Psikanalitik Çocuk Ergen
Psikoterapisinde Temel Kavramlar
ANAL
EVRE:
Yaşamın ikinci ve üçüncü yıllarına yayılan anal dönem sfenkter denetiminin sağlanmasıyla başlar. Dürtünün kaynağı anorektal bölge mukozasıdır. Bu evrede, bedenin içine alınmış olan nesnelerin içeride tutulması veya dışarı atılması söz konusu olduğu için, mukoza yanında bu işlemleri sağlayan kaslar da işe karışır. Dürtünün nesnesi temel olarak hem mukozayı uyaran, hem de çocuk ile anne arasında duygusal bir alışveriş nesnesi olan dışkıdır. Bu alışveriş yoluyla anne ve çevre denetim altında tutulmaya çalışılır. Dürtünün amacı bir yandan mukozanın uyarılması yoluyla otoerotik haz sağlanması, diğer yandan da çevre üzerinde hakimiyet kurulmasıdır.
K.Abraham anal evreyi sadik ve mazoşik olmak üzere iki alt evreye ayırır (Abraham, 1924). 12-18 aylar arasında yer alan sadik evrede, tahrip edilmiş nesnelerin dışarı atılması bir haz sağlama yanında yetişkine meydan okuma söz konusudur. Buna karşılık 18-24. aylara arasındaki mazoşik evrede, dışkının tutulmasıyla kendini gösteren edilgen bir haz arayışı hakimdir.
Yaşamın ikinci ve üçüncü yıllarına yayılan anal dönem sfenkter denetiminin sağlanmasıyla başlar. Dürtünün kaynağı anorektal bölge mukozasıdır. Bu evrede, bedenin içine alınmış olan nesnelerin içeride tutulması veya dışarı atılması söz konusu olduğu için, mukoza yanında bu işlemleri sağlayan kaslar da işe karışır. Dürtünün nesnesi temel olarak hem mukozayı uyaran, hem de çocuk ile anne arasında duygusal bir alışveriş nesnesi olan dışkıdır. Bu alışveriş yoluyla anne ve çevre denetim altında tutulmaya çalışılır. Dürtünün amacı bir yandan mukozanın uyarılması yoluyla otoerotik haz sağlanması, diğer yandan da çevre üzerinde hakimiyet kurulmasıdır.
K.Abraham anal evreyi sadik ve mazoşik olmak üzere iki alt evreye ayırır (Abraham, 1924). 12-18 aylar arasında yer alan sadik evrede, tahrip edilmiş nesnelerin dışarı atılması bir haz sağlama yanında yetişkine meydan okuma söz konusudur. Buna karşılık 18-24. aylara arasındaki mazoşik evrede, dışkının tutulmasıyla kendini gösteren edilgen bir haz arayışı hakimdir.
Bu evrede, çocuğun tutma/bırakma,
etkinlik/edilgenlik, boyun eğme/karşı koyma gibi birbirine zıt ikiliklerle
karşı karşıya olması ambivalansı ön plana çıkarır. Dışkı ve çevre üzerindeki
denetim sayesinde iç/dış ve kendi/kendi olmayan arasındaki sınırlar pekişir.
Anal dönem nesne ilişkisi çocuğun dışkı ile kurduğu ilişki ekseninde
biçimlenir. Tutmaktan doğan haz, boyun eğme ve edilgenliğin karşısında,
boşaltmaktan doğan agresif haz, denetleme ve hakim olma yer alır. Bu anlamda
anal dönem nesne ilişkisi sadomazoşik niteliktedir.
ANNA
FREUD:
Savunma mekanizmalarına getirdiği açılım ve çocuk psikanalizi tekniğine ilişkin çalışmaları (Freud A, 1926) yanında Anna Freud'un diğer önemli katkıları çocuğun gözlemlenmesini ön plana çıkarması ve gelişim çizgileri kavramıdır. Doğrudan çocuk gözlemi hem çevresel etkenlerin çocuğun gelişimi üzerindeki etkilerinin hesaba katılması gerekliliğini hatırlatmış, hem de psikanaliz ile bilimsel araştırma arasında bir köprü kurulmasını sağlamıştır. Öte yandan çocuk gözlemlerinden elde ettiği veriler gelişimi farklı bir açıdan ele almayı sağlayan gelişim çizgileri kavramını geliştirmesine imkan vermiştir. Anna Freud gelişimin her evresini çocuğun karşı karşıya kaldığı dışsal gereklilikler ile çocuğun ruhsal yapısının değişik mercilerinin farklılaşması ve olgunlaşması arasındaki hassas dengeler olarak ele alır ve çocuğun hem ruhsal hem de toplumsal yaşamdaki tedrici özerkleşmesini değerlendirmenin merkezine koyar (Freud A. 1965).
Savunma mekanizmalarına getirdiği açılım ve çocuk psikanalizi tekniğine ilişkin çalışmaları (Freud A, 1926) yanında Anna Freud'un diğer önemli katkıları çocuğun gözlemlenmesini ön plana çıkarması ve gelişim çizgileri kavramıdır. Doğrudan çocuk gözlemi hem çevresel etkenlerin çocuğun gelişimi üzerindeki etkilerinin hesaba katılması gerekliliğini hatırlatmış, hem de psikanaliz ile bilimsel araştırma arasında bir köprü kurulmasını sağlamıştır. Öte yandan çocuk gözlemlerinden elde ettiği veriler gelişimi farklı bir açıdan ele almayı sağlayan gelişim çizgileri kavramını geliştirmesine imkan vermiştir. Anna Freud gelişimin her evresini çocuğun karşı karşıya kaldığı dışsal gereklilikler ile çocuğun ruhsal yapısının değişik mercilerinin farklılaşması ve olgunlaşması arasındaki hassas dengeler olarak ele alır ve çocuğun hem ruhsal hem de toplumsal yaşamdaki tedrici özerkleşmesini değerlendirmenin merkezine koyar (Freud A. 1965).
AYNA
ROLÜ:
Winnicott tutma, ele alış ve nesne sunma başlıkları altında topladığı annelik işlevlerine daha sonra annenin ayna rolü (mirror-role of the mother) adını verdiği yeni bir işlevi eklemiştir (Winnicott, 1971b). Makalesinin başında, benlik oluşumunda aynanın rolüne değinen Lacan'dan etkilendiğini ancak Lacan'dan farklı olarak gerçek aynayı değil annenin bakışını esas aldığını belirtir. Daha sonra bebeğin annesinin yüzüne baktığında ne gördüğü sorusunu sorar ve cevabını da verir: kendisini. Böylece bebek içinde bulunduğu duygusal durumu annesinin yüz ifadesinden okur. Ancak kimi durumlarda annenin yüzü bebeğin içinde bulunduğu duygusal durumu değil, annenin kendi duygusal durumunu yansıtır. Winnicott annenin bakışlarında kendi duygusal durumlarını göremeyen bebeklerin başka yollar aradığı belirtir ve çoğu annenin de huzursuz, saldırgan veya hasta bebeğe daha çok tepki verdiğini hatırlatır.
Winnicott tutma, ele alış ve nesne sunma başlıkları altında topladığı annelik işlevlerine daha sonra annenin ayna rolü (mirror-role of the mother) adını verdiği yeni bir işlevi eklemiştir (Winnicott, 1971b). Makalesinin başında, benlik oluşumunda aynanın rolüne değinen Lacan'dan etkilendiğini ancak Lacan'dan farklı olarak gerçek aynayı değil annenin bakışını esas aldığını belirtir. Daha sonra bebeğin annesinin yüzüne baktığında ne gördüğü sorusunu sorar ve cevabını da verir: kendisini. Böylece bebek içinde bulunduğu duygusal durumu annesinin yüz ifadesinden okur. Ancak kimi durumlarda annenin yüzü bebeğin içinde bulunduğu duygusal durumu değil, annenin kendi duygusal durumunu yansıtır. Winnicott annenin bakışlarında kendi duygusal durumlarını göremeyen bebeklerin başka yollar aradığı belirtir ve çoğu annenin de huzursuz, saldırgan veya hasta bebeğe daha çok tepki verdiğini hatırlatır.
BİRİNCİL
ANNELİK MEŞGULİYETİ:
Winnicott’a göre annenin bebeğine bakım verebilmesi için onunla özdeşim kurması, başka bir deyişle bebeğinin neye ihtiyaç duyduğunu hissetmesi gerekir. İşte birincil annelik meşguliyeti {primary maternel preoccupation) adını verdiği süreç hamilelik boyunca annenin bu özdeşimi gerçekleştirmesine olanak verir (Winnicott DW 1956).Winnicott, annenin çevreden uzaşlaşarak içine kapandığı ve doğacak bebeğine odaklandığı bu süreci "normal bir hastalık" olarak da tanımlar. Doğumdan sonraki haftalarda giderek etkisini yitiren bu duyarlılık hali zamanla yerini yeterince iyi anne'ye (good enough mother) bırakır. Artık anne bebeğinin tüm ihtiyaçlarını bekletmeden eksiksiz karşılamakla yükümlü değildir; geçici yetersizlikler sergileyebilir, ancak bunlar hiçbir zaman bebeğin katlanma yetisini aşmaz (Winniicott, 1949).
Winnicott’a göre annenin bebeğine bakım verebilmesi için onunla özdeşim kurması, başka bir deyişle bebeğinin neye ihtiyaç duyduğunu hissetmesi gerekir. İşte birincil annelik meşguliyeti {primary maternel preoccupation) adını verdiği süreç hamilelik boyunca annenin bu özdeşimi gerçekleştirmesine olanak verir (Winnicott DW 1956).Winnicott, annenin çevreden uzaşlaşarak içine kapandığı ve doğacak bebeğine odaklandığı bu süreci "normal bir hastalık" olarak da tanımlar. Doğumdan sonraki haftalarda giderek etkisini yitiren bu duyarlılık hali zamanla yerini yeterince iyi anne'ye (good enough mother) bırakır. Artık anne bebeğinin tüm ihtiyaçlarını bekletmeden eksiksiz karşılamakla yükümlü değildir; geçici yetersizlikler sergileyebilir, ancak bunlar hiçbir zaman bebeğin katlanma yetisini aşmaz (Winniicott, 1949).
BÜTÜNLEŞME
(İNTEGRATİON):
Winnicott’a göre (1945) bütünleşme eğilimine iki tür deneyime yardım eder: (1)bebeğin sıcak tutulması, ele alınması, yıkanması, sallanması ve isimlendirilmesi gibi bebek bakımına ait deneyimler ve (2) kişiliği içeriden toparlayan akut içgüdüsel deneyimler. Birçok bebek yaşamın ilk 24 saatinin bazı dönemlerinde bütünleşmeye doğru giden yolda ilerlemede başarılıdırlar. Bazılarında ise açgözlü saldırmanın erken inhibisyonu nedeniyle bu süreç gecikir veya geriye dönüşler meydana gelir. ÇİLECİLİK:
A.Freud'un özellikle ergenlikteki çatışmaları aşmak üzere başvurulduğunu belirttiği savunmalardan çilecilik haz sağlayabilecek herşeyin, bu arada da cinsel dürtülerin toptan reddedilmesine karşılık düşer. Çileciliğin işlevi basit yasaklarla altbenliğin frenlenmesidir (Freud A., 1936). Yine ergenlikte sıklıkla başvurulan entellektüalizayson tehlikeli olarak algılanan duygulanımların yaşanması ya da varlıklarının kabul edilmesi yerine temsillere bağlanarak denetim altında tutulmasını hedefler.
Winnicott’a göre (1945) bütünleşme eğilimine iki tür deneyime yardım eder: (1)bebeğin sıcak tutulması, ele alınması, yıkanması, sallanması ve isimlendirilmesi gibi bebek bakımına ait deneyimler ve (2) kişiliği içeriden toparlayan akut içgüdüsel deneyimler. Birçok bebek yaşamın ilk 24 saatinin bazı dönemlerinde bütünleşmeye doğru giden yolda ilerlemede başarılıdırlar. Bazılarında ise açgözlü saldırmanın erken inhibisyonu nedeniyle bu süreç gecikir veya geriye dönüşler meydana gelir. ÇİLECİLİK:
A.Freud'un özellikle ergenlikteki çatışmaları aşmak üzere başvurulduğunu belirttiği savunmalardan çilecilik haz sağlayabilecek herşeyin, bu arada da cinsel dürtülerin toptan reddedilmesine karşılık düşer. Çileciliğin işlevi basit yasaklarla altbenliğin frenlenmesidir (Freud A., 1936). Yine ergenlikte sıklıkla başvurulan entellektüalizayson tehlikeli olarak algılanan duygulanımların yaşanması ya da varlıklarının kabul edilmesi yerine temsillere bağlanarak denetim altında tutulmasını hedefler.
ÇÖKME KORKUSU (FEAR OF BREAKDOWN):
Çökme korkusu kimi zaman analitik çalışmanın başında, kimi zaman da tedavi ilerledikten sonra sürece egemen olur. Hasta savunma düzeneklerinin etkisiz kalmasına ve benlik örgütlenmesinin dağılmasına dair bir korku taşır. Savunma düzeneklerinin altında yatan bu primitif korkular (can çekişmeler) sözel öncesi döneme aittirler. Bu yüzden başlıca özellikleri düşünülemez oluşlarıdır. Bu korkular:
1. Bütünleşmemiş olma haline gerileme korkusu (Buna karşı
geliştirilen savunma: parçalanma, yani dezentegrasyon)
2. Sonsuz bir düşme korkusu (Savunma: kendi kendini tutma)
3. Psikosomatik birliğin kaybolmasına dair korku (Savunma: depersonalizasyon)
4. Gerçeklik duygusunu yitirme korkusu (Savunma: birincil narsisizmin abartılı kullanımı)
5. Nesnelerle olan ilişki yetisini kaybetme korkusu (Savunma: otistik haller)
2. Sonsuz bir düşme korkusu (Savunma: kendi kendini tutma)
3. Psikosomatik birliğin kaybolmasına dair korku (Savunma: depersonalizasyon)
4. Gerçeklik duygusunu yitirme korkusu (Savunma: birincil narsisizmin abartılı kullanımı)
5. Nesnelerle olan ilişki yetisini kaybetme korkusu (Savunma: otistik haller)
Bu noktada Winnicott önemli bir açıklama getirir. Psikoz, çökme
tehdidine karşılık gelmez; primitif korkulara karşı kendini savunma çabasından
ibarettir. Bu anlamda klinik alanda karşılaşılan psikoz, her zaman bir savunma
örgütlenmesine karşılık gelir. Hasta analitik çalışmada çökme korkusunu dile
getirdiğinde, bu korku çocuklukta gerçekten yaşanmış ve bir savunma
örgütlenmesine yol açmıştır. Winnicott’e göre analist, sürecin belli bir
noktasında hastaya bu çökme korkusunu çocuklukta gerçekten yaşamış olduğunu
iletmesi gerekir.
ÇÖZÜLME (DİSSOSCİATİON):
Winnicott’a göre, çözülmeler bütünleşmemeden kaynaklanır, bütünleşmenin tamamlanamaması veya kısmi olması çözülmelere neden olur. Bebeğin yaşantısında sakin ve uyarımlı (excited) durumlar vardır. Başlangıçta bebek karyolasında şunu veya bunu hissederken veya yıkanırken, derisinin uyarılmasından zevk alırken, diğer taraftan süt ile doyumu sağlanmadıkça bir şeyi ele geçirme ve yok etme güdüsü ile hemen doyum için bağırdığında aynı kişi olduğunun farkında değildir. Bu da bebeğin sakin deneyimleri yoluyla inşa ettiği annenin, zihninde yok etmek istediği memenin arkasındaki güç ile aynı kişi olduğunu başlangıçta bilmediği anlamına gelir.
Çözülme son derece yaygın bir savunma mekanizmasıdır ve
şaşırtıcı sonuçlara yol açar. Örneğin şehir hayatı bir çözülmedir, medeniyet
için ciddi bir çözülmedir bu. Savaş ve barış da öyle. Ruhsal hastalıklardaki
aşırılıklar da iyi bilinir. Çocukluk çağında çözülme uyurgezerlik, dışkı
kaçırma, şaşılığın bazı türleri vs olarak ortaya çıkar (Winnicott, 1945).
DEPRESİF
ENDİŞE:
Klein (1935) depresif endişeyi benliğin özdeşleştiği iyi içsel nesnenin zarar görmesi yani nesnenin korunmasına yönelik bir endişe olarak tanımlamıştır. Bebek kendi agresif öğelerinin sevilen ve bağımlı olunan nesneyi yok edeceği endişesine kapılır. Klein depresif anksiyeteye karşı benliğin geliştirdiği üç tür savunmadan bahseder: 1) Paranoid savunma 2)Manik savunmalar 3) Obsesyonel savunmalar (yapıp-bozma)
Klein (1935) depresif endişeyi benliğin özdeşleştiği iyi içsel nesnenin zarar görmesi yani nesnenin korunmasına yönelik bir endişe olarak tanımlamıştır. Bebek kendi agresif öğelerinin sevilen ve bağımlı olunan nesneyi yok edeceği endişesine kapılır. Klein depresif anksiyeteye karşı benliğin geliştirdiği üç tür savunmadan bahseder: 1) Paranoid savunma 2)Manik savunmalar 3) Obsesyonel savunmalar (yapıp-bozma)
DEPRESİF KONUM
Şizo-paranoid durumu izleyen depresif konum yaşamın 6. ayında doruk noktasına ulaşır ve sonra giderek etkisini yitirir. Aslında Melanie Klein depresif durumu şizo-paranoid konumdan önce tarif etmiştir (Klein M. 1935). Bebek tekrarlayan bakım işlemleri sonucunda hem dış dünyayı kendisinden farklı olarak algılamaya, hem de anneyi tam nesne olarak tanımaya, iyi anne ile kötü annenin aynı kişi olduğunu kavramaya başlar. Anneyi bir bütün olarak algılamak ona olan bağımlılığını da algılamasına yol açar; bu da anneye karşı hem sevgi hem de saldırganlık duygularının beslenmesine ve ambivalans'ın doğmasına neden olur. Anneye karşı duyulan saldırganlık duyguları ve buradan beslenen tahrip edici fanteziler nesneye zarar verme ve nesneyi kaybetme endişelerinin ortaya çıkmasına neden olur. Bu endişelerden doğan yoğun suçluluk duygusu oluşum halindeki üst benliğin habercisidir. Nesneyi kaybetme endişeleriyle başa çıkmak üzere geliştirilen onarma mekanizması ise kaynağını yaşam dürtüsünden alır.
Depresif konum içinde bebek anne ye babayı ayrı ayrı algıladığı
gibi ikisi arasında bir bağ olduğunu da sezer. Annenin oral içe alma yoluyla
babanın penisine sahiplendiği düşlemine sahiptir. Oidıpal çatışma erkek çocukta,
annenin bedeni içindeki baba penisine kin duyulmasıyla başlar ve daha sonra
çocuğun babayla özdeşim kurmasıyla sonuçlanır. Kız çocuk ise başlangıçta oral
içe alma arzusuyla babaya yönelirse de daha sonra annenin içine aldığını
varsaydığı penise sahip olmak üzere anneye yönelir. Görüldüğü gibi, Freud'un
4-6 yaş dönemine yerleştirdiği Oidipal çatışma Melanie Klein'da yaşamın ilk
yıllarına kadar geriletilmiştir.
DONALD
W. WİNNİCOTT
Kendinden önce gelen çocuk psikanalistlerinden farklı olarak hem tıp, hem çocuk hekimliği kökenli olan Winnicott çocuk psikanalizinin en özgün kişiliklerindendir. Klein'cı bir analistin analizinden geçmiş ve M.Klein'dan süpervizyon almış olmasına karşın görüşlerinin oluşmasında mesleki kökenleri daha ağır basmıştır. M.Klein'ın tahripkar dürtülere ağırlık vermesine ve çatışmaları içsel sahneye yerleştirip dış etkenleri görmezden gelmesine karşılık, Winnicott oyun ve yaratıcılığı ön plana çıkarır. Ayrıca annesiz bir bebeğin tahayyül dahi edilemeyeceğini öne sürerek çevre etkenlerinin önemini ve aynı zamanda M.Klein ile arasına koyduğu mesafeyi vurgular.
Winnicott gelişimi evrelere ayırma gibi uğraşa girmemiş ve özgün düşüncelerini birbirine eklemleyerek bütüncül bir kuram haline getirme yoluna gitmemiştir. Özellikle anne ve çocuklarla çalışmasından kaynak alan bu özgün düşünceler M.R.Khan'ın ifadesiyle ''düzenleyici kurgular" olarak adlandırılabilir.
Kendinden önce gelen çocuk psikanalistlerinden farklı olarak hem tıp, hem çocuk hekimliği kökenli olan Winnicott çocuk psikanalizinin en özgün kişiliklerindendir. Klein'cı bir analistin analizinden geçmiş ve M.Klein'dan süpervizyon almış olmasına karşın görüşlerinin oluşmasında mesleki kökenleri daha ağır basmıştır. M.Klein'ın tahripkar dürtülere ağırlık vermesine ve çatışmaları içsel sahneye yerleştirip dış etkenleri görmezden gelmesine karşılık, Winnicott oyun ve yaratıcılığı ön plana çıkarır. Ayrıca annesiz bir bebeğin tahayyül dahi edilemeyeceğini öne sürerek çevre etkenlerinin önemini ve aynı zamanda M.Klein ile arasına koyduğu mesafeyi vurgular.
Winnicott gelişimi evrelere ayırma gibi uğraşa girmemiş ve özgün düşüncelerini birbirine eklemleyerek bütüncül bir kuram haline getirme yoluna gitmemiştir. Özellikle anne ve çocuklarla çalışmasından kaynak alan bu özgün düşünceler M.R.Khan'ın ifadesiyle ''düzenleyici kurgular" olarak adlandırılabilir.
Winnicott'un gelişime yaklaşımında çevre, özellikle de anne ayrı
bir yere sahiptir. Çocuğun doğuştan gelen yetileri ancak anne bakımı
eşliğindeyse gelişime katkıda bulunabilir. Winnicott annenin çocuk gelişimine
katkılarını bir dizi kavram ile formüle etmeye çalışmıştır.
Bir yandan, çocuk hekimi olarak anne ve çocuklarla çalışma
deneyiminin, diğer yandan da savaş yıllarının özel koşullarının Winnicott'un
yaratıcılığıyla birleşmesinin sonucu terapötik görüşme (therapeutic
consultations) uygulamasının doğmasına zemin hazırlamıştır. Uzun süreli terapi
süreçlerini reddetmeksizin, kısa zaman dilimlerinde çocuk ve aileyle ilişkiye
girme ve terapötik müdahelelerde bulunma zorunluluğu, Winnicott'un kendi
kuramsal önermelerine uygun pratik uygulamalar yaratmasını kolaylaştırmıştır.
Örneğin dil basacağı oyununda Winnicott annesinin kucağındaki bebeğe bir dil
basacağı verir ve ardından bebek, anne ve kendisi arasındaki karşılıklı
etkileşimleri izler (Winnicott, 1941). Çiziktirme oyunu'nda (squiggle game) ise
önce Winnicott kağıt üzerine hiçbir şeye benzemeyen bir çizgi yapar ve çocuk
onu bir şekle dönüştürür. Bu resim çocuğun yansıtmalarını içermesi nedeniyle
üzerinde konuşulabilecek bir malzeme oluşturur. Daha sonra da aynı çiziktirmeyi
çocuk yapar ve bu kez Winnicott onu bir şekle dönüştürür ( Winnicott, 1951;
Winnicott, Winnicott, 1971c). Her iki oyunda da Winnicott, ara alan olarak
tanımladığı "geçiş alanını" çocuğa ulaşma yolu olarak kullanmaktadır.
DÜRTÜ
(Trieb, instinct/drive)
Beden ve ruh arasında yer alan sınır bir kavram olan dürtüyü tarif etmek için Freud uyaran ve refleks kavramlarına baş vurur. Canlı dokuya dışarıdan uygulanan bir uyaran hareket biçiminde bir tepki uyandırır. Eylem organizmayı uyarandan uzaklaştırır. Bu anlamda dürtü dışarıdan değil de organizmanın içinden kaynak alan bir uyaran olarak değerlendirilebilir. Ancak kaynak dışarıda değil, içeride olduğu için hareket ile dürtüden uzaklaşmak mümkün değildir; öte yandan dürtüsel uyaranların artması rahatsızlığa, azalması da hazza yol açtığı için dürtünün etkisinin ortadan kaldırılması gerekir (haz-rahatsızhk ilkesi). Dürtünün etkisizleştirilmesinin yoluysa doyumundan geçer (Freud S. 1915). Freud dürtüleri belirli bir düalizm içinde ele almış ve başlangıçta cinsel dürtüleri benlik ya da korunma dürtüleriyle karşı karşıya getirmiştir. Daha sonra Haz İlkesinin Ötesinde (Freud, 1920) başlıklı çalışmasında, yaşam dürtülerinin (Eros) karşısına ölüm dürtülerini (Thanatos) yerleştirmiştir. Bir erojen bölgeye bağlı olan kısmi dü rtüler başlangıçta birbirlerinden bağımsız olarak doyum ararlarken gelişim süreci içinde organize olurlar.
Beden ve ruh arasında yer alan sınır bir kavram olan dürtüyü tarif etmek için Freud uyaran ve refleks kavramlarına baş vurur. Canlı dokuya dışarıdan uygulanan bir uyaran hareket biçiminde bir tepki uyandırır. Eylem organizmayı uyarandan uzaklaştırır. Bu anlamda dürtü dışarıdan değil de organizmanın içinden kaynak alan bir uyaran olarak değerlendirilebilir. Ancak kaynak dışarıda değil, içeride olduğu için hareket ile dürtüden uzaklaşmak mümkün değildir; öte yandan dürtüsel uyaranların artması rahatsızlığa, azalması da hazza yol açtığı için dürtünün etkisinin ortadan kaldırılması gerekir (haz-rahatsızhk ilkesi). Dürtünün etkisizleştirilmesinin yoluysa doyumundan geçer (Freud S. 1915). Freud dürtüleri belirli bir düalizm içinde ele almış ve başlangıçta cinsel dürtüleri benlik ya da korunma dürtüleriyle karşı karşıya getirmiştir. Daha sonra Haz İlkesinin Ötesinde (Freud, 1920) başlıklı çalışmasında, yaşam dürtülerinin (Eros) karşısına ölüm dürtülerini (Thanatos) yerleştirmiştir. Bir erojen bölgeye bağlı olan kısmi dü rtüler başlangıçta birbirlerinden bağımsız olarak doyum ararlarken gelişim süreci içinde organize olurlar.
ERGENLİK
Latans dönemi ikincil cinsiyet karakterlerinin belirmesiyle sona erer. Puberte olarak adlandırılan bu gelişimsel dönüşüm ergenlik sürecinin başlangıcını işaret eder. Pubertenin bedensel düzeyde neden olduğu değişiklikler, bir yandan bedeni yetişkin cinselliğine yani üremeyle sonuçlanabilecek bir cinselliğe elverişli hale getiriken, bir yandan da latans döneminde uykuya yatan dürtülerin uyanmasına neden olur. Latans döneminden devralınan ruhsal yapı ve onun savunma mekanizmaları bu dürtü uyanışıyla baş etmeye uygun değildir. Böylece benlik kendini savunmak zorunda kaldığı bir dürtüsel dalga tarafından işgal edilmiş gibi olur (Freud A.,1936). Ergenliğin, diğerleri gibi bir gelişim evresi olarak değil de, bir kriz ya da ucu açık bir süreç olarak tasarlanmasına neden olan dürtülerle savunma mekanizmaları arasındaki uyumsuzluktur. Dürtüsel uyanış, latans döneminde küllenmiş olan ödipal sorunsalı alevlendirmesinin yanısıra daha önceki evrelere ait çatışmaları da güncelleştirebilir (anoreksiya nervoza, bulumi, madde kullanımı, v.b.). Bu çatışmaları çözmek için baş vurulan ilkel savunma mekanizmaları (yarılma, inkar, yüceleştirme, değersizleştirme) sıklıkla psikotik ya da sınır görünümlü tabloların ortaya çıkmasına neden olur. Kimi zaman eyleme geçme (acting-out) çatışmaların zihinsel düzeyde yaşanmasından kaçınma yolu olarak ortaya çıkabilir.
Latans dönemi ikincil cinsiyet karakterlerinin belirmesiyle sona erer. Puberte olarak adlandırılan bu gelişimsel dönüşüm ergenlik sürecinin başlangıcını işaret eder. Pubertenin bedensel düzeyde neden olduğu değişiklikler, bir yandan bedeni yetişkin cinselliğine yani üremeyle sonuçlanabilecek bir cinselliğe elverişli hale getiriken, bir yandan da latans döneminde uykuya yatan dürtülerin uyanmasına neden olur. Latans döneminden devralınan ruhsal yapı ve onun savunma mekanizmaları bu dürtü uyanışıyla baş etmeye uygun değildir. Böylece benlik kendini savunmak zorunda kaldığı bir dürtüsel dalga tarafından işgal edilmiş gibi olur (Freud A.,1936). Ergenliğin, diğerleri gibi bir gelişim evresi olarak değil de, bir kriz ya da ucu açık bir süreç olarak tasarlanmasına neden olan dürtülerle savunma mekanizmaları arasındaki uyumsuzluktur. Dürtüsel uyanış, latans döneminde küllenmiş olan ödipal sorunsalı alevlendirmesinin yanısıra daha önceki evrelere ait çatışmaları da güncelleştirebilir (anoreksiya nervoza, bulumi, madde kullanımı, v.b.). Bu çatışmaları çözmek için baş vurulan ilkel savunma mekanizmaları (yarılma, inkar, yüceleştirme, değersizleştirme) sıklıkla psikotik ya da sınır görünümlü tabloların ortaya çıkmasına neden olur. Kimi zaman eyleme geçme (acting-out) çatışmaların zihinsel düzeyde yaşanmasından kaçınma yolu olarak ortaya çıkabilir.
Ergenlik döneminin bir kriz süreci olarak anılmasında etkili
olan bir diğer etken de yetişkin kimliğinin, özellikle de cinsel kimliğin bu
everede oluşmasıdır. Cinsel kimlik oluşturma süreci, bir yandan hem ebeveyn
imgelerinden hem de çocuksu tümgüçlülükten vazgeçmeyi gerektiren bir yas
uğraşı, diğer yandan da cinsel nesne seçimini dayatan bir zorunluluğun
karşılıklı etkileşimleriyle gerçekleşir.
EROJEN
BÖLGE
Bedenin uyarılabilen ve haz kaynağı olabilen her bölgesi erojen bölge olarak adlandırılabilir. Ancak Freud bu terimi özgül olarak cinsel organlar, ağız ve anus bölgeleri için kullanmıştır. Erojen bölgeler "kısmi" olarak nitelendirilen dürtüleri barındırılar. Erojen bölgelerin ilki olan ağız ve dudaklar başlangıçta beslenme işlevine hizmet ederken daha sonra ikincil olarak erojen bölge niteliği kazanırlar. Böylece beslenme işlevi olmaksızın, haz amaçlı emme davranışı yerleşir (Freud, 1905).
Bedenin uyarılabilen ve haz kaynağı olabilen her bölgesi erojen bölge olarak adlandırılabilir. Ancak Freud bu terimi özgül olarak cinsel organlar, ağız ve anus bölgeleri için kullanmıştır. Erojen bölgeler "kısmi" olarak nitelendirilen dürtüleri barındırılar. Erojen bölgelerin ilki olan ağız ve dudaklar başlangıçta beslenme işlevine hizmet ederken daha sonra ikincil olarak erojen bölge niteliği kazanırlar. Böylece beslenme işlevi olmaksızın, haz amaçlı emme davranışı yerleşir (Freud, 1905).
FALLİK
EVRE
Yaşamın üçüncü yılında başlayan fallik evrede dürtünün kaynağı cinsel organlara doğru yönelir. Başka bir deyişle, kısmi dürtüler cinsel organlar çevresinde bütünleşmeye başlar. Ancak bu aşamada henüz libidonun tam olarak genitalleşmesinden söz edilemez. Dürtünün nesnesi her iki cins için de penistir. Temel sorunsal penisin varlığı ve yokluğu konusunda yoğunlaşır.
Yaşamın üçüncü yılında başlayan fallik evrede dürtünün kaynağı cinsel organlara doğru yönelir. Başka bir deyişle, kısmi dürtüler cinsel organlar çevresinde bütünleşmeye başlar. Ancak bu aşamada henüz libidonun tam olarak genitalleşmesinden söz edilemez. Dürtünün nesnesi her iki cins için de penistir. Temel sorunsal penisin varlığı ve yokluğu konusunda yoğunlaşır.
Doyum bir yandan idrarın bırakılması ve tutulması, bir yandan da
mastürbasyon yoluyla sağlanır. Mastürbasyon daha sonra gelişecek olan çocuk
cinsel kuramlarının kaynağında yer alır. Bu dönemde ortaya çıkan cinsel merakı,
çocuğun cinsler arasındaki farkı penisin varlığı ya da yokluğu temelinde
keşfetmesine neden olur. Ancak her iki cinste de bu fark başlangıçta inkar
edilir; erkek çocuk annesinin penisi olduğuna inanmaya, kız çocuk da ileride
bir penis sahibi olacağına inanmaya devam eder. Dürtünün nesnesi olan penis
anatomik organdan çok güç, narsisik bütünlük organı olarak algılanan penistir.
GEÇİŞ
ALANI- GEÇİŞ NESNESİ:
Yeterince iyi bir anne bir yandan bebeğinin tümgüçlülüğünü beslerken bir yandan da yetersizlikleriyle onun hayal kırıklığına uğrayarak tümgüçlülük yanılsamasından uzaklaşmasına imkan verir. Winnicott'un geçiş alanı {transitıonal area) adını verdiği, öznellik ile nesnellik arasında yer alan ara alan bebeğin tümgüçlülükten kurtulmasına yardımcı olur. Geçiş alanının en iyi bilinen örneği geçiş nesnesi (transitional object)’dir. Geçiş nesnesi benliğe ait olmayan ilk mülkiyettir. Kısmi bir nesnenin simgesi olabilen geçiş nesnesinin en önemli özelliği ne bu nesneye ne de bebeğe ait olmasıdır (Winnicott, 1951 , Winnicott, 1971a).
Yeterince iyi bir anne bir yandan bebeğinin tümgüçlülüğünü beslerken bir yandan da yetersizlikleriyle onun hayal kırıklığına uğrayarak tümgüçlülük yanılsamasından uzaklaşmasına imkan verir. Winnicott'un geçiş alanı {transitıonal area) adını verdiği, öznellik ile nesnellik arasında yer alan ara alan bebeğin tümgüçlülükten kurtulmasına yardımcı olur. Geçiş alanının en iyi bilinen örneği geçiş nesnesi (transitional object)’dir. Geçiş nesnesi benliğe ait olmayan ilk mülkiyettir. Kısmi bir nesnenin simgesi olabilen geçiş nesnesinin en önemli özelliği ne bu nesneye ne de bebeğe ait olmasıdır (Winnicott, 1951 , Winnicott, 1971a).
GEÇİŞ
NESNESİ VE GEÇİŞ OLGULARI
Winnicott, 1951’de Geçiş nesneleri ve geçiş olguları’nı yayınlayarak kendi adı ile birlikte anılacak en ünlü kavramını yaratır.
Winnicott, 1951’de Geçiş nesneleri ve geçiş olguları’nı yayınlayarak kendi adı ile birlikte anılacak en ünlü kavramını yaratır.
Winnicott bebeğin yumruğunu, parmaklarını veya başparmağını
emmesinden, bunun sağladığı doyumdan ve yatışmadan yola çıkar ve “ilk
ben-olmayan sahip olma” olarak tanımladığı, çok küçük çocukların ayrıcalıklı
bir nesneye bağlılıklarında, bunun bir uzantısını görür: bez parçası, pelüş
ayı, yumuşak veya sert nesne. Bu nesne bir çok nedenle ara bir yerde bulunur:
hem içeridedir, hem dışarıdadır veya ikisinin arasındaki sınırdadır.
Winnicott’un “geçiş” demesinin nedeni sadece çocuğun bedeni ile
dış dünya arasında bir geçişi sağlaması ile ilgili değildir; anne ile birleşik
bir durumdan onunla ilişkide olduğu bir duruma geçen çocuğun geçişini, bu
nesnenin temsil etmesi nedeninden dolayıdır.
Demek ki bu geçiş nesneleri veya bu geçiş olguları, ki bu
çocuğun bağlandığı bir melodi, basit bir cıvıltı, veya müzik notaları da
olabilir, uyumadan önce bunları kullanan çocuk için çok büyük bir önem kazanır.
Bunlar depresif kaygıya karşı, örneğin yatma zamanı ortaya çıkan anneden
ayrılma kaygısına karşı kullanılan bir savunmadır. Genellikle anne bu geçiş
nesnesinin değerini kabullenir. Onu yolculukta yanına alır, kirlenmesini ve
kötü kokmasını kabul eder. Onu yıkamaz veya az sıklıkta yıkar çünkü şunu iyi
bilir: eğer yıkarsa küçük çocuğun deneyiminde bir devamlılık kırılması sunar ki
bu kırılma çocuk için nesnenin anlamını ve değerini yok edebilir.
Winnicott, içsel dünyamız yani ruhsal gerçekliğin dünyası olan
öznel dünya ile dışsal gerçekliğin dünyası arasında konumlanan bir ara bölge,
üçüncü bir alan, potansiyel bir bölge tanımlar. Bu potansiyel bölge, oyunun ve
yaratıcılığın, ancak aynı zamanda sonradan tüm kültürel alanın, kültür
zemininin ve dini bölgenin da yerleşeceği, bir yanılsama alanını temsil
edecektir. Winnicott, geçiş alanına girişin ruhsal sağlığın başlıca temeli
olduğunu düşünür. Bu deneyimin insanoğlu’nun gerçek zenginliklerine kapıyı
açtığı inancını taşır: sanat, kültür ve yaratıcılık.
HOLDİNG-HANDLİNG
Winnicott çevre etkeninin temeline yerleştirdiği annelik işlevlerini üç başlık altında toplar. Tutma (holding) doğumdan itibaren bebeğin maruz kaldığı endişe verici yaşantılar karşısında korunmasına ve desteklenmesine denk düşer. Tutmanın yeterli ve düzenli olması bebeğin varoluşunun sürekliliğini hissetmesine ve dolayısıyla da olgunlaşmasına katkıda bulunur. Ele alış (handling) temizlik, giyim, v.b. gibi bakım işlemleri yanında bedensel temasın uygulanış biçimine karşılık gelir.
Winnicott çevre etkeninin temeline yerleştirdiği annelik işlevlerini üç başlık altında toplar. Tutma (holding) doğumdan itibaren bebeğin maruz kaldığı endişe verici yaşantılar karşısında korunmasına ve desteklenmesine denk düşer. Tutmanın yeterli ve düzenli olması bebeğin varoluşunun sürekliliğini hissetmesine ve dolayısıyla da olgunlaşmasına katkıda bulunur. Ele alış (handling) temizlik, giyim, v.b. gibi bakım işlemleri yanında bedensel temasın uygulanış biçimine karşılık gelir.
İÇE
ATMA (INTROJECTİON):
İçe atma benliği veya iyi nesneleri muhafaza etmeye yarar. Uzun dönemde güvenli bir kişilik inşa etmede rol oynayan en önemli düzeneklerden biridir: içe alınan ve güvenli bir şekilde içte yerleşen iyi nesneler, içeride kendini iyi hissetmenin, kendine güvenin ve ruhsal devamlılığın garantisi olacaktır.
İçe atma benliği veya iyi nesneleri muhafaza etmeye yarar. Uzun dönemde güvenli bir kişilik inşa etmede rol oynayan en önemli düzeneklerden biridir: içe alınan ve güvenli bir şekilde içte yerleşen iyi nesneler, içeride kendini iyi hissetmenin, kendine güvenin ve ruhsal devamlılığın garantisi olacaktır.
Melanie Klein'a göre, içe atma ve yansıtma yaşamın
başlangıcından itibaren ruhsal yapının ve nesnelerin oluşumunu sağlayan iki
temel savunma mekanizmasıdır. İlk bedensel yaşantılar, özellikle de beslenme
deneyimleri bu mekanizmaların etkili olduğu alandır. İlk doyum deneyimleri
yaşam dürtüsüne bağlanır ve iyi nesne parçası olarak benliğin kuruluşunda
kullanılmak üzere içe atılır. Buna karşılık engellenme ve doyumsuzluk
yaşantıları tehlikeli olarak algılanır ve saldırgan affektlerle birlikte dışa
atılır. Böylece yavaş yavaş ben/ben olmayan, iyi nesne parçası/kötü nesne
parçası, iç/dış gibi ikilikler oluşur. Ancak ölüm dürtüsünün sürekli geri
dönüşü savunmaların pekiştirilmesini gerekli kılar ve içe atma, yansıtma
işlemleri sonucunda iki farklı nesne oluşur: bebeğin sakınması gereken ve
dışında yer alan tehlikeli, persekütör kötü nesne ile bebeğin içinde yer alan
ve korunması gereken ödüllendirici, yüceltilmiş iyi nesne. Kötü nesne anne
üstbenliğinin taslağını oluştururken, iyi nesne de arkaik benlik taslağını
oluşturur.
KAPSAYAN
VE RUHSAL DERİ
Esther Bick 1968’de yayımladığı “Erken Nesne İlişkilerinde Deri Deneyimi” adlı metninde, bebeğin bir kapsayan olarak anneye olan mutlak gereksinmesini vurgular. Yaşamın başlangıcında kendilik parçaları arasında herhangi bir bütünleşme duygusuna sahip olmayan bebek, mutlak bir çaresizlik içindedir. Kendilik parçalarının kapsanabilmesi için, bu işlevi görebilecek bir dış nesnenin bebek tarafından içe yansıtılması gerekmektedir. Kapsayıcı nesne bebeğin bedenini saran ve sınır oluşturan bir deri şeklinde algılanır. Ruhsallığın en primitif halinde kapsayıcı işleve olan yoğun gereksinme, bebeği ışık, ses, koku veya başka bir duyusal özellik taşıyan bir nesnenin arayışına iter. Böylelikle bu tür bir nesne kısa bir süre için de olsa, bebeğin ilgisini odaklayabilen ve dolayısıyla kendilik parçalarını bu ilgi etrafında tutabilen bir özelliğe sahiptir. Ama anne nesnesini bu tür bir nesneden farklı kılan annenin ruhsal özellikleri ve düşlemleme kapasitesidir (capacité de reverie). Veya Bion’un deyimiyle, düşünebilen bir meme oluşudur, yani bebeğin yansıttıklarını dönüştürerek ona geri gönderebilendir.
Esther Bick 1968’de yayımladığı “Erken Nesne İlişkilerinde Deri Deneyimi” adlı metninde, bebeğin bir kapsayan olarak anneye olan mutlak gereksinmesini vurgular. Yaşamın başlangıcında kendilik parçaları arasında herhangi bir bütünleşme duygusuna sahip olmayan bebek, mutlak bir çaresizlik içindedir. Kendilik parçalarının kapsanabilmesi için, bu işlevi görebilecek bir dış nesnenin bebek tarafından içe yansıtılması gerekmektedir. Kapsayıcı nesne bebeğin bedenini saran ve sınır oluşturan bir deri şeklinde algılanır. Ruhsallığın en primitif halinde kapsayıcı işleve olan yoğun gereksinme, bebeği ışık, ses, koku veya başka bir duyusal özellik taşıyan bir nesnenin arayışına iter. Böylelikle bu tür bir nesne kısa bir süre için de olsa, bebeğin ilgisini odaklayabilen ve dolayısıyla kendilik parçalarını bu ilgi etrafında tutabilen bir özelliğe sahiptir. Ama anne nesnesini bu tür bir nesneden farklı kılan annenin ruhsal özellikleri ve düşlemleme kapasitesidir (capacité de reverie). Veya Bion’un deyimiyle, düşünebilen bir meme oluşudur, yani bebeğin yansıttıklarını dönüştürerek ona geri gönderebilendir.
KASTRASYON
KOMPLEKSİ
Kastrasyon kompleksi, çocuğun cinsler arasındaki anatomik farklılık (penisin olup olmaması) muammasına cevap niteliğinde geliştirdiği kastrasyon fantezisinden kaynak alır; buna göre aradaki farkın nedeni kızların penislerini kaybetmiş olmalarıdır (Laplanche, Pontalis 1967). Kastrasyon kompleksi her iki cinste farklı biçimlerde yaşanır. Kız çocukta penis yokluğu, inkar edilen ya da onarılmaya çalışılan bir haksızlık gibi algılanıp babaya yönelmeyle sonuçlanır. Erkek çocuktaysa penisi kaybetme korkusu anne üzerindeki emellerden vazgeçilmesine ve buna bağlı olarak Oidipal dönemin sonlanmasma yol açar .
Kastrasyon kompleksi, çocuğun cinsler arasındaki anatomik farklılık (penisin olup olmaması) muammasına cevap niteliğinde geliştirdiği kastrasyon fantezisinden kaynak alır; buna göre aradaki farkın nedeni kızların penislerini kaybetmiş olmalarıdır (Laplanche, Pontalis 1967). Kastrasyon kompleksi her iki cinste farklı biçimlerde yaşanır. Kız çocukta penis yokluğu, inkar edilen ya da onarılmaya çalışılan bir haksızlık gibi algılanıp babaya yönelmeyle sonuçlanır. Erkek çocuktaysa penisi kaybetme korkusu anne üzerindeki emellerden vazgeçilmesine ve buna bağlı olarak Oidipal dönemin sonlanmasma yol açar .
LATANS
DÖNEMİ
Latans dönemi 6-12 yıllar arasında yer alır ve adından da anlaşıldığı gibi, çatışmaların ve özellikle de cinselliğin bir gizlilik perdesi ardına gizlendiği dönemdir. Bu evrede erojen bölgelerden kaynaklanan dürtülerden vazgeçilir ve beden bir bütün olarak ortaya çıkar. Bunun sonucunda cinsel ve saldırgan dürtüler denetim altına alınır; cinsel konulara merak başka alanlara taşınır ve sonuç olarak nesne ilişkileri cinsellikten arınır. Ödipal dönemden çıkışta gerçeklik ilkesinin ön plana çıkması, eğitim ve öğretim yoluyla kişiliğin bir tür obsesifleştirme sürecine tabi kılınmasına imkan verir. Böylece çocuk kuralları, zaman düzenini ve yasakları kabul eder. Özellikle tepki oluşturma mekanizması utanma, iğrenme ve tiksinme gibi duyguları ön plana çıkararak önceki dönemin cinsel çatışmalarını etkisiz kılar. Cinsel ve saldırgan dürtülerin doyurulması isteği yerini şefkat, fedakarlık ve saygı gibi duygulara bırakır.
Latans dönemi 6-12 yıllar arasında yer alır ve adından da anlaşıldığı gibi, çatışmaların ve özellikle de cinselliğin bir gizlilik perdesi ardına gizlendiği dönemdir. Bu evrede erojen bölgelerden kaynaklanan dürtülerden vazgeçilir ve beden bir bütün olarak ortaya çıkar. Bunun sonucunda cinsel ve saldırgan dürtüler denetim altına alınır; cinsel konulara merak başka alanlara taşınır ve sonuç olarak nesne ilişkileri cinsellikten arınır. Ödipal dönemden çıkışta gerçeklik ilkesinin ön plana çıkması, eğitim ve öğretim yoluyla kişiliğin bir tür obsesifleştirme sürecine tabi kılınmasına imkan verir. Böylece çocuk kuralları, zaman düzenini ve yasakları kabul eder. Özellikle tepki oluşturma mekanizması utanma, iğrenme ve tiksinme gibi duyguları ön plana çıkararak önceki dönemin cinsel çatışmalarını etkisiz kılar. Cinsel ve saldırgan dürtülerin doyurulması isteği yerini şefkat, fedakarlık ve saygı gibi duygulara bırakır.
Daha önceki dönemde başlayan aynı cinsten ebeveyle özleşleşme
süreci, ebeveynin değer sisteminin benimsenmesi yoluyla pekişerek üst benlik
oluşumunu hazırlar. Öte yandan çocuğun hayatına ebeveyn dışında yetişkinlerin
girmesi, bir yandan ebeveynle yaşanan çatışmaların bu ikame figürlere
taşınmasına neden olurken, bir yandan da bu figürlerin üst benlik oluşumuna
katkıda bulunmasıyla sonuçlar. Tüm bu koşullar daha önceki dönemde başlamış
olan ödipal çatışmanın çözülmesi sürecine katkıda bulunur.
MANİK
SAVUNMALAR:
Depresif pozisyonda manik savunmalar depresyona ve suçluluğa karşı devreye girer. Başlıca özellikleri:
Depresif pozisyonda manik savunmalar depresyona ve suçluluğa karşı devreye girer. Başlıca özellikleri:
1) ruhsal gerçekliğin inkarı ve bunun sonucu olarak dış
gerçekliği inkara eğilim
2) omnipotans (tüm güçlülük)
3) iyi nesnelerin öneminin inkarı
4) benliğin bağımlı olduğu nesnelerin öneminin inkarı
Depresif pozisyon nesneye duyulan bağımlılığın farkına varılması ile yakından bağlantılıdır. Manik savunmalar bu bağımlılık duygusuna karşı devreye girer; böylece nesneye duyulan bağımlılık ve ambivalans inkar edilir ve nesne kaybı endişesi giderilmiş olur. Mania’da en önemli nitelik tüm güçlülüktür. Nesne tüm güçlü bir biçimde kontrol edilir; üzerinde mutlak zafer sağlama ve nesneyi aşağı görme duygusu oluşturulur ki nesnenin kaybı acı veya suçluluk yaratmasın. Bu duygular oluşturularak, nesneye bağımlı olma, ona değer atfetme, onu kaybetme endişesi ve suçluluk inkar edilmiş olur. Nesnenin hiç önemi olmadığına dair tüm güçlü bir düşünceye alternatif olarak içsel nesne idealize de edilir ki (ülküleştirme) burada da nesneyi yok etme ve kayıp duygusu yine inkar edilmiş olur (nesne o kadar üstündür ki yok edilemez, kaybedilemez). Bu savunmalar aslında normal gelişimin bir parçasıdır; depresyonun tamir ile çözüme varması oldukça yavaş bir süreçtir. Çocuk uzun süre acıdan ancak manik savunmalarla korunabilir ancak yaşanan acı dolu deneyimler çok aşırıysa fiksasyon noktaları oluşabilir ve gelişimde olumsuz etki yapar (Klein, 1935).
2) omnipotans (tüm güçlülük)
3) iyi nesnelerin öneminin inkarı
4) benliğin bağımlı olduğu nesnelerin öneminin inkarı
Depresif pozisyon nesneye duyulan bağımlılığın farkına varılması ile yakından bağlantılıdır. Manik savunmalar bu bağımlılık duygusuna karşı devreye girer; böylece nesneye duyulan bağımlılık ve ambivalans inkar edilir ve nesne kaybı endişesi giderilmiş olur. Mania’da en önemli nitelik tüm güçlülüktür. Nesne tüm güçlü bir biçimde kontrol edilir; üzerinde mutlak zafer sağlama ve nesneyi aşağı görme duygusu oluşturulur ki nesnenin kaybı acı veya suçluluk yaratmasın. Bu duygular oluşturularak, nesneye bağımlı olma, ona değer atfetme, onu kaybetme endişesi ve suçluluk inkar edilmiş olur. Nesnenin hiç önemi olmadığına dair tüm güçlü bir düşünceye alternatif olarak içsel nesne idealize de edilir ki (ülküleştirme) burada da nesneyi yok etme ve kayıp duygusu yine inkar edilmiş olur (nesne o kadar üstündür ki yok edilemez, kaybedilemez). Bu savunmalar aslında normal gelişimin bir parçasıdır; depresyonun tamir ile çözüme varması oldukça yavaş bir süreçtir. Çocuk uzun süre acıdan ancak manik savunmalarla korunabilir ancak yaşanan acı dolu deneyimler çok aşırıysa fiksasyon noktaları oluşabilir ve gelişimde olumsuz etki yapar (Klein, 1935).
MELANİE KLEIN
Çok istemesine rağmen hayran olduğu babası gibi tıp eğitimi göremediği gibi yüksek öğrenim de görmeyen ama buna karşılık dünya çapında kabul gören, hükmedici ve müdahaleci bir anne ile büyüyen, çok erken yaşta ardarda kayıplar yaşayan, çocuk psikanalizi konusundaki özgün görüşleri S.Freud tarafından temkin ve kayıtsızlıkla karşılanan, Anna Freud ile giriştiği çatışmada kızı Melitta Schmidberg tarafından "analitik olmamak"la suçlanan Melanie Klein, gerek sıradışı yaşam öyküsü, gerekse bu öyküyle yakından ilişkili olan özgün ve çarpıcı kuramlaştırmalarıyla psikanaliz tarihinin en tartışmalı kişiliklerinden biridir. Melanie Klein'ın düşüncesinin başlangıçtan itibaren tartışmaların hedef noktası haline getiren yönü ise, bir yandan Freud'un gelişim kuramına kökten değişiklikler getirirken, bir yandan da onun çizgisine sadık kaldığı iddiasıdır.
Melanie Klein, çocuk psikanalizinde oyunun yetişkin
psikanalizindeki serbest çağrışımın yerini tuttuğu savına dayanan tekniğiyle
çocuk psikanalizinin öncüleri arasında yer alır. Oysa oyunu çocuk psikanalizine
kazandırma fikri ve uygulaması psikanaliz tarihinin karanlıkta kalmış
kişilerinden, ilk çocuk psikanalisti Hermine Hug-Hellmuth'a aittir. Bu katkısı
hesaba katılmazsa M. Klein'ın gelişim kuramına katkısı iki eksende gelişir.
Bunlardan ilki yaşam ve ölüm dürtülerine verdiği önceliktir. S.Freud için bir
savdan ileri gitmeyen Eros ve Thanatos karşıtlığı Melanie Klein için gelişimin
tek yürütücü gücü durumundadır. Dolaysıyla içsel çatışmalar tüm sahneyi kaplar
ve dış etkenler neredeyse görmezden gelinir. İkinci eksen ise birinciyle
yakından bağıntılıdır ve ölüm ve yaşam dürtülerinin doğumdan itibaren etkin
olduğunu varsayar. Başka bir deyişle, S. Freud5un düşündüğü üzere yaşamın
başlangıcında nesnesiz bir birincil narsisizm dönemi olmadığı gibi benliğin
oluşması için nesne ile herhangi bir etkileşim (en azından gerçeklik düzeyinde)
gerekli değidir. Bu durumda S.Freud'un 0-6 yaşlar arasına yaydığı gelişim
evreleri ve bu evrelere özgü çatışmalar Melanie Klein'da sıkıştırılarak ve iç
içe geçirilerek yaşamın ilk iki yılma sığdırılır (Klein M. et al., 1952)
ORAL
EVRE
Yaşamın ilk yılını kapsayan oral evrede dürtünün kaynağı dudaklar, ağız ve yutak bölgesidir. Dürtünün nesnesi anne memesidir. Dürtünün amacı başlangıçta besinlerin bedenin içine alınmasıdır. Beslenme ihtiyacının giderilmesine oral hazzın eklenmesiyle, dürtü otoerotik hazzı da hedeflemeye başlar. Böylece cinsellik bedenin temel ihtiyacının giderilmesini destek alır (anlehnung, anaclisis).
Yaşamın ilk yılını kapsayan oral evrede dürtünün kaynağı dudaklar, ağız ve yutak bölgesidir. Dürtünün nesnesi anne memesidir. Dürtünün amacı başlangıçta besinlerin bedenin içine alınmasıdır. Beslenme ihtiyacının giderilmesine oral hazzın eklenmesiyle, dürtü otoerotik hazzı da hedeflemeye başlar. Böylece cinsellik bedenin temel ihtiyacının giderilmesini destek alır (anlehnung, anaclisis).
K.Abraham (Abraham, 1924) oral evreyi erken ve geç olmak üzere
ikiye ayırır. Yaşamın ilk 6 ayına denk düşen erken evre, edilgen içe alma
evresidir. Meme henüz hem iyi hem de kötü olarak algılamadığı için ambivalans
öncesi evre olarak da adlandırılır. Geç oral evreyse 6-12 aylar arasında yer
alır ve "yamyamlık" dürtülerinin dışavurumu nedeniyle emme
etkinliğine ısırma etkinliği de eklenir. îlk dişlerin çıkışı bir yandan diş
etlerinin duyarlılığını arttırırken, bir yandan ısırmayı mümkün kılar. İçe
almanın etkin ve tahripkar bir. nitelik almasıyla birlikte nesneye zarar verme
ve ondan zarar görme endişesi ambivalansın doğmasına neden olur.
Nesne ilişkisi oral evrede, birincil narsisizmden kısmi nesne
ilişkisine geçiş şeklinde başlar. Birincil narsisizm evresinde anne ve bebek
birbirinden ayrılamaz; yalnızca gerilim ve sükunet anları ayırdedilir. İç/dış,
kendi/kendi olmayan ayırımı henüz yoktur; bebek ihtiyaçlarının karşılanmasını
kendi eseri olarak yaşadığı için mutlak bir tümgüçlülülçten söz edilebilir. Daha
sonra engellenmelerin ve yokluk yaşantılarının tekrarı ile birlikte bebek
gerilimin kendi içinde olduğunu, doyumun ise dışarıdan geldiğini farkeder.
Böylece dıştaki nesneler keşfedilir ve sağladıkları doyuma göre iyi ya da kötü
olarak değerlendirilir. Keşfedilen dış nesne anne memesidir. Birinci yılın
sonunda anne bütünlüğü içinde tam nesne olarak algılanır.
Bu evrede anne besin ile özdeşleştirildiğinden, anne ile
ilişkide yaşanan sorunlar beslenme alışkanlıkları düzeyinde dışa vurulur
(anoreksi, kusmalar).
OTİSTİK
DUYUMLAR-NESNELER
Otistik çocuk vakitsiz olarak algıladığı anne ile bedensel kopuşun yarattığı kaotik duruma ve derin çaresizliğe karşı korunma amacıyla, kendisini bedensel duyumlardan oluşturduğu bir kabukla korumaya çalışır veya bu tür duyumlardan oluşan katı ve statik bir kapsülün içine kapatır. Böylelikle otistik kabuk veya kapsül çocuğu, dehşet uyandıran dışsal etkenlere karşı koruma işlevi görür. Bu kabuk erken bir dönemde vakitsiz olarak yaşamış olduğu bedensel ayrılığın yol açtığı şiddetli duyguların üzerine bir kapak gibi yerleşir. Otistik kabuk çocuğun kendi kendine ürettiği duyumlar ve tekrarlanan prosedürlerden oluşur. Tustin bunları “otistik duyumlar-nesneler”olarak adlandırır. Bunlar “dokunsal varsanılar”a karşılık gelirler ve somut fantezilerin bir parçasıdır. Bu otistik duyumlar- nesneler katıdır ve çocuk bunları elleriyle tutarak bedenine yaklaştırır. Yani bunlar çocuğun kendi kendine bir kapsayan yaratma çabasına karşılık gelirler. Oysa bebeğin duyumlarına kapsayan sağlama işlevini sadece öteki, yani anne görebilir. Bunu bebek kendi başına yaratamaz.
Otistik çocuk vakitsiz olarak algıladığı anne ile bedensel kopuşun yarattığı kaotik duruma ve derin çaresizliğe karşı korunma amacıyla, kendisini bedensel duyumlardan oluşturduğu bir kabukla korumaya çalışır veya bu tür duyumlardan oluşan katı ve statik bir kapsülün içine kapatır. Böylelikle otistik kabuk veya kapsül çocuğu, dehşet uyandıran dışsal etkenlere karşı koruma işlevi görür. Bu kabuk erken bir dönemde vakitsiz olarak yaşamış olduğu bedensel ayrılığın yol açtığı şiddetli duyguların üzerine bir kapak gibi yerleşir. Otistik kabuk çocuğun kendi kendine ürettiği duyumlar ve tekrarlanan prosedürlerden oluşur. Tustin bunları “otistik duyumlar-nesneler”olarak adlandırır. Bunlar “dokunsal varsanılar”a karşılık gelirler ve somut fantezilerin bir parçasıdır. Bu otistik duyumlar- nesneler katıdır ve çocuk bunları elleriyle tutarak bedenine yaklaştırır. Yani bunlar çocuğun kendi kendine bir kapsayan yaratma çabasına karşılık gelirler. Oysa bebeğin duyumlarına kapsayan sağlama işlevini sadece öteki, yani anne görebilir. Bunu bebek kendi başına yaratamaz.
OYUN
Hermine Hug-Helmuth ve daha sonra da Anna-Freud, çocuk psikoterapisinde oyunu ilişkiye girme olanağını sağlayan bir destek olarak kullanmışlardır. Çocuğun seanslar esnasındaki oyunu ile analizdeki yetişkinin serbest çağrışımı arasındaki eşdeğerliği ileri süren ve yeni bir görüş açısını ortaya atan Melanie Klein’dır. Klein’a göre oyunun simgesel niteliği, ruhsal işleyişin derin katmanlarına yönelten yorum aktivitesi aracılığı ile, analiste altta yatan çatışmaları bilince çıkartma olanağını verecektir.
Hermine Hug-Helmuth ve daha sonra da Anna-Freud, çocuk psikoterapisinde oyunu ilişkiye girme olanağını sağlayan bir destek olarak kullanmışlardır. Çocuğun seanslar esnasındaki oyunu ile analizdeki yetişkinin serbest çağrışımı arasındaki eşdeğerliği ileri süren ve yeni bir görüş açısını ortaya atan Melanie Klein’dır. Klein’a göre oyunun simgesel niteliği, ruhsal işleyişin derin katmanlarına yönelten yorum aktivitesi aracılığı ile, analiste altta yatan çatışmaları bilince çıkartma olanağını verecektir.
Winnicott önemli derecede farklı düşünceler geliştirmiştir.
Oyunu kendi başına, içeriğini yorumlama gereği duymadan ele almıştır. Bir
çerçeve içinde cereyan eden oyunun zaten kendisi bir terapidir. Winnicott’a
göre analiz, “iki oyun alanının örtüştüğü” bir yer haline gelir; “birlikte
oynamakta olan iki kişiyi” andırır. Winnicott düşüncesini şöyle dile getirir: “
Psikanaliz, psikoterapi, oyun malzemesi ve oyun oynama sıralamasını tersinden
yapmak gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Bir başka deyişle, sağlığın
göstergesi ve evrensel olan oyundur ?...? ve son olarak söyleyeceğim şudur ki,
psikanaliz oyun oynamanın, insanın kendisiyle ve başkalarıyla iletişim
kurmasına hizmet eden çok özel bir biçimi olarak gelişmiştir” (Winnicott, 1971)
ÖDİPUS
KOMPLEKSİ
Freud'un, Sofokles'in Kral Oidipus tragedyasının kahramanı Oidipus'un babasını öldürüp annesiyle evlenmesinden esinlenerek adlandırdığı bu kompleks, pozitif şeklinde karşı cinsten ebeveyne duyulan aşk ve aynı cinsten ebeveyne duyulan nefret duygularını kapsar. Negatif şeklindeyse aynı cinsten ebeveyne aşk, karşı cinsten ebeveyne ise nefret söz konusudur. Oidipus kompleksinde bu iki şekil bir arada bulunur. Oidipus kompleksi fallik evre olarak adlandırılan 3-5 yaşları arasındaki dönemde doruk noktasındadır. Gücünü yitirip sönmesi latans döneminin başlangıcını işaret eder.
Freud'un, Sofokles'in Kral Oidipus tragedyasının kahramanı Oidipus'un babasını öldürüp annesiyle evlenmesinden esinlenerek adlandırdığı bu kompleks, pozitif şeklinde karşı cinsten ebeveyne duyulan aşk ve aynı cinsten ebeveyne duyulan nefret duygularını kapsar. Negatif şeklindeyse aynı cinsten ebeveyne aşk, karşı cinsten ebeveyne ise nefret söz konusudur. Oidipus kompleksinde bu iki şekil bir arada bulunur. Oidipus kompleksi fallik evre olarak adlandırılan 3-5 yaşları arasındaki dönemde doruk noktasındadır. Gücünü yitirip sönmesi latans döneminin başlangıcını işaret eder.
ÖDİPAL
DÖNEM
Aslında fallik evrenin içinde yer alan ve onun devami sayılabilecek olan ödipal dönem 4-
6 yaşlar arasında yer alır. Bu dönemde dürtünün nesnesi penis değil, karşı cinsten ebeveyndir. Başlangıçta her iki cins için de temel nesne anne olduğu için, erkek çocuk açısından nesne değişikliği söz konusu değildir. Erkek çocuk annenin tüm sevgi ve ilgisine sahip olmak ister. Kız çocuk ise kendisine bir penis veremeyen anne tarafından hayal kırıklığına uğratıldığı için anneden uzaklaşır ve babaya yönelir. Babadan bir bebek sahibi olma umuduyla, penis arzusundan vaz geçer. Ancak erkek çocukta kastrasyon endişesi, kız çocuktaysa anneyi kaybetme korkusu ödipal arzulardan vaz geçilmesi ve latans dönemine girilmesine yol açar. Ancak bu iki etken yanında, tekrarlayan başarısızlıklar sonunda gerçekliğin kabulü ve zaman faktörünün devreye girmesi (sen çocuksun, büyüyünce, vb.) bu vazgeçişi kolaylaştırır. Karşı cinsten ebeveyne sahip olma arzusu yerini, kendi cinsinden ebeveyle özdeşleşme çabasına bırakır.
Aslında fallik evrenin içinde yer alan ve onun devami sayılabilecek olan ödipal dönem 4-
6 yaşlar arasında yer alır. Bu dönemde dürtünün nesnesi penis değil, karşı cinsten ebeveyndir. Başlangıçta her iki cins için de temel nesne anne olduğu için, erkek çocuk açısından nesne değişikliği söz konusu değildir. Erkek çocuk annenin tüm sevgi ve ilgisine sahip olmak ister. Kız çocuk ise kendisine bir penis veremeyen anne tarafından hayal kırıklığına uğratıldığı için anneden uzaklaşır ve babaya yönelir. Babadan bir bebek sahibi olma umuduyla, penis arzusundan vaz geçer. Ancak erkek çocukta kastrasyon endişesi, kız çocuktaysa anneyi kaybetme korkusu ödipal arzulardan vaz geçilmesi ve latans dönemine girilmesine yol açar. Ancak bu iki etken yanında, tekrarlayan başarısızlıklar sonunda gerçekliğin kabulü ve zaman faktörünün devreye girmesi (sen çocuksun, büyüyünce, vb.) bu vazgeçişi kolaylaştırır. Karşı cinsten ebeveyne sahip olma arzusu yerini, kendi cinsinden ebeveyle özdeşleşme çabasına bırakır.
Ödipal dönemi izleyen latans dönemi ve ergenlik Freud tarafından
doğrudan ele alınmamıştır. Latans dönemi ile ilgili olarak, Freud sadece
tiksinme, utanma, ahlaki ve estetik eğilimlerin bir dalgakıran misali cinsel
dürtülerin harekete geçmesine engel olduğunu ve eğitimin buna katkıda
bulunduğunu hatırlatmıştır. Aynı şekilde ergenlik de Freud’un yapıtında diğer
evreler gibi yer bulmaz. Sadece pubertenin neden olduğu dönüşümlerden söz eder
(Freud; 1905,1908).
PERSEKÜTÖR
ENDİŞE
Persekütör endişe (zarar görme endişesi) benliğin korunmasına yöneliktir. Benliğin kötü nesneler tarafından yok edileceği kaygısına karşılık gelir. Klein’a göre (1935), nesnelerin kötü olarak algılanması, sadece bu nesnelerin bebeğin arzularını frustrer etmesinden kaynaklanmaz, asıl bebeğin kendi agresyonunu bu nesnelere yansıtmasından ileri gelir; sonra bu nesneler persekütör imagolar haline gelir. Bu imagolar gerçek nesnelerin fantastik olarak çarpıtılmış şekilleridir, hem dışa hem de egonun içine yerleştirilirler. Bu persekütörlere karşı savunmaların en eski yöntemlerinden biri ruhsal gerçekliğin inkarıdır. Dış gerçeklik de inkar edilir: en şiddetli psikoz biçimleri bu şekilde oluşur. Persekütörler dışarı yansıtılır ama kurtuluş mümkün değildir: paranoyanın temeli budur.
Persekütör endişe (zarar görme endişesi) benliğin korunmasına yöneliktir. Benliğin kötü nesneler tarafından yok edileceği kaygısına karşılık gelir. Klein’a göre (1935), nesnelerin kötü olarak algılanması, sadece bu nesnelerin bebeğin arzularını frustrer etmesinden kaynaklanmaz, asıl bebeğin kendi agresyonunu bu nesnelere yansıtmasından ileri gelir; sonra bu nesneler persekütör imagolar haline gelir. Bu imagolar gerçek nesnelerin fantastik olarak çarpıtılmış şekilleridir, hem dışa hem de egonun içine yerleştirilirler. Bu persekütörlere karşı savunmaların en eski yöntemlerinden biri ruhsal gerçekliğin inkarıdır. Dış gerçeklik de inkar edilir: en şiddetli psikoz biçimleri bu şekilde oluşur. Persekütörler dışarı yansıtılır ama kurtuluş mümkün değildir: paranoyanın temeli budur.
PSİKANALİTİK
GELİŞİM KURAMLARI
Freud'e göre psikanaliz:
Freud'e göre psikanaliz:
1) başka türlü ulaşılamayan ruhsal süreçleri araştırma yöntemine
2) bu araştırmaya dayanan nevrotik bozuklukları tedavi yöntemine
3) bu yolla elde edilen ve giderek yeni bir bilimsel disiplin haline gelen bir dizi ruhbilimsel kavrama verilen addır (Freud, 1923a).
2) bu araştırmaya dayanan nevrotik bozuklukları tedavi yöntemine
3) bu yolla elde edilen ve giderek yeni bir bilimsel disiplin haline gelen bir dizi ruhbilimsel kavrama verilen addır (Freud, 1923a).
Araştırma ve tedavi yöntemi olarak psikanalizin Freud'un
sağlığında kökten değişimlere uğramamasına karşılık, kuram olarak psikanaliz
klinik veriler ve kuramsal kavramlaştırmaların diyalektik ilişkisi içinde
sürekli değişikliklere uğrayarak gelişmiştir. Sonuç olarak Freud'un ortaya
koyduğu kuram, insanın ruhsal yapısını ve bu yapının işleyişini açıklamaya
yönelik bir model olarak değerlendirilebilir. Ancak ruhsal yapıyı ve işleyişini
açıklama uğraşı kaçınılmaz olarak ruhsal yapmm gelişimini de kapsadığından
psikanalitik kuram doğumdan yetişkinliğe kadar uzanan dönemi kendi bakış açısıyla
ele alır.
Psikanalitik gelişim kuramı, Freud'un yetişkin hastaların
analizlerinden elde ettiği veriler üzerine kurulmuştur; aktarım nevrozunun
çocukluk nevrozunun yeniden alevlenmesi olduğu göz önüne alınırsa, bu verilerin
çocukluk dönemine ait bilgilerle sınırlı kalmayıp doğrudan analiz sürecinden
sağlandığı anlaşılır. Bu anlamda psikanalitik kuramın gelişimini ele aldığı
çocuk ''sonradan etkiyle" (nachtragîichkeii, differed acîion) oluşmuş
kurgusal bir çocuktur. Freud'un tek çocuk hastası olan Küçük Hans'm analizi çok
özel koşullarda gerçekleşmiş ve bir anlamda Freud'un kuramını destekleyen
veriler sağlamıştır. Bu arada Freud'un doğrudan gözlemle elde verilerden
geliştirdiği kuramlaştırmalar da mevcuttur. Torunu Ernst’in makara oyununa
(fort-da) ilişkin çıkarsamalar ileride tekrarlama kompulsiyonuna ilişkin
kuramlaştırmasının temelini oluşturacaktır (Freud, 1920). Freud'un bu gözlemi,
kendisini izleyen Melanie Klein, Donald Winnicott. ve Jacques Lacan gibi
psikanalistler tarafından farklı bağlamlarda kullanılmıştır. Özellikle Jacques
Lacan çocuğun simgesel düzene girişinde nesnenin ortaya çıkmasının ve
kaybolmasının rolünü vurgulamak için sık sık makara oyununu örnek göstermiştir
(Lacan, 1973).
Freud'un, otoanalizinfden yola çıkarak kendi tarihini yeniden
kurma uğraşından doğan psikanalizin çocuğunun kurgusal bir çocuk olmasına
karşılık, psikanalitik gelişim kuramından hareket ederek çocuk gözlemine
yönelen psikanalistlerin deneyimlerinden ortaya çıkan çocuklar, kimi zaman
psikanalizin kurgusal çocuğuyla çakışırken (Rene Spitz, Donald Winnicott,
Margaret Mahler) kimi zaman da bu çocuğun hayli uzağına düşmüştür (John
Bowlby).
RUHSAL
AYGIT
Freud ruhsal yapının belirli bir enerjiyi iletme ve dönüştürme yetisini ve sistemler veya merciler temelinde farklılaşmasını belirtmek üzere ruhsal aygıt kavramına başvurmuştur (Laplanche ve Pontalis, 1976). Rüyaların Yorumunda, ruhsal aygıtı optik cihazlarla karşılaştırır ve ruhsal işleyişi bölmeye ve aygıtı oluşturan her bir bölüme bir işlev vererek işleyişi anlaşılır kılma uğraşından söz eder. Değişik işlevleri belirli yerlere (topo) yerleştirme çabası anatomik lokalizasyonu hatırlatırsa da, burada söz konusu olan uyaranların uyması gereken düzeni belirlemektedir. Sonuç olarak, işleyişi açıklamayı hedefleyen bir model söz konusudur. Temel işlevi organizmanın içsel enerjisini en düşük düzeyde tutmak olan bu modelin bir boyutu yerleştirmedir.
Freud ruhsal yapının belirli bir enerjiyi iletme ve dönüştürme yetisini ve sistemler veya merciler temelinde farklılaşmasını belirtmek üzere ruhsal aygıt kavramına başvurmuştur (Laplanche ve Pontalis, 1976). Rüyaların Yorumunda, ruhsal aygıtı optik cihazlarla karşılaştırır ve ruhsal işleyişi bölmeye ve aygıtı oluşturan her bir bölüme bir işlev vererek işleyişi anlaşılır kılma uğraşından söz eder. Değişik işlevleri belirli yerlere (topo) yerleştirme çabası anatomik lokalizasyonu hatırlatırsa da, burada söz konusu olan uyaranların uyması gereken düzeni belirlemektedir. Sonuç olarak, işleyişi açıklamayı hedefleyen bir model söz konusudur. Temel işlevi organizmanın içsel enerjisini en düşük düzeyde tutmak olan bu modelin bir boyutu yerleştirmedir.
RUHSAL
ÇATIŞMA
Bir öznede birbirine zıt içsel gerekliliklerin karşı karşıya gelmesi durumunda çatışmadan söz edilir (Laplanche, Pontalis 1967). Çatışma, açık olabileceği gibi (herhangi bir arzu ile bunu yasaklayan ahlaki değer ya da iki zıt duygu arasındaki çatışma) gizli de olabilir. Bu durumda, açık çatışmanın içinde kılık değiştirmiş olarak yer alır yani semptom olarak dile gelir. Birbiriyle karşı karşıya gelen güçlerse farklı nitelikte olabilir: arzu ile savunma arasındaki çatışmalar, farklı sistem ve merciler arasındaki çatışmalar (bilinçdışı/bilinç,benlik/üst benlik) dürtüler arasındaki çatışmalar (yaşam dürtüsü/ölüm dürtüsü) gibi. Psikanalitik kurama göre, çatışma insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır.
Bir öznede birbirine zıt içsel gerekliliklerin karşı karşıya gelmesi durumunda çatışmadan söz edilir (Laplanche, Pontalis 1967). Çatışma, açık olabileceği gibi (herhangi bir arzu ile bunu yasaklayan ahlaki değer ya da iki zıt duygu arasındaki çatışma) gizli de olabilir. Bu durumda, açık çatışmanın içinde kılık değiştirmiş olarak yer alır yani semptom olarak dile gelir. Birbiriyle karşı karşıya gelen güçlerse farklı nitelikte olabilir: arzu ile savunma arasındaki çatışmalar, farklı sistem ve merciler arasındaki çatışmalar (bilinçdışı/bilinç,benlik/üst benlik) dürtüler arasındaki çatışmalar (yaşam dürtüsü/ölüm dürtüsü) gibi. Psikanalitik kurama göre, çatışma insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır.
SALDIRGANLA
ÖZDEŞLEŞME:
A. Freud tarafından tarif edilen saldırganla özdeşleşme çocuğun dışsal bir tehlike karşısında saldırganı kendine örnek alarak ve onu taklit ederek edilgen nesne konumundan etkin özne konumuna geçmesine denk düşer .Normal gelişim süreci içinde çocuğun kendi üzerinde otorite sahibi olan kişiler (ebeveyn, öğretmen, doktor, v.b.) karşısında başvurduğu ve üstbenlik oluşumuna katkıda bulunan bu mekanizma, travmaya maruz kalan ya da fiziksel hastalık çeken çocukların temel savunma mekanizması haline gelebilir .
A. Freud tarafından tarif edilen saldırganla özdeşleşme çocuğun dışsal bir tehlike karşısında saldırganı kendine örnek alarak ve onu taklit ederek edilgen nesne konumundan etkin özne konumuna geçmesine denk düşer .Normal gelişim süreci içinde çocuğun kendi üzerinde otorite sahibi olan kişiler (ebeveyn, öğretmen, doktor, v.b.) karşısında başvurduğu ve üstbenlik oluşumuna katkıda bulunan bu mekanizma, travmaya maruz kalan ya da fiziksel hastalık çeken çocukların temel savunma mekanizması haline gelebilir .
SAHTE
KENDİLİK:
Annenin bebeğin tümgüçlülük yanılsamasını sağlayamaması durumda, bebeğin annenin ihtiyaçlarına ayak uydurup, bir boyun eğme tutumu sergilemesi söz konusudur. Bu durum sahte kendilik (false şelf) gelişimine başlangıç oluşturur. Gerçekte sahte kendiliğin işlevi gerçek kendiliği gizleyerek korumaktır. Tüm toplumsallaşmış davranışlarda bir miktar sahte kendilik mevcuttur. Ancak patolojik sahte kendilikte, sahte kendilik doyum ve ifade imkanlarından mahrum bırakılmış olan gerçek kendilikten tamamen kopmuştur (Winnicott, 1962 ).
Annenin bebeğin tümgüçlülük yanılsamasını sağlayamaması durumda, bebeğin annenin ihtiyaçlarına ayak uydurup, bir boyun eğme tutumu sergilemesi söz konusudur. Bu durum sahte kendilik (false şelf) gelişimine başlangıç oluşturur. Gerçekte sahte kendiliğin işlevi gerçek kendiliği gizleyerek korumaktır. Tüm toplumsallaşmış davranışlarda bir miktar sahte kendilik mevcuttur. Ancak patolojik sahte kendilikte, sahte kendilik doyum ve ifade imkanlarından mahrum bırakılmış olan gerçek kendilikten tamamen kopmuştur (Winnicott, 1962 ).
SQUİGGLE
GAME (ÇİZİKTİRME OYUNU):
Çiziktirme oyunu'nda (squiggle game) ise önce Winnicott kağıt üzerine hiçbir şeye benzemeyen bir çizgi yapar ve çocuk onu bir şekle dönüştürür. Bu resim çocuğun yansıtmalarını içermesi nedeniyle üzerinde konuşulabilecek bir malzeme oluşturur. Daha sonra da aynı çiziktirmeyi çocuk yapar ve bu kez Winnicott onu bir şekle dönüştürür ( Winnicott, 1951, 1971c). Bu oyunda Winnicott, ara alan olarak tanımladığı "geçiş alanını" çocuğa ulaşma yolu olarak kullanmaktadır.
Çiziktirme oyunu'nda (squiggle game) ise önce Winnicott kağıt üzerine hiçbir şeye benzemeyen bir çizgi yapar ve çocuk onu bir şekle dönüştürür. Bu resim çocuğun yansıtmalarını içermesi nedeniyle üzerinde konuşulabilecek bir malzeme oluşturur. Daha sonra da aynı çiziktirmeyi çocuk yapar ve bu kez Winnicott onu bir şekle dönüştürür ( Winnicott, 1951, 1971c). Bu oyunda Winnicott, ara alan olarak tanımladığı "geçiş alanını" çocuğa ulaşma yolu olarak kullanmaktadır.
ŞİZO-PARANOİD
KONUM:
Şizo-Paranoid konum olarak adlandırılan ve yaşamın ilk 3-4 ayına yayılan bu dönemde, perseküsyon kaygılarına (zarar görme endişesi) karşı yansıtmanın yanısıra özgül savunma mekanizmaları kullanılır (Klein M. 1946). Yarılma-ayırma (splitting) ile nesne iyi ve kötü olarak ikiye ayrılır ve nesneyi ayırma kaçınılmaz olarak benlik ayırmasına yol açar. İyi ve kötü sıfatları nesnenin içkin özellikleri olmayıp doyum sağlayıp sağlamamasına göre nesneye yakıştırılır. Yansıtmalı özdeşim (projective identifıcation) ile ise benlik parçalarının nesneye yansıtılarak nesnenin ele geçirilmesi ve denetlenmesi hedeflenir.
Şizo-Paranoid konum olarak adlandırılan ve yaşamın ilk 3-4 ayına yayılan bu dönemde, perseküsyon kaygılarına (zarar görme endişesi) karşı yansıtmanın yanısıra özgül savunma mekanizmaları kullanılır (Klein M. 1946). Yarılma-ayırma (splitting) ile nesne iyi ve kötü olarak ikiye ayrılır ve nesneyi ayırma kaçınılmaz olarak benlik ayırmasına yol açar. İyi ve kötü sıfatları nesnenin içkin özellikleri olmayıp doyum sağlayıp sağlamamasına göre nesneye yakıştırılır. Yansıtmalı özdeşim (projective identifıcation) ile ise benlik parçalarının nesneye yansıtılarak nesnenin ele geçirilmesi ve denetlenmesi hedeflenir.
TAMİR:
Agresif öğelerin etkisini onarma fantezisidir; saldırganlığın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Depresif acı iyi nesneyi kurtarma, tamir etme arzularını doğurur. Tamiri kolaylaştıran etkenler olarak Klein (1935) annenin yeniden görünmesinin önemine dikkat çeker (örn. saklambaç oyunları), çocuğun düşmancıl duygularının tüm güçlülüğüne olan inancı böylece zayıflar; tamir etme güçlerine olan inancı fazlalaşır. Annenin tekrar ortaya çıkmaması veya sevgi eksikliği çocuğu depresif ve zarar görme endişeleriyle baş başa bırakır.
Tamir Kleinien düşüncede Yapıp Bozma’dan yola çıkarak oluşturulmuş bir düzenektir; yıkıcı eylemi iptal etmeye gönderme yapar. Klasik teoride -suçluluğun yapıcı bir eyleme dönüştürülmesi- bağlamında süblimasyona (yüceltme) benzer.
Agresif öğelerin etkisini onarma fantezisidir; saldırganlığın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Depresif acı iyi nesneyi kurtarma, tamir etme arzularını doğurur. Tamiri kolaylaştıran etkenler olarak Klein (1935) annenin yeniden görünmesinin önemine dikkat çeker (örn. saklambaç oyunları), çocuğun düşmancıl duygularının tüm güçlülüğüne olan inancı böylece zayıflar; tamir etme güçlerine olan inancı fazlalaşır. Annenin tekrar ortaya çıkmaması veya sevgi eksikliği çocuğu depresif ve zarar görme endişeleriyle baş başa bırakır.
Tamir Kleinien düşüncede Yapıp Bozma’dan yola çıkarak oluşturulmuş bir düzenektir; yıkıcı eylemi iptal etmeye gönderme yapar. Klasik teoride -suçluluğun yapıcı bir eyleme dönüştürülmesi- bağlamında süblimasyona (yüceltme) benzer.
TÜMGÜÇLÜLÜK
YANILSAMASI:
Winnicott’a göre bebek memeyi yarattığına dair bir yanılsama geliştirir. Winnicott narsisizmin gelişmesi ve benliğin olgunlaşması için bu yanılsamayı esas görür ve şöyle devam eder: “Eğer anne memeyi tam zamanında vermemiş olsa bu yanılsama gelişemez.” Anne bebeğin gereksinmelerine ve spontan dürtülerine uyum sağlayabildiğinde, bebeğin bu etkileşim alanında yaşadığı doyum deneyimi ona memenin yaratıcısı olduğu yanılsamasına yol açar. Yani gereksinim duyduğunda memeyi yaratabilme gücüne sahip olduğu duygusunu taşır. Ancak kendi tümgüçlülüğüne ilişkin bir yanılsamayı deneyimledikten sonra, memeden kademeli olarak ayrılmayı kabul edebilir. Daha sonra yaşanacak engellemeler ve hayal kırıklıkları bu tümgüçlülük yanılsamasının kademeli olarak yıkılmasına neden olacaktır. Bebeğin memeden kesilmesi, yanılsamanın bozulmasına karşılık gelir. Ama yanılsamanın bozulabilmesinin koşulu, öncesinde annenin bebeğin gereksinmelerine uyum sağlayarak onda yanılsamaya yol açmış olmasıdır.
Winnicott’a göre bebek memeyi yarattığına dair bir yanılsama geliştirir. Winnicott narsisizmin gelişmesi ve benliğin olgunlaşması için bu yanılsamayı esas görür ve şöyle devam eder: “Eğer anne memeyi tam zamanında vermemiş olsa bu yanılsama gelişemez.” Anne bebeğin gereksinmelerine ve spontan dürtülerine uyum sağlayabildiğinde, bebeğin bu etkileşim alanında yaşadığı doyum deneyimi ona memenin yaratıcısı olduğu yanılsamasına yol açar. Yani gereksinim duyduğunda memeyi yaratabilme gücüne sahip olduğu duygusunu taşır. Ancak kendi tümgüçlülüğüne ilişkin bir yanılsamayı deneyimledikten sonra, memeden kademeli olarak ayrılmayı kabul edebilir. Daha sonra yaşanacak engellemeler ve hayal kırıklıkları bu tümgüçlülük yanılsamasının kademeli olarak yıkılmasına neden olacaktır. Bebeğin memeden kesilmesi, yanılsamanın bozulmasına karşılık gelir. Ama yanılsamanın bozulabilmesinin koşulu, öncesinde annenin bebeğin gereksinmelerine uyum sağlayarak onda yanılsamaya yol açmış olmasıdır.
YANSITMA
:
Freud’un geliştirdiği Projeksiyon (Yansıtma) kavramı genel olarak kişinin dürtü, arzu gibi içten gelen ve kabul edilemez duygularını dışarı atarak dış dünyaya atfetmesini anlatan savunma mekanizması anlamında anlaşılır. Ancak, psikanalitik teoride, projeksiyon daha geniş bir anlamda kullanılır. Freud (1919: 107-108), Totem ve Tabu adlı eserinde yansıtmanın sadece bir savunma olarak ortaya çıkmadığından, çatışma olmadığında da varolduğundan bahseder. İç algının dışarı yansıtılmasının ilkel bir mekanizma olup, dış dünyayı oluşturmada duyusal algılarımızı etkilediğini belirtir. Kişi, kendisini çevreleyen ortamı algılar ve kendi duygulanım durumuna, beklentilerine, arzularına göre tepki verir (Laplanche ve Pontalis, 1967: 344-345).
Freud’un geliştirdiği Projeksiyon (Yansıtma) kavramı genel olarak kişinin dürtü, arzu gibi içten gelen ve kabul edilemez duygularını dışarı atarak dış dünyaya atfetmesini anlatan savunma mekanizması anlamında anlaşılır. Ancak, psikanalitik teoride, projeksiyon daha geniş bir anlamda kullanılır. Freud (1919: 107-108), Totem ve Tabu adlı eserinde yansıtmanın sadece bir savunma olarak ortaya çıkmadığından, çatışma olmadığında da varolduğundan bahseder. İç algının dışarı yansıtılmasının ilkel bir mekanizma olup, dış dünyayı oluşturmada duyusal algılarımızı etkilediğini belirtir. Kişi, kendisini çevreleyen ortamı algılar ve kendi duygulanım durumuna, beklentilerine, arzularına göre tepki verir (Laplanche ve Pontalis, 1967: 344-345).
Melanie Klein'a göre ise, içe atma ve yansıtma yaşamın
başlangıcından itibaren ruhsal yapının ve nesnelerin oluşumunu sağlayan iki
temel savunma mekanizmasıdır. İlk bedensel yaşantılar, özellikle de beslenme
deneyimleri bu mekanizmaların etkili olduğu alandır. İlk doyum deneyimleri
yaşam dürtüsüne bağlanır ve iyi nesne parçası olarak benliğin kuruluşunda
kullanılmak üzere içe atılır. Buna karşılık engellenme ve doyumsuzluk
yaşantıları tehlikeli olarak algılanır ve saldırgan affektlerle birlikte dışa
atılır. Böylece yavaş yavaş ben/ben olmayan, iyi nesne parçası/kötü nesne
parçası, iç/dış gibi ikilikler oluşur. Ancak ölüm dürtüsünün sürekli geri
dönüşü savunmaların pekiştirilmesini gerekli kılar ve içe atma, yansıtma
işlemleri sonucunda iki farklı nesne oluşur: bebeğin sakınması gereken ve dışında
yer alan tehlikeli, persekütör kötü nesne ile bebeğin içinde yer alan ve
korunması gereken ödüllendirici, yüceltilmiş iyi nesne. Kötü nesne anne
üstbenliğinin taslağını oluştururken, iyi nesne de arkaik benlik taslağını
oluşturur.
YANSITMALI
ÖZDEŞİM:
Yansıtmalı özdeşimde benliğin bir kısmı (örneğin öfke veya başka bir kötü duygulanım) diğer bir kişide görülür ve kişinin kendisinde inkar edilir. Bion (1959) yansıtmalı özdeşimi temelde ikiye ayırır: a) Patolojik biçimi: Tümgüçlülük ve şiddet içerir; benlik ve nesne arasında karmaşa (confusion) vardır; b) “Normal” biçimi: Şiddet yoğun değildir, iç ve dış gerçeklik muhafaza edilir; empatiye gönderme yapar, yansıtan kendi farklılaşmış kimliğinin farkındadır.
Yansıtmalı özdeşimde benliğin bir kısmı (örneğin öfke veya başka bir kötü duygulanım) diğer bir kişide görülür ve kişinin kendisinde inkar edilir. Bion (1959) yansıtmalı özdeşimi temelde ikiye ayırır: a) Patolojik biçimi: Tümgüçlülük ve şiddet içerir; benlik ve nesne arasında karmaşa (confusion) vardır; b) “Normal” biçimi: Şiddet yoğun değildir, iç ve dış gerçeklik muhafaza edilir; empatiye gönderme yapar, yansıtan kendi farklılaşmış kimliğinin farkındadır.
YETERİNCE
İYİ ANNE:
Winnicott’a göre annenin bebeğine bakım verebilmesi için onunla özdeşim kurması, başka bir deyişle bebeğinin neye ihtiyaç duyduğunu hissetmesi gerekir. İşte birincil annelik meşguliyeti {primary maternel preoccupation) adını verdiği süreç hamilelik boyunca annenin bu özdeşimi gerçekleştirmesine olanak verir (Winnicott DW 1956).Winnicott, annenin çevreden uzaşlaşarak içine kapandığı ve doğacak bebeğine odaklandığı bu süreci "normal bir hastalık" olarak da tanımlar. Doğumdan sonraki haftalarda giderek etkisini yitiren bu duyarlılık hali zamanla yerini yeterince iyi anne'ye (good enough mother) bırakır. Artık anne bebeğinin tüm ihtiyaçlarını bekletmeden eksiksiz karşılamakla yükümlü değildir; geçici yetersizlikler sergileyebilir, ancak bunlar hiçbir zaman bebeğin katlanma yetisini aşmaz (Winniicott, 1949).
Winnicott’a göre annenin bebeğine bakım verebilmesi için onunla özdeşim kurması, başka bir deyişle bebeğinin neye ihtiyaç duyduğunu hissetmesi gerekir. İşte birincil annelik meşguliyeti {primary maternel preoccupation) adını verdiği süreç hamilelik boyunca annenin bu özdeşimi gerçekleştirmesine olanak verir (Winnicott DW 1956).Winnicott, annenin çevreden uzaşlaşarak içine kapandığı ve doğacak bebeğine odaklandığı bu süreci "normal bir hastalık" olarak da tanımlar. Doğumdan sonraki haftalarda giderek etkisini yitiren bu duyarlılık hali zamanla yerini yeterince iyi anne'ye (good enough mother) bırakır. Artık anne bebeğinin tüm ihtiyaçlarını bekletmeden eksiksiz karşılamakla yükümlü değildir; geçici yetersizlikler sergileyebilir, ancak bunlar hiçbir zaman bebeğin katlanma yetisini aşmaz (Winniicott, 1949).
YERLEŞTİRME
(Topik, topography):
Birinci yerleştirme: İlk kez Bilimsel Psikoloji Taslağında. Freud ruhsal yapı içinde bilinç, bilinçdışı ve önbilinci ayrı ruhsal yerler olarak tarif eder. Ancak burada enerjinin dolaşımını süzenleyen nörolojik bir model söz konusudur (Freud, 1895a). Daha sonra Histeri Üzerine Çalışmalar (Freud ve Breuer, 1895b) ve özellikle de Rüyaların Yorumu 'nda (Freud, 1900) bölümleme daha netleşir. Bilinç, algı-bilinç sisteminin işlevidir ve içsel ve dışsal algıların anlık niteliğine denk düşer. Bilinçdışı, bilinç dışına atma mekanizmasıyla önbilinç-bilinç sistemine girişi engellenmiş içeriklerden oluşur. Önbilinç ise belirli bir anda bilinç alanında bulunmayan, ancak bilinç alanına girebilecek, bir anlamda güncelleşebilir içeriklerce oluşturulur.
Birinci yerleştirme: İlk kez Bilimsel Psikoloji Taslağında. Freud ruhsal yapı içinde bilinç, bilinçdışı ve önbilinci ayrı ruhsal yerler olarak tarif eder. Ancak burada enerjinin dolaşımını süzenleyen nörolojik bir model söz konusudur (Freud, 1895a). Daha sonra Histeri Üzerine Çalışmalar (Freud ve Breuer, 1895b) ve özellikle de Rüyaların Yorumu 'nda (Freud, 1900) bölümleme daha netleşir. Bilinç, algı-bilinç sisteminin işlevidir ve içsel ve dışsal algıların anlık niteliğine denk düşer. Bilinçdışı, bilinç dışına atma mekanizmasıyla önbilinç-bilinç sistemine girişi engellenmiş içeriklerden oluşur. Önbilinç ise belirli bir anda bilinç alanında bulunmayan, ancak bilinç alanına girebilecek, bir anlamda güncelleşebilir içeriklerce oluşturulur.
İkinci yerleştirme: Haz İlkesinin Ötesinde adlı yapıtında (Freud
S. 1920), özellikle de Benlik ve Altbenlik’te (Freud, 1923) Freud ruhsal aygıtı
farklı eksenlerde tekrar bölümlere ayırır.Bu yeniden yerleştirme sonucunda
ortaya altbenlik, benlik ve üstbenlik çıkar. Altbenlik kişiliğin dürtüsel
boyutunu oluşturuken, benlik kişiliğin bütününün çıkarlarını gözetir. Ebeveynin
istek ve yasaklarının içselleştırilmesiyle oluşan üstbenlik ise yargılayan ve
eleştiren mercidir. Bu yeni yerleştirme kişiliği merkez aldığı için, gelişim
kuramına daha uygun bir model oluşturmaktadır. Bununla birlikte birinci
yerleştirme işlevini yitirmemekte, birinci yerleştirmeye farklı düzeylerde
eklemlenmektedir. Böylece benliğin ve üstbenliğin bir bölümü bilindışında
kalabilirken altbenliğin bazı bölümleri de bilince ulaşabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder