çocuğunun kız çocuğundan daha çok istenmesinin önemli
bir nedeni de ataerkil aile düzenidir. "Baba ocağının tüttürülmesi"
gerekçesi ile aile içinde erkek çocuğa önemli ayrıcalıklar tanınmıştır. Erkek
çocuklar daha uzun süre anne sütüyle beslenmekte, evdeki kadınların ve kız
çocuklarının en önemli görevi erkeklere en iyi hizmeti vermek olmaktadır
(Akbıyık, 1998). Bu ayrımcılık öylesine belirgindir ki, bir kadın eğer kız
çocuk doğurmuşsa yedi, erkek çocuk doğurmuşsa dokuz gün yatar. Hamilelik dönemi
ile ilgili birçok inanışta da beklenen çocukla ilgili cinsiyet ayrımcılığının
izleri belirgindir. Erkek çocuğu imleyen belirtiler hemen hep olumlu iken, kız
çocuğu imleyen belirtiler bir negatifliğe, olumsuzluğa işaret eder: hamile
kadın tatlı (yerel ağızla şirin) yemek isterse oğlan, ekşi isterse kız çocuğu
olacaktır. Karnı yuvarlaksa erkek düzse kız, göbeği yukarı bakıyorsa erkek,
aşağı bakıyorsa kız, sık sık uykusu geliyorsa kız çocuğu olacaktır. Yine
doğacak çocuğun cinsiyetini önceden tahmin etmek için belli sınamalar da
yapılır. Hamilenin başına ya da vücudunun başka bir yerine tuz konur. Eğer
elini ilk olarak burnuna götürürse çocuk erkek, ağzına götürürse kız olacaktır.
Bu son örnekte burun ve ağzın cinsel organların birer simgesi olduğu
düşünülebilir. Yine benzer sembolleştirme dişilliğin makasla, erilliğin bıçakla
ifade edilmesidir ve bu son örnek daha yaygındır. Hamile kadın odadan dışarı
çıktığında bir minderin altına makas, diğerinin altına bıçak konulur. Tekrar
içeri girdiğinde altında makas olan mindere oturursa kızı, bıçak olana oturursa
oğlu olacağına inanılır. Urfaalbasması, gerekse alkarısı deneyimlerinin bu
zorlayıcı sürecin ve kadının hayatına giren çocuğun varlığıyla ilgili ruhsal
zorlanmaların dışavurumları olma olasılığı yüksektir. demek daha doğru)
özelliklerin, kanımca ikinci şoku halen yaşadığı Sami kültür ile olan
gerilimidir. Bu gerilimin en iyi işaretlerini, ve çevresinde bir söz vardır:
"Yeni doğum yapmış kadının mezarı kırk gün açıktır". Hurafe olmaktan
öte halen önemli bir gerçeği ifade eder bu söz. Doğum kadının yaşamında en
riskli deneyimlerden biridir. Sıklıkla evde ve yerel ebelerce yaptırılmaktadır.
Doğum sonrasında hemen hiç tıbbi destek alınmamaktadır. Üstelik daha önceden
değindiğimiz sebeplerle kadının doğurganlığı aşırı derecede zorlanmakta, birçok
kadın ergenlik döneminde evlendirilmekte, sıklıkla hamile kalmakta ve doğum
yapmaktadır. Gerek
Şaman ve rahip
Şaman'ın dünyası ile, rahibin dünyası... Tarihin ruhsallıkla ilişkisine
bir de buradan bakmak önemlidir. Tarihsel süreç, yazılı kısmıyla, daha çok
rahibin dünyasına dairdir. Bu dünyanın kendini olgunlaştırdığı, giderek
kemikleştirdiği, hemen tüm insan coğrafyasında ve iki ayrı kök-sosyokültürel
genetikte baskınlaştığı bir süreçtir tarih. Avcılık, spor haline gelirken spor
kulüplerinin sembolleri ki burada birini anmak yeterlidir, Beşiktaş yani kara
kartallar, hemen hep hayvanlardan seçilir. Sürü, doğadan kovulur ve yapay
yemlerle "üretme çiftlikleri"ne çoban Dumuzi’nin yeraltına
kapatıldığı gibi kapatılır. Et, "mutlu azınlık"ın, deyim yerindeyse
modern rahiplerin sofrasında israf edilir, çoğunluğun ulaşamadığı bir besin
haline gelir. Yaban, evcilleştirildiği zaman insanla aynı dünyanın bir parçası
olur. Totem, süs eşyasına dönüşürken, yıldızlara dair, onların hareketlerine
dair yeni kuramlar, örneğin Kopernik ve Kepler’in çalışmaları modern bilimin
"prototip"i olur ve nihayet Şaman, akıl hastanesinde tedavi altına
alınır. Farklı kültürleri ve o kültürel örüntülere tabi insanları anlamada,
toplumların sürücü veya tarımcı geçmişlerini, bir de özellikle bu iki ayrı
tarzın özgül ilişkilerini gözden geçirmek gereklidir. Şaman ve rahip arasındaki
fark, çiftçi ile avcı arasındaki farkın bir ifadesidir. Tarımcı toplumun
döngüsel düzenliliği, daha da önemlisi bu düzenliliğin bereket için
zorunluluğu; bunlarla birlikte, bireyin simgesi kabul edeceğimiz bir tohumun
"çokluk" için toprağa atılması, bireyin topluluk içinde erimesi
gerekliydi. Tüm erginleme ritleri, mitosların temaları bireyin toplumca
törpülenmesi, bireyci eğilimlerin yok edilmesi, topluluğun yararı karşısında
bireyin hiçleştirilmesi ile ilgilidir. Sumer mitolojisinde yaratılışla ilgili
anlatımı, herhangi bir avcı toplumun mitolojisindeki anlatımla karşılaştırmak
bile böyle olduğunu göstermeye yeterlidir. Sumer ortakduyusundageçtiği, fakat
yalnız yol aldıkları, benzersiz bir kişisel deneyim gerçekleşir. Joseph
Campbell’in İlkel Mitoloji’de vurguladığı gibi: "Avcı dünyasında grup,
kendi yolunu kendi biçimiyle bulan bir insanı yüz geri edebilecek kadar büyük
ve güçlü olmamıştır; egemen olan felsefe daha çok ‘aslan kükremesi’dir."
Sonraki sürücü toplumlarda, bu deneyimin ve gizilgücün somutlaştığı kişilik ise
Şaman'dır. Giderek bu topluluklarda da grubun geleneği halini alan ve
biçimselleşen ritler oluşmuştur, fakat hiçbir zaman tarımcı toplumdaki katılığa
ulaşmamıştır. Kutsallık, tarımcı toplumlarda Tanrılar panteonunda ve onun
yeryüzü temsilcilerindeyken, burada kişisel ruhlarda ifadesini bulur. Şaman'ın trans
deneyiminde gözlendiği gibi geçişkendir, derinden bir şeyi, birini çıkartmayı
ya da onla karşılaşmayı içerir. Bir nöbettir, beklenir, girilir, çıkılır...
Tapınakta olacaklar ne denli bildik, olumlu, ayine katılanlar için ortak ve
beklenilir ise, Şaman'ın gücünün seyri o denli bilinemez, varacağı sonun bedeli
o denli riskli ve bireyseldir. Rahip ne denli saygın ise, Şaman ürkütücüdür;
ait olduğu topluluğun bütün şarkı ve geleneklerini, efsanelerini başka her
üyeden daha iyi bilir, aktarır. Gücü ve deneyimi büyük bir bölümüyle
kişiseldir, topluluğa kapalıdır. Rahibin mührü vardır, muskası vardır, Şaman’ın
asası. Şaman imgesinde ağaç önemlidir, ilk avcının yurdu olan ormanı imler,
orada oruç tutan ve aydınlanmayı bekleyen avcının yalnızlığının, birbaşınalığının
anısıdır. Nasıl avcı ormanla gizli anlaşmasını bu yalnızlıkta yapmışsa,
Şaman'ın da yüksek bir ağacın dalındaki yuvada piştiğine, bilgeleştiğine
inanılır. Şaman-kuş benzetimi de yaygındır. Bu benzetimlerin kalıtları,
yaşadığımız topraklarda hâlâ devam etmektedir. Alevilik'te turna, doğan;
Yezidilik'te tavuskuşugeçmesi gerekir. Bu, bugün psikiyatrinin büyük hastalık
kategorilerinin çoğuna uyan bir zihinsel bunalımdır; asla ruhsal bir
rahatsızlık olarak görülmemiş, topluluğun üyelerinden birinin seçilmişliğinin,
bir Şaman'ın "gerçekleşmesi" sürecinin işareti olarak kabul
edilmiştir. Kişinin "ruhsal enerji"sini soğuran bir nevroz olmaktan
çok, kişinin zihinsel yetilerini bileyleyen, bir bütün olarak bireyi
diğerlerinden daha güçlü hale getiren ve böylece ötekilerden ayıran, bir
derinlik kazandıran süreç olarak görülmüştür. Bu süreç, bir başka mitosla da
eklemlenmektedir: ölüm ve yeniden dirilme. Deneyimi yaşayan kişi artık yeni
biridir... annesinden hiçbir günahsız çocuğun doğmayacağına inanılıyor. "Kaderi
kararlanan... O bir insan", ilk insan ise tam bir zavallı olarak
anlatılıyor. Avcı toplulukların yaratılış efsanelerinde, insanın yaratılışı ise
kuşların, suların, ormanların gümbürtüsünde tam bir şenliktir. Tarımcı
toplumlarda kişinin bir ömürlük macerasında, kendiliğindenliğe yer yoktur.
Bilinmedik, gizil hiçbir deneyim bu ömre sızamaz. Sızsa da kabul edilemez.
Deneyim bireyler arasında değil, kuşaklar arasında aktarılır. Ruhsal deneyimin
bir "kendini bilmek" deneyimine dönüşmesi tarımcı toplumlarda çok
sonraları ortaya çıkmıştır. Avcı topluluklarda ise, belki başlangıçta daha
güçlü olmak üzere bireysel dürtüleri destekleyen birçok öğe görülür. Grubun
yararı, toplulukça sindirilmiş bir kişide değil, ormana cesaretle dalan,
ormanın korkusunu tanımış ve bunlara karşı içindeki gizilgüçleri keşfetmiş
bireydedir. Baba, bu keşif için oğlunu ormanın ortasına bırakır. Yalnızlık,
oruçla yoğunlaştırılır ve daha önceki kuşakların da bilinmektedir. Anadolu
insanının derinliklerinde, asasıyla Anadolu'yu dolaşan dervişlerin sözleri
yankılanır; nerede bir yatır varsa başında bir ağaç, dallarında dilek için
bağlanmış iplikler bulunur... Her ne kadar birçok toplulukta birinin Şaman
olabilmesi için soyunda Şaman geleneği olması gerekli olsa da, bu yeterli
değildir. Şaman adayının sıklıkla büyük bir hastalıktan
Yıldızname’ye bakmak
İnsan ruhsallığını derin bir şekilde etkileyen buluşlardan biri de şuydu:
Uzun gözlemler sonucunda yıldızların hareketleri ile tarımın gerekleri arasında
ilişkiler olduğu bulundu. Güneş ve Ay’la birlikte, görülebilen beş gök cismi,
Merkür, Venüs, Mars, Jupiter ve Satürn belirli bir düzen içinde hareket
ediyorlardı. Astronomik gözlemler, tarımın yönlendirilmesinde o denli etkili ve
başarılı oldu ki, Sumerliler, yaşamın geri kalan kısmında da bu başarının
süreceği inancına kapıldılar. Böylece yıldızlara bakma ve kehanette bulunma,
yaşamın hemen tüm alanında etkin bir yöntem halini aldı. Sumer evren
anlayışında yıldızların, yedi kat göğün, yani makrokozmosun dışında, kozmik
düzenin yeryüzündeki modeli olan ve insanla, yani mikrokozmosla
makrokozmosmezokozmos vardı; o da tapınak merkezli şehirdi. Şehir hayatının
düzenlenmesinde yıldızların birbirlerine göre ve özellikle de Güneş ve Ay’a
göre konumları belirleyici olurdu. Günümüzde burçlara inananların sayısı ile
birlikte, hemen her gazetenin bir köşesinde, iklimsel hava tahminleriyle
birlikte, bir çeşit "kişisel hava tahmini" olan burçların da
yayımlanması göz önüne alındığında, bu yöntemin insanda nasıl kökten bir
düşünüş formu oluşturduğu da anlaşılır. Şimdi bize, "fala inanmam, falsız
da kalmam" ayarında bir uğraşı gibi gelse de Sumer şehirlerinde yıldızlar
takviminin başarısı müthiş olmalı. Ulaşılan refah öylesine görkemliydi ki,
Campell’ın belirttiğine göre çok sonraları cennete modellik eden Hindu-Budist
dünya dağının adı Sumeru idi. Urfa’da lise öğrencileri ile yaptığımız bir
araştırmada sorulardan biri, "Hayatta en değerli şey nedir?" sorusu
idi. Açık uçlu olan bu soruya bir öğrencinin verdiği yanıt, bu hiyerarşik evren
anlayışının hâlâ devam ettiğini göstermektedir. Eşittir, işaretleriyle birlikte
aynen aktarıyorum: "Din=vatan=aile". İnsan binlerce yıl Tanrısını
göklerde aramıştır. Tanrılar panteonunu gökyüzüyle yeryüzünün buluştuğu dağ
doruklarına yerleştirmiştir. Nemrut Dağı’nı görmüş olanlar burada denilenleri
anlamaktan öte hissedecekler de. Yukarı Mezopotamya’ya, diğer dağlara,
bulutlara hakim bir noktada Tanrılar sizi beklemektedir. İlkel de hayatın
kaynağını göklerde aramıştır. Bu arayış, kendi sınırları içinde hiç de
"metafizik" bir düşünüşle başlamamıştır. O, bizim "yapay"
çevrelerimizde yaşadıklarımızdan çok farklı bir şekilde, kendini doğaya ve
göklere yabancı hissetmiyordu. Kendini yabancılaştırmamıştı. Hayatın kaynağını
gökyüzünde, semavi alemde aramasının nedeni deneyimleriydi. Özellikle Ay, bu
deneyimde önemli bir yer almıştı. Yakın zamana kadar Harran’da Sin (Ay) kültü
yaşatılmaktaydı. Anadolu’da birçok yerde Ay hâlâ kutsallığını korumaktadır,
"nur"dur. arasında yer alan bir
Ay’a insanın ilk ayak izleri düşeli yıllar olmasına rağmen, çocukluğumda
yaşlılar ürkmüş bir şekilde uyarırlardı: "Öyle deme, Ay nurdur."
Yürünülen yerin başka bir yer olduğunu söylerlerdi. Başka uyarılar da vardı.
Gündüz görünen Ay uğursuzluk alametidir ya da gece Ay varken, açık alanda
işememek gibi...Üniversiter anlamda dünyanın en eski okullarından ve Ortaçağ'da Batı’da kurulan üniversiteleri öncelemiş olan Harran Okulu, 7. ve 8. yüzyıllarda Eski Yunan felsefesinin temel metinlerinin Arapça'ya çevrildiği en önemli merkezdi. Bu çevirilerin de hızıyla, burada din, gökbilim, tıp, matematik ve felsefe çalışmaları yoğunlaştı. Farabi’nin de bir dönem eğitim gördüğü kaydedilen Harran Okulu’nu yönetenler arasında İslam’ı benimsememiş, eski dinlerine bağlı Sabiiler'in çoğunlukta olduğu da bildirilmektedir. Sabiiler yıldızlara dayalı bir inanç dizgesi geliştirmişlerdi ve İslamiyet'ten sonra da yüzyıllar boyu yaşayan bu dine göre, evrenin güçlü bir mimarı vardı, gözle görülmezdi ve bu yaratıcıya yaklaşmanın biricik yolu, cevherleri kutsal olan ruhları, aracı koymaktı. Bu ruhlardan her biri bir gezegene aitti ve gezegenler bu ruhlara beden görevi görüyorlardı. Hangi gezegene yaklaşılacaksa onun Tanrılık kürsüsüne oturduğu saati hesaplamalı, ona özel tütsüler yakmalı, karşısına çıkabilmek için özel dualar okumalı, bir dileğimiz varsa tılsımlı yazılarla dilekçe verilmeliydi. Yerel iyileştiriciler, birçoklarına ebeveyninden kalan ve Osmanlıca yazılmış, yaygın adı Yıldızname olan bir kitabı (ya da kitapları) bu işlemler için referans almaktadırlar. "Yıldızname’ye bakacağım" dendiğinde iki eyleme işaret edilir: kitaba ve gökyüzüne bakılacaktır. Bugün, bölgede yaşayan halkın ve yerel iyileştiricilerin hastalıkları açıklama ve tedavi etme biçimlerinin tarihsel gelişimini izlemek, yerel iyileştiricilerin ve halkın niye beden ile ruhsal olan, güncel ile kutsal olan arasına set çekmediklerinin ipuçlarını da vermektedir.
Kuşaklararası gerilim
Bu ipuçlarını izledikçe Spiro’nun (1993) konuyla ilgili yargısının önemi
de daha iyi anlaşılmaktadır: "Yalnız ‘self’inself’in kendisinin de
toplumlar arasında değiştiğini kabul edebiliriz". Ruhbilimdeki self
kavramı, Türkçede, ‘benlik‘ veya ‘kendilik‘ ile karşılanmaktadır. Urfa‘da hasta
yakınları, hastalarını ziyaret ettiklerinde, veda cümlesi olarak şunu derler:
“Sen siye iyi bak.“ Sen sana iyi bak!.. Kendiliğin, üstelik de, hastalık
durumunda, yani bireysel bütünlüğün örselenme olasılığında, dışsallaştırılması
dikkat çekicidir. kavramsallaştırılması değil,
Urfa dendiğinde akla Hz. İbrahim gelir. Arap ulusunun atası olan Hz.
İsmail’in babasıdır. Urfa’da doğduğu sanılmaktadır. Urfa’nın gelenek, görenek
ve inanç dizgesini dolaysız etkilemiştir ve bu etkiler hâlâ yaşamaktadır.
Dergah ve Balıklıgöl Hz. İbrahim’in adı etrafında dönen birçok efsanenin
yaşayan yazıtlarıdır... Urfa’da en sık anlatılan efsanelerden biri, Hz. İbrahim
ile Nemrut efsanesidir:
Hükümdarlar arasında başına ilk defa taç giyen Nemrut’un, MÖ 2000
yıllarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Bir gece bir rüya görür ve
bilicilerine yorumlatır. Biliciler, "Rüyanda gördüğün başının üstünde
doğan, ayı ve güneşi gölgede bırakıp parlak ışıklarıyla yeryüzünü aydınlatan
yıldız, bu sene içinde memleketinde doğacak bir çocuğa delalet eder ki, çocuk
kavminin arasına karışıp nifak tohumları saçacak, kavmini senin dininden
ayıracak, sana itaatsizliğe mecbur kılacak ve peşi sıra sürükleyecek... Şan,
şeref, mevki, saltanat ve mülkünü helak edecek, tacını ve tahtını elinden
alacak" derler. Bunu duyunca Nemrut bir emir çıkartarak gebe kadınları
hapsettirir ve doğan erkek çocukları boğdurur. Azer’in karısı Zeliha ise
gebeliğini kocasından bile gizli tutmaktadır. Urfa’nın merkezinde Dergah diye
bilinen bir mağarada Hz. İbrahim’i doğurur. Hz. İbrahim orada parmağını emerek
büyür. Daha sonra Zeliha kocasına durumu anlatır. Azer altından, gümüşten
putlar yapmaktadır. Oğlu İbrahim’e putları sattırmak ister. Hz. İbrahim
babasının kendisine vermiş olduğu putların boğazına ip takarak sokaklarda sürür
ve onlara hakaret eder. Puthaneye girer ve putları kırar. Sonra da baltayı
büyük putun boynuna asar. Sorulduğunda da; “balta kimdeyse o yapmıştır” der.
“Bir put nasıl kırabilir ?” dediklerinde de, İbrahim, kendisinin de onlara
anlatmak istediğinin bu olduğunu söyler. Nemrut, Hz. İbrahim’i ateşe attırır.
Ateş su ve odunlar balık olur ve bugünkü Urfa’nın merkezindeki BalıklıgölÇetiner,
2000). Nemrut kötülüğü ile, kendine Tanrı olarak tapılmasını istemesiyle
Tanrı’nın öfkesini üstüne çeker. Tanrı Nemrut’un ülkesine sivrisinekleri
gönderir. Nemrut kapıları kapatır, kendini odasına atar ve kurtulur. Topal bir
sivrisinek Tanrının huzuruna çıkarak "Yarabbi topallığım yüzünden bu
göreve katılamadım, bana da bir görev ver" diye yakarır. Topal sivrisinek
anahtar deliğinden geçer, Nemrut’un burnundan girerek beynine yerleşir. Nemrut
dayanılmaz ağrılar nedeniyle keçeden bir tokmak yaptırır ve başına vurulmasını
emreder. Yetmez, tahta tokmaklar yaptırır. "Ur ha, ur ha" diye
bağırmaktadır. Böylece şehrin adı Urfa olarak kalır. Oysa aynı efsane Süryani
Vakayinamesi’nde biraz değişik bir şekilde Nemrut için anlatılmaktadır: Urfa’ya
egemen olan Ken’an bin Kuş’un karısı Sulha (Zeliha!), Nemrut’a gebe kalır.
Ken’an bin Kuş bir rüya görür. Bilicilerine yorumlatır. Sulha’dan doğan çocuğun
babasını öldürüp anasıyla evleneceğini söylerler. Çocuğun doğar doğmaz
öldürülmesini emretse de Sulha Nemrut’u kaçırtıp bir çobana teslim eder.
Doğarken burnuna yılan kaçtığı için yüzünün görünüşü korkunçtur ve sürüleri
ürküttüğü için çoban çocuğu ırmağa atar. Adı Nemrut olan bir dişi kaplan çocuğu
büyütür. Nemrut gençlik çağına geldiğinde rastlantıyla babasını öldürür,
anasıyla evlenir ve ülkeye egemen olur. Efsaneye göre Nemrut’a Hewya’nın oğlu
(yılanın oğlu), gençlik çağına kadar ırmak kenarında yaşadığı içinde ülkesine
urhai (sulak yerde bulunan) denmiştir (Karlıklı, 1998). oluşur (
Bu efsaneler, kutsal gölleriyle, balıklarıyla ve elbette nice Nemrutları ve
İbrahimleriyle, küçük farklılıklarla Yakındoğu‘da yaygındır. Günümüzde de
şehirlerin ve insanların öyküsünde yankılanır.
Ken’an bin Kuş-Nemrut-İbrahim... Kuşaklar arasındaki gerilimin aktarımı
ve Eski Yunan’dan öncesine ait şu ÖdipMo-tun (Mete), kendini düşmana teslim
eden babası Teoman’ı öldürür ve Hun kağanı olur. Efsane ile tarihin buluştuğu
sisli alandan söz ettiğimiz çekincesiyle birlikte, söylencelerin, bugün bile
sembolik gerçeklikleri vardır ve bu gerçeklik aşağıdaki tesbitlerle şaşırtıcı
bir uygunluk içindedir: 1991'de yapılan bir araştırmaya göre her 5 erkekten
birinin İbrahim/Halil/İbrahim Halil adını aldığı tesbit edilmiştir (TC Kültür
Bakanlığı, 2000). Bu denli yaygın bir ad koyma, aynı zamanda etkin bir
sosyokültürel değerlerle biçimlenmenin de göstergesidir ve kişilerin
"gelişim öyküleri"nde dikkate değer kabul edilmelidir. Kendilik,
belirgin bir şekilde toplumsal-kültürel bağlamlarıyla tarifine kavuşmakta,
örneğin, gençlerde geleneksel geniş ailenin desteğinin çekildiğine dair imalar
bile ruhsal zorlanmalara yol açabilmektedir. Kuşak çatışmasıyla yoğunlaşan ve
ebeveynlerin sıklıkla çocukları arasında "kıyas" yapmalarıyla ve iyi
evlat, kötü evlat nitelemeleriyle doruğuna ulaşan bu süreç, sonuçlardan birinin
bu olması olasılığına rağmen daha çok benliğin bütünleşememesi, dağılması
tehlikesi ile değil de, "ideal" ailenin dağılması olarak
aktarılmaktadır. Gençlerdeki birçok depresif yakınmaların
"kaybedilmiş" yayanalığı dikkat çekicidir. Urfa’da insanlar arası
ilişkilerde en sık kullanılan ve "iyi dilek, şükran ve minnet" içeren
deyimlerden biri, Urfa ağzıyla: "Babaya rahmet"tir. Bu öfkeyi anlamak
için, rahmet okumanın daha çok "öteki dünya" ile ilgili olduğunu ve
burada sözkonusu edilen babaların büyük bir çoğunluğunun ise henüz "hakkın
rahmetine kavuşma"dığını unutmamak gereklidir. söylencesi dikkat
çekicidir. Aynı söylence elbette bozkırdan da seslenir: da beklentileri
karşılanamadığı için kaybedilme tehlikesi olan aileye ve paradoksal bir şekilde
de kişiye desteğini çekmiş kökensel geniş aileye duyulan öfkeyle yan
Anadolu’da yaşayıp da!..
Anadolu’dan söz edildiğinde sıklıkla kullanılan klişeler vardır. Örneğin,
kültürler mozaiği... Mozaik, adı üstünde zemin üzerinde dondurulmuş,
katılaştırılmış bir biçemse, Anadolu bundan çok daha fazlasıdır. Pax Sumer
hakkında bildiklerimiz yeni. Sumer’in bugünkü Anadolu’ya etkilerini dolaylı
olarak biliyoruz. Sonrasında Hellen birikimini ekerek buralardan geçen İskender
var. Anadolu’da bu seferler sırasında kurulmuş köklü şehirleri biliyoruz. Urfa,
o zamanki adıyla Edessa da bunlardan biri... Sonra, Pax Roma!.. En az iki somut
veriden söz edebiliriz: Anadolu’ya "Horasan’dan sökün edip kimi geyik,
kimi şahin olarak Anadolu’ya gelen" Türkmen dervişlerine verilen ad Abdalan
Rumi... Bir diğer örneğimiz de Urfa’dan. Şehre çok yakın Kırk
Mağaralar'daOrfeus mozaiği bulundu. Roma’nın kendi gizem dinlerini buralara
kadar taşıdığı anlaşılmaktadır. Bugün bile canlılığını koruyan iki olgunun;
Urfa’da şehir yaşamında müziğin aldığı yerin ve sıra gecesi geleneğinin
kökenleri, bir de tüm Anadolu’da hemen her şehirde yaşatılmış olan meslek
loncalarının, Ahilik'in kökenleri, zaman içinde özellikle Orta Asya bozkır
kültürü ve İrani etkilerle yaşadığı dönüşümlere dikkat etmek koşuluyla, bu gizem
dinlerinin gizli kardeşlik örgütlerine değin götürülebilir. yapılan kazılarda
elinde liriyle bir
Şimdi Pax’ı tartışılır bir Amerika çağıdır ve öykü devam etmekte... Cumhuriyet’le birlikte Anadolu artık, dünyanın kültürel olarak en verimli toprakları arasındadır. Bununla birlikte, her birimizin ruhsallığında; tarihin gizli hazineleri de birer yay gibi gerilmektedir. Tarihte insani birikimi sıçratmış her türlü gerilim, Anadolu insanının ruhsallığında yaşamaktadır. Bu metin boyunca sıraladığımız işaret fişeklerini kısaca analım: toplumsal farklılaşmanın arketipleri, yer bağı ile kan bağı; rahip geleneği ile Şaman geleneği; anaerkillik, belki anacıl demek daha uygun ve ataerkillik, yerleşiklik ve göçerlik.... Üstelik, bu işaret fişekleri ruhbilimde kapatıldıkları kavramsal cenderenin sınırlarını da zorluyorlar ve yeni soyutlamalar için kapılar açıyorlar... Bitirmeden bunlardan birine kısaca değinelim:
Tarih Sumer’de Başlar, Kramer’in bu eşsiz kitabına verdiği adın duyurduğu
gibi, Sumerler, halen içinde değindiğimiz uygarlığın ürettiği kurumların ve
elbette bu kurumlar ile birey veya grupların ilişkilerinin ilk örneklerinin
oluşturucularıydı. Bu ilk örneklerin, davranış kiplerinin bugüne gelmesinde ve
bugünkü biçime kavuşmasında "uygarlık travmaları"nın derin etkileri
oldu. Şöyle de denilebilir: Frankfort’un Mezopotamya Uygarlığı’nın sonul
biçimini tarif edememeye dair vurguladığı güçlüğün temelinde bizzat uygarlığın
içselleştirdiği travmalar ve bunlara karşı geliştirdiği savunma düzenekleri,
bir de tarihin bu ortak miras üzerinden değil de hemen hep etnik rol paylaşımı
biçiminde yazılması vardır. Bir örnekle, uygarlığın temel öğelerinden biri olan
yer bağı geleneği, Sargon saldırılarıyla ve Sami kan bağı ile örselenmişti.
Fakat bu etki, yer bağı üzerinde biçimlenmiş uygarlığın kuzeye göçü boyunca
hemen hiçbir zaman onu yok edebilecek bir güce ulaşamadı. Surların ardında
güçlü hemşehrilik bağlarını besleyen şehir bugüne değin yaşayabilirliğini,
“öldürmeyen her saldırı güçlendirir” ilkesini doğrularcasına yaşadı ve yaşattı.
Yakındoğu’ya yolu düşmüş her kavim, bu mirası gördü, bu gerilimi yaşadı ve
yaşattı.
Deleuze’ün Göçebe Düşüncesi’nden bir alıntı ile bitirelim: ‘Bizim
rejimlerimizde göçebelerin mutsuz olduklarını hepimiz biliyoruz: Onları
yerleşikleştirmek zorunda kalıyoruz ve yaşam onlar için çekilmez hale geliyor.
Nietzsche de bir pansiyondan diğerine taşınıp duran, kendi gölgesine
indirgenmiş o göçebelerden biri gibi yaşamıştır. Ancak göçebe ille hareket eden
insan değildir; yerleşik yolculuklar da vardır, yeğinlik içinde yolculuklar.
Ayrıca tarihsel olarak da göçebeler göçmenler gibi oradan oraya giden insanlar
değil, tam tersine hiçbir yere gitmeyen, düzgülerden kaçarken yerlerini
koruyabilmek için göçebeleşmeye başlayanlardır...’ Sonsöz: Anadolu’da yaşayıp da, şu günlerde mutsuzluğuyla heyecanlanmayan namerttir!..
Urfa-İstanbul, mayıs’02
KAYNAKLAR:
1) Şengül Aydıngün, Bir kazı güncesi: Göbeklitepe, Skylife THY dergisi, Mart 2001, sayfa 86.
2) H. Frankfort, Uygarlığın Doğuşu, Çev. Alaeddin Şenel, V Yayınevi, Ankara, 1989
3) Benedict R. 1958, Kültür Örüntüleri, Çev. Mustafa Topal, Öteki Yayınevi, Ankara, 1999
4) Çetiner K., 2000, Kültürel Değerler ve Turizm: Şanlıurfa İnanç Turizminin Değerlendirilmesi, GAP Bölgesi’nde Kültür Varlıklarının Korunması, Yaşatılması ve Tanıtılması Kitabı, Kültür Bakanlığı,Ankara
5) Kapaklı K.(1998), Ninni’den Ağıt’a, Şanlıurfa Belediyesi Kültür Hizmetleri, Şanlıurfa
6) Karlıklı Ş.(1998), Bizim İller-II- Suyla Yeniden Doğan Kent Şanlıurfa, Creative Yayıncılık, İstanbul
7) Kraus R.F.(1996), Kişilik Bozuklukları Hakkında Kültürel Yorumlar-II, DSM-IV Bakış Açısıyla Kültür ve Psikiyatrik Tanı’dan(Ed.Mezzich J.E. ve Kleinman A., çev. Tüzer T.T.), Compos Mentis Yayınları, Ankara,1997
8) Spiro M.E.(1993), Is the Western Conception of the Self ‘Peculiar’ within the Context of the World Cultures?, Ethos, 21(2), 107-153
9) Taş M. ve Kılıç Ö.S.(2000),Şanlıurfa Kültüründe Dergah, Balıklıgöl ve Balıkların Kültürel Miras Olarak Yeri ve Önemi, GAP Bölgesi’nde Kültür Varlıklarının Korunması, Yaşatılması ve Tanıtılması Kitabı, Kültür Bakanlığı,Ankara
10) T.C. Başbakanlık GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı(1997), Sosyal Politika Hedefleri, Ankara
11) N Campbell J.(1995), İlkel Mitoloji/Tanrının maskeleri, Çev. Kudret Emiroğlu, İmge Kitabevi, Ankara
12) Childe G.(1993), Tarihte Neler Oldu, Çev. Mete Tunçay-Alâeddin Şenel, Alan Yayıncılık, İstanbul
13) Kramer S.(1990), Tarih Sumer’de Başlar, Çev. Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara
14) Akbıyık A. ve Kürkçüoğlu S(1990), Folklor(Halkbilim) ve Şanlıurfa, Şurhoy Yayınları, Şanlıurfa
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder