10 Eylül 2015 Perşembe

Türkçe dil beşiği

Türkçe dil beşiği

Akrabalık adları ve ruhsallık üzerine bir inceleme

Cemal Dindar

İnsan, fizyolojik doğumdan sonra hayatta kalabilmek için ikinci bir doğuma gereksinim duyan belki de yegane türdür. Rahim-cennetten ayrılmanın, ‘dünyaya atılma'nın, doğum travmasının görece yumuşatıldığı yer ana kucağıdır, dil beşiğidir. Emzirilen çocuk, yalnızca sütle değil, annenin gözündeki ışıkla, kelimelerin sedasıyla, ninniyle, türküyle, şarkıyla, söylenceyle, kısaca dille de beslenir. Ruhsal doğumun mayasıdır dil. Çocukların, dilin binlerce yıllık dipakıntılarından süzülüp gelmiş sedası yerine televizyonun saldırganlığına, reklamların ortasına, yani tüketimin diline terkedilmişliğinin hoyratlığını bir de buradan düşünmeliyiz. Yine de, dipakıntılar piyasanın diliyle boy ölçüşebilecek bir olanağı hep taşımışlardır. Boşuna mı çocukların dile attıkları ilk kanca-sözcüklerin genelde “ana”, “baba”, “dede…” olması. Bu nedenle, insanların ruhsallıklarını anlamaya yönelmiş bilgi alanlarının, kişinin içine doğduğu dilin serüveniyle, yenidoğan'a ne türden olanakları miras olarak taşıdığıyla ilgilenmesi bir zorunluluktur.
Bu incelememizde, Türkçe'nin İç Asya'dan Anadolu'ya uzanan serüveninde akrabalık adlarının izini süreceğiz. Türkçe, çok geniş bir coğrafyada kendi tarihi gelişiminin evrelerini aynı zaman kesitinde yelpazelendirmiş, güncelle buluşturabilmiş ender dillerden biridir. Yeryüzünde geniş coğrafyalarda konuşulan İngilizce, İspanyolca gibi sömürge dillerinden temel farkı da budur. Sömürge dilleri, dünyanın dört bir yanına yayılırken, başka dilleri ve kültürleri kendi hükümranlık alanlarına hapsetmişler, zedelemişlerdir. İlginç olan bir nokta da, bu sürecin sonucu; dünyanın dört bir yanında konuşulan İngilizce'nin bizzat ucubeleşmiş olmasıdır. Türkçe'nin serüveni ise, bir zedelenmeyi göze alma, kendini sınama, kendi uygarlık dertlerine deva olabilecek değişimleri kabullenme serüvenidir... İç Asya'dan Anadolu'ya, Türkçe'nin bugünkü coğrafyası incelendiğinde, bu değişimin, Cemal Süreya'nın deyişiyle nice “acı dirlik”in imbiğinden süzüldüğünü izlemek güç değildir. Türkçe'nin arılığı, tam da bu acı dirlik'ten geçirilmiş olmasıyla ilgili olabilir. Mesela, Anadolu Beylikleri döneminde Türkçe'ye yeşil bir ağaca sarılır gibi muhabbet duyulması, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Arapça ve Farsça'nın merhametine bırakılmışlığı… Yada, genç Cumhuriyet'in “Öztürkçe” arayışı… Bunlar, dilbilimcilerin, dil felsefecilerinin heyecanlanacağını düşündüğüm noktalar.
 
Klasik psikanaliz, babalar, dayılar
Kendi alanımıza dönersek; ruhbilimde aileye, özellikle anne-baba-çocuk üçgenine ruhsallığın oluşumunda başat bir rol biçilmiştir. Klasik psikanalize göre, ömür denilen macera, erken çocuklukta temrin edilen aile romansı'nın farklı biçimlerde ve yeniden sahnelenmesinden başka çok az şeydir. Psikanaliz, soy-tarihi ve tabi ki kültürel yükü ihmal ettiği için sıklıkla eleştirilmiştir. Hatta ‘içerden' yapılan eleştiriler arasında psikanalizi bir kültür kuramına dönüştürme çabaları bile görülmektedir. Özellikle Melanie Klein, burada tartışma konusu ettiğimiz alanla ilgili çok önemli katkılarda bulunmuştur. İçine doğulmuş olan dilin ve kültürün, ruhsal gelişim için önemli bir malzeme sağladığını, dille kuşaklar boyu taşınılan efsanelerin, türkülerin, bizzat dilin kendisinin, yenidoğana bir düşlem dünyası sunduğunu ileri sürmüştür. Gerçekte, klasik psikanalizin içine doğduğu XIX. Yüzyıl Viyanası ve serpildiği XX. Yüzyıl Batısı ile dünyanın geri kalanı arasındaki en temel farklılıklardan biri bizzat aile yapılarında ve o sahnede kendini bulan aile romanslarında izlenebilir. “Aile romansı”nın sınırlarına vakıf olunabilen Batılı çekirdek aileye karşın, dünyanın büyük bölümünde, aile, deyim yerindeyse hala çekirdekleştirilememiş “geniş aile”dir ve bireylerin ruhsallıklarında işlevsellik kazanan dinamikler, birer “aile romansı” olduğu kadar, ondan fazlasıdır da. Hatta Batı'nın genel kültürel değerlerce desteklenen ben-merkezci, Hobbes'un deyişiyle burjuva ahlakının temelini oluşturan “insan insanın kurdu” kişiliklerine karşın, Doğu'da toplum-merkezli kişiliklerin ömürlerini inşa etme biçimlerinin, yer yer aile romansını aştığı, bir toplumsal-kültürel söylence belirsizliğine değin uzanabildiği gözlenmektedir. Bu sorunu, psikanalizin önerdiği gibi, literatürde biyolojik baba veya annelerden değil, anne ve baba temsillerinden söz edildiği savıyla aşmak güçtür. Zira, mesela, söz konusu toplumsal-kültürel söylencenin tarihselliğinde, tüm erkek figürleri baba temsilinin içinde düşünebilmek neredeyse imkansızdır. Hatta, “oğlan dayıya, kız halaya” ve benzeri halk deyişlerini düşündüğümüzde, bu figürlerin, mesela dayı ile baba'nın gizli-açık mücadelesinden, karşıtlığından, çatışmasından bile söz edilebilir. Dilde akrabalık adlarının geçirdiği değişimleri izlemek, o dili konuşan herkesin ruhsallığında yankılandığı kesin olan bu çatışmaları anlamak için de önemlidir.
 
İki ana akıntı: Mezopotamya ve Bozkır…
Burada söylenenlere temel olacak birkaç teze kısaca ve yeniden değinelim:
Öncelikle, gerek ruhbilim gerekse psikiyatri alanında olsun, ruhsallık bilgisinde ve bu arada hemen tüm bilim alanında tarihi ve tarihselliği yok sayan neoliberal vaaza karşın, tarihsel-sosyokültürel aidiyetlikler önemlidir. Bu alan hak ettiği ölçüde araştırılmamış, küreselleşme projesiyle birlikte, Anglosakson dünyanın egemenliğinde ve ideolojik bir seçimle görmezden gelinmiştir.
Şunu söyleyebiliriz: Türkçe'nin beşiğine doğmuş her insanın ruhsallığında, kökleri tarihsel olarak izlenebilen ve sonuçları itibariyle özgün bir “Anadolu ruhsallığı” kavramının varlığını bize düşündürten belirli gerilimler vardır…Öncelikli tezim; bu gerilimler ve onlara maya olan sosyokültürel dokunun iki ana akıntıyla beslendiğidir. Bunlardan biri, Mezopotamya Uygarlığı'dır. Frankfort, haklı olarak, halen bu uygarlığın içinde bulunduğumuzu ve Mezopotamya Uygarlığı'nın son biçimine kavuşmadığını ileri sürmektedir. Kramer, uygarlık tarihini Mezopotamya uygarlığının başlangıcıyla, yani Sumerlerle başlatır. Onun Sumer tabletlerinin çözümlenmesini içeren “Tarih Sumer'de Başlar” kitabı, uygarlığın üzerinde yükseldiği okul, şehir, mahkeme gibi kurumların birçoğunun ilk örneklerinin Sumer toplumunda ortaya çıktığını göstermektedir. Mezopotamya Uygarlığı'nın gelişim sürecinde belirli bir forma ulaşan ataerkillik, kan bağı/ yer bağı gerilimi, tapınak merkezli yerleşim, kadercilik gibi sosyokültürel etkenlerin bugün de ruhsallık üzerindeki etkilerini izlemek mümkündür.
Diğer ana akıntı ise, Bizans kaynaklarının VI. Yüzyılda “Turchia” olarak adlandırmaya başladıkları İç Asya'dan bugünkü Türkiye'ye uzanan “göç hikayesi”dir. Bu yalnızca bir göç hikayesi değildir, Türklerin farklı inançlarla, değerlerle, başka uygarlıklarla buluştukları ve yeni bireşimler kurdukları bir süreçtir de. Bu kavimler buluşması o denli etkili ve üreticidir ki, geçtiğimiz bin yılın tarihsel sürecini belirleyen ana dinamiklerinden biri olmuştur. Hala İç Asya'daki kelimelerin, mitosların, efsanelerin yankısı Anadolu'da duyulmaktadır. Yazık ki, bu yankının kökenleri üzerine kapsamlı bir araştırma henüz yapılmamıştır. Şunu söyleyebiliriz; İç Asya'dan Anadolu'ya değin uzanan bu “yol hikayesi”, ideolojik fazlalıklar ve bilimsel yetersizlikler sebebiyle bugüne değin ihmal edilmiştir. Deyim yerindeyse, bu büyük ana akıntı, Anadolu sosyokültür tarihinin “bilinçdışı”nı oluşturmuştur, oluşturmaktadır.
Sözkonusu gerilimlerden biri anacıl-ataerki gerilimidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz baba/dayı karşıtlığı da bu gerilimin ifadelerinden biridir. İç Asya'dan Toroslara akıp gelen Bozkır uygarlığının taşıdığı anacıl özellikler, kişilerin ruhsallığında, o ilk beşiğin işlevini sürdürmektedir. Kimi kez bağlayıcı, tutucu, sarmalayıcı… fakat sıklıkla baskıya karşı koruyucu, besleyici, şefkatli. Boşuna olmasa gerek gurbet türkülerinde sıla ile ana'nın birlikte anılması. Yada yönetici erkin, “erkek”in, müşkül durumunu anlatmak için “anamız ağladı” diyen çiftçiye “ananı da al git” demesi. Yada XVII. Yüzyılda yerleşmeye zorlanan Türkmen'in, Karacoğlan'da dile gelmesi, dupduru bir Türkçe ile kadın'ı yüceltmesi, ete kemiğe büründürmesi, güzellemesi. Bu hat boyunca söylenen türkülerde yar olan, ana olan, seven ve sevilen kadının hemen her derdi dile gelirken, katı ataerkil Sami etkinin belirgin olduğu Harput-Urfa-Kerkük hattında söylenegelen türkülerde kadın dertlerinin, ruhsallığının yok sayıldığı, kadının cinsiyetsizleştirildiği görülmektedir.
 
Türkçe'de akrabalık adları
Türkçenin coğrafyasında akrabalık adlarının serüveni, burada anlattığımız anacıl-ataerki geriliminin işaretleriyle doludur. Bu konuda bir şansımız, Yong-Song Li'nin Hacettepe Üniversitesi'nde yüksek lisans tezi olarak sunduğu ve 1999 yılında Simurg Yayıncılık tarafından yayımlanmış “Türk Dillerinde Akrabalık Adları” çalışması. Akrabalık adları ile ilgili bilgiler söz konusu kitaptan alınmıştır. Bu kitaptan ilginç bazı tespitleri aktarıyorum:
Dikkate değer bulgulardan biri, bugün kocanın erkek yakınları için kullandığımız kayın , kayınbaba kayın ata kelimelerindeki kayın'ın en eski biçimlerinden birinin kadın olmasıdır. Karşı cinsten bir akrabanın, kocanın erkek kardeşinin yada babasının dilde hemcinsleştirerek, bir anlamda cinsiyetsizleştirerek cinsellik alanından çıkartıldığı anlaşılıyor. Yine, Türkmence'de kart ata(babanın ya da annenin dedesi) anlamında garrı ata ya da garrı baba kullanılmaktadır. Cinsel gücünü kaybetme yaşındaki erkek akrabanın “garrı ata” olarak adlandırılması da yukarıdaki tespitimizi desteklemektedir. Argodaki “karı gibi adam” sözünü de burada anabiliriz. Tüm bunlar, eşcinsel bir cinsel kimliğe işaret etmekten çok, erkek kimliğindeki bir ‘kusur'u, mesela cesaret eksikliğini anlatmak için kullanılmaktadır.
Apa,aba,ebe,epe günümüz türk dillerinde ata, dede, nine, baba, anne, amca, hala, ağabey, abla, ebe gibi anlamlara gelmektedir. Anadolu Türkçesi'nde ebe, aynı zamanda doğum işini yaptıran kadındır, bu arada nine, abla, teyze, düğünde geline verilen armağanları toplayıp, göz önüne yayan kadın, soy, boy anlamları da taşımaktadır. Bu anlamda, yine argodaki “ebe'ye küfretmek” ile oba yada boya küfretmek arasındaki geçiş de ilginçtir.
Ana sözcüğü ilk olarak Uygurca'da kullanılmaya başlanmış, giderek yaygınlaşmıştır. Türkçe'nin konuşulduğu hiçbir coğrafyada ve hiçbir zaman “ana” sözüğünün bir erilliğe işaret etmemesi dikkate değerdir. Bununla birlikte kelimenin zaman zaman bizzat ‘dişi' anlamına geldiği görülmektedir. Anayerlilik, ya da anacıl kavramlarını bu dişil anlamla yani cinsiyet vurgusuyla birlikte anlamak yerindedir. Buna karşın, çok daha eski dönemlerden miras apa ya da aba'nın anne anlamı yanında ata, dede, nine, baba, amca, hala, ağabey, abla, ebe, yenge, hanım vb anlamlarını kuşattığı görülmektedir. Anne anlamında tesbit edilen en eski sözcük olan ög de bugüne öksüz kelimesiyle ulaşmıştır ve yine hiçbir zaman eril bir anlama sahip olmamıştır.
Baba sözcüğü Anadolu Türkçesindeki bildik anlamı yanında tarikatların bazısında tekke büyüğü anlamına da gelmektedir. Aynı kelime Özbekçe'de “dede, dedenin veya ninenin babası” anlamlarını taşırken, Nogayca'da bunların yanında sünnetçi yerine de kullanılmaktadır. Daha ilginci, Başkurtça'da yaşlı saygın kişi, ata, amca, dayı anlamlarını taşımış olmasıdır.
Bu arada Divanü Lugat-it-Türk'teki şu sözü de analım: kandaş kuma urur igdiş örü tartar: baba bir olanlar çok dövüşürler, ana bir olanlar birbirine yardım ederler. Orhon yazıtlarında kan, “baba” sözcüğü yerine de kullanılmaktadır. Burada, yer bağı(anayerlilik) ile kan bağı(babasoyluluk) arasındaki bir gerilime işaret edilip edilmediği önemli bir sorudur.
Nogayca'daki sünnetçi ve Türkmen geleneği ile yakından ilgili olan Bektaşilik gibi tarikatlarda tekke büyüğü anlamları düşünüldüğünde, baba sözcüğünün, İslamiyet ile, hatta Hazarları düşündüğümüzde belki de Yahudilik ile birlikte gelen Sami etkinin mirası olup olmadığı ciddi bir sorudur. En azından şunu söyleyebiliriz; İç Asya'da Yahudilik ve İslamiyet ile karşılaşmadan önce Türklerde sünnet geleneğinin olmaması, buna karşın Nogayca'da baba kelimesinin hala sünnetçi yerine kullanılması, Anadolu sufiliğinin önemli bir kolu olan Bektaşilik'te tarikat önderlerine baba denilmesi, bu kelimenin Türk boylarında önemli bir sosyokültürel kırılmaya işaret ettiğini gösterir. Bu kırılmanın, akrabalık hiyerarşisinin ve hatta ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine yol açtığı düşünülebilir.
Oğuzname'yi hatırlayalım:
“Müslim olan Oğuz Han, ilkin amcası Küz Han'ın kızı ile evlenir. Fakat, kız ona teklif edilen İslâm dinini kabul etmez. Bu durumda, Oğuz kızla karı-koca hayatı yaşamaz. İkinci olarak, öteki amcası Kür Han'ın kızı ile evlenir. Fakat o kız da İslâm dinini kabul etmez. Oğuz, ona da elini sürmez. Son olarak, üçüncü amcası Or Han'ın kızı ile evlenir. Bu seferki kız Müslüman olmayı kabul eder. Oğuz da kızla karı-koca hayatı yaşamaya başlar.”
İslâmiyet ile birlikte, Türk evlilik kurumunda önemli bir kopuşun yaşandığı ve amca kızları ile evliliğin başladığı anlaşılmaktadır. Divitçioğlu'nun aktardığı Manzum Oğuzname'de bu üçüncü kızın ‘çirkin gelin' olarak anıldığı da düşünülürse, geleneğin gücü ve yeni öneriyle çatışmasının şiddeti büyüktür(Divitçioğlu, 164).
Buradaki İslamiyet vurgusu ile birlikte, Türk boylarının ciddi bir sosyokültürel kırılmayı öncelikle Uygurlar döneminde yaşadığı, hatta Soğdluların etkisinde Manicilik'in bu dönemde kabul edilişinin özel olarak incelenmesi gerektiği kanısındayım. Mani öğretisinin belkemiği olan “Eline, beline, diline sahip ol!” sözü, hala Anadolu Aleviliğinin önemli bir düsturudur. Bütün bunlarla birlikte Mani'nin ve öğretisinin Mezopotamyalı olduğunu da unutmamak yerindedir.
Moğolca'dan geçmiş olan ağa-aka sözcüğü de kimi kez amca, kimi dillerde dayı'yı karşılamaktadır. Bu arada Türk Dil Kurumu'nun halk ağzına ait derlemelerinde emmi, amca anlamındayken, dayı anlamında emme tesbit edilmiştir. İlk olarak Uygurca'da tesbit edilen Tagay sözcüğü dayı anlamındadır. Türkçe'de annenin erkek kardeşi, bir kimsenin kayırıcısı olan kişi gibi anlamlarını zaten biliyoruz. Bu arada Tunus, Cezayir, Trablusgarp'ta Osmanlı imparatorluğu'nca başa getirilen yöneticiye dayı denilmesi ilginçtir. Yine dayının da babasoya atıfta bulunan bir anlama tarihte hiç sahip olmadığını ekleyelim.
Önemli bir bilgi de hala sözcüğü ile ilgili. Arapça'dan geçmiştir ve asıl anlamı teyzedir. Türkçenin tay-eze(dayı ablası)ndan vazgeçmediğini ve sanki babanın ablasını adlandırmada bir boşluk varmış gibi hala'nın bu anlamda kullanıldığını görüyoruz. Bu boşluğun gerçekten olup olmadığı önemlidir. Zira, en azından şu soru akla gelmektedir; İslamiyet öncesinde, anayerli akrabalık, babasoylu akrabalıklardan çok daha önemli ve işlevsel miydi?... Dayı sözcüğünün serüvenine bakıldığında öyle olduğu açıktır. ‘Dayılık' Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü'nde üç anlamla karşılanmıştır: Dayı olma durumu. Kayırıcılık. Kabadayılık. Seyfi Karabaş, değerli çalışması “Bütüncül Türk Budunbilimine Doğru”da, ‘dayılanmak' kelimesi için “bir insanın iyesi olmadığı bir güç sanki kendisinde varmış gibi gösterişli bir biçimde davranması... Çok ileri gitmeden kaba güce başvurmayı içeren, karşı tepki gelince çabucak sus pus olmayı içeren bir davranış biçimi...” açıklamasını getiriyor. Karabaş “Niye Türkler böyle bir davranışı bir deyim olarak anlatmak için “dayı” hısımlık teriminden yararlanıyor?... Niye ‘amcalanmak' değil de ‘dayılanmak'?” sorusunu da soruyor. Onun verdiği ve bizce de gerçekliği kuşatan yanıt: İslamiyet'le başlayan Arap etkisi ile eski değerler arasındaki çatışmanın yol açtığı toplumsal ve ruhsal gerilimler… deyim yerindeyse, dayıların gücünü amcalara, anaların babalara kaptırmalarıdır. Dede Korkut hikayeleri bu mücadelenin nice işaretleriyle doludur. Bu incelemeyi, kendisi de bu gerilimin, Şaman ile Ozan kimliklerinin, orta yerinde söz söyleyen Dede Korkut ile bitirelim. Dirse Han, iftira atılmış olan oğlunu, Boğaç'ı avda tuzağa düşürür, yaralar ve Kazılık dağında ölüme terk eder. Atılan iftira ise; “Sen varken av avladı, kuş avladı.” Aile başkanından izinsiz av, büyük suçtur. Anası oğlunu bulur. Oğul, hala güçlü olduğu anlaşılan anaya seslenir:
“Akarlıda(akanlardan) sularına ilenme
Kazılık dağının suyunun günahı yoktur
Bitelide (bitenlerden) otlarına ilenme
Kazılık dağının suçu yoktur
Kaçar geyiklerine ilenme
Kazılık dağının günahı yoktur
Aslanıyla kaplanına ilenme
Kazılık dağının suçu yoktur
İlenirsen babama ilen
Bu suç, bu günah babamındır.”
Bir Sumer tabletine şunlar kazınmıştır: ‘Asla günahsız bir çocuk bir anneden doğamaz ............ günahsız bir genç en eski zamandan beri yoktu.' Binlerce yıl sonrasında karşı-ses Boğaç'ta yankılanmaktadır: “Bu günah babamındır.” Bu gerilim, nice mutsuzluğun ve nice yaratıcı huzursuzluğun kaynağı olarak, Cemal Süreya'nın deyişiyle Türkçe'nin mavi şaman damarı'nda hala akmaktadır.
Kaynakça
Kök Türkler-Kut, Küç, Ülüg, Sencer Divitçioğlu, YKY, İstanbul, Ekim 2000
Türk Dillerinde Akrabalık Adları, Yong-Song Li, Simurg Yayıncılık, İstanbul, 1999
Tarih Sumer'de Başlar, Kramer S.N., çev. Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990
Bütüncül Türk Budunbilimine Doğru, Seyfi Karabaş, YKY, İstanbul, Haziran 1999
Türk Halkları Tarihine Giriş, Golden P.B., çev Osman Karatay, Karam, Ankara, 2002
Uygarlığın Doğuşu, H. Frankfort, Çev. Alaeddin Şenel, V Yayınevi, Ankara, 1989


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder