10 Eylül 2015 Perşembe

Bilinçöncesinde bir Gezinti

Bilinçöncesinde bir Gezinti
Florence Guignard
Çeviri: Bella Habip
Burada olmaktan çok mutluyum, ama Türkçe konuşamadığımdan ötürü üzgünüm. Beni davet edenlere ve çeviriyi yapacak olan Bella Habip’e teşekkür ediyorum.
Size burada psikanaliz kuramlarından söz edeceğim, fakat bunu metapsikolojik kuramların anlamları üzerinde bir düşünce sahibi olma açısından ele alacağım. Size çok eski, Freud kadar eski bir psikanaliz kavramından, bilinçöncesinden bahsedeceğim. Bir kavramı düşündüğümüz zaman, o kavramın kuramsal çerçevesi ne olursa olsun bazı sıkıntılarla karşılaşabiliriz, onun etrafında dönüp dolaşabiliriz. Böyle bir kelime oyunu var Fransızca’da: Her şey her şeyin içindedir ve aynı şekilde bunun tersini de söyleyebiliriz. Böyle bir düşünce biçiminden kaçınmak isterim. Unutmayalım ki metapsikolojik kavramlar her zaman için psikanalitik psikoterapi tekniğinin ilerlemesi için bize yardımcı olurlar. Yani “kavram için kavram” değildirler. Bu tıpkı biz muayenehanemizin dışına çıktığımız zaman ikinci bir evrede düşünmemizi, yaşadığımız heyecanları bir biçime sokmamızı sağlayan şeyler gibidir.
Metapisikolojiye bunun dışında bir yer verirsek metafiziğe kaçmış oluruz. O da çok ilginç olabilir, ama bu bizim işimizin dahilinde değildir. Herhalde burada bulunanların çoğu pratisyendir. Yani pratiğin içinde bulunanlardır ya da halen eğitimde iseniz bir gün olacaksınız. Dolayısıyla benim size önereceğim şeyin bir işe yaraması anlamlı olacaktır.
Belki bu noktada psikanalitik düşüncenin tarihi üzerine düşünmek anlamlı olacaktır. Freud’un ilk ele aldığı kavramlardan biri bilinçdışıdır. Freud bilinçdışı kavramının etrafında diğer kavramları, bilinçöncesi ve bilinç kavramlarını geliştirdi. Bunu Fransızca’da biz “birinci mekân” diye adlandırırız. Bu psişik işleyişin birinci mekânsal tasarımlamasıdır ve de psişizmin diğer mekânsal tasarımlamaları arasında yer alır. Üç düzeyden oluşan bir tasarımlama düşünebiliriz: Bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı. Şimdi size hatırlatırım ki bilinçdışı kendiliğinden tasarımlanamayan bir şeydir. Onun sadece bilince ve bilinçöncesine varan sonuçlarından bir çıkarsama yapabiliriz.
Bilinç Freud’a göre, özellikle duyulardan hareket ederek dış dünyanın özelliklerini algılamaya yarayan bir özelliğe sahiptir. Böylece şu soruyu sorabiliriz: Bilinçöncesi ne işe yarar? Benim de konuşmamın konusu bu olacak. Analitik ve klinik deneyimlerimden şöyle bir sonuca vardım: En çok bu ara yerlerin, iki düzey arasında kalan yerlerin işleyişi ilginç oluyor. Bilinçöncesini bugün yeni parametrelerle düşünebiliriz. Neden yeni? Çünkü Freud’un birinci kuramından ikinci kuramına geçişte, hem ruhsal aygıtın yapısı hem de dürtülerin yapısı itibarıyla bir değişiklik söz konusudur. Birinci kuramında üç kat vardır: Bilinçdışı, bilinçöncesi, bilinç. Dürtüler teorisinde temelde bir tane dürtü vardı ve buna da libido diyordu. Yine de bu dürtüleri anlamanın yolu onun sergilediği şeylerle mümkün olabilirdi. Bazı dürtüsel atıklar birbirlerini etkiliyorlardı. Mesela libido en önde gelen cinsel dürtüdür ve bu gelecek nesillerin oluşumunu içerir. Bu aynı zamanda kendini korumaya yönelik dürtülerle çelişkiye giriyordu. Bu da Freud’un ölüm dürtüsü hipotezini ortaya koymasına yol açtı. Çünkü her şeyi hayata açılan bir libidoyla anlatmak mümkün değildi. Çünkü psişik eylemlerin hepsi değilse birçoğu tekerrür mekanizmasını kullanır. Mesela birbirinin içine geçen küplerle oynayan bir çocuğu gördüğünüzde, onun bu etkinliği bir kere yaptığını görmezsiniz. Bunu tekrar tekrar yapar ve tekrarladıkça bundan bir haz aldığını görürsünüz. Fakat bazen de bu tekerrür, gelişimin tersine de olabilir. Bunun uç bir örneği, çocuklarda görülen bir patoloji: Çocuk bir şey yer, onu kusar ve bunu tekrar tekrar yapar. Buna baktığımız zaman bunun oto-erotik bir eylem olduğunu düşünebiliriz, çünkü kendi gıdasıyla oynuyor, çıkarıyor, tekrar yutuyor. Fakat bu dürtüsel, oto-erotik dışavurumun sonucu ölümdür. Çünkü devamlı çıkaran bir bebeği besleyemezsiniz. Bu da ölüme doğru yönelen, ölümü hedefleyen bir dürtünün kanıtıdır.
Bütün bunları Freud’un 1920’den itibaren kuramını neden değiştirdiğini anlatmak için anlattım. Bu ikinci kuramda Freud iki tane dürtüyü varsayıyor: Bir ölüm dürtüsü, bir de yaşam dürtüsü. Ruhsal aygıtta da üç kat oluyor. İkinci kuramdaki üç katın, birinci kuramdaki üç kat olduğunu düşünebilirsiniz, ama bu doğru değildir.
Şimdiye kadar dürtülerden bahsettim, şimdi ise ruhsal aygıtın yapısından söz edeceğim. Birinci kuramdaki bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı, ikinci kuramdaki üç kata, yani alt benlik, benlik ve üst benliğe tekabül etmez. Aynı kesit değildir bu. Size bu Freud’un mekânsal düzenlemeleri ile ilgili bir ders anlatmayacağım, ancak Freud’un ikinci düzenlemesinde bilinçöncesinin ne olduğuna bakacağım. Bu bilinçöncesi kavramı, Bion’un kuramına kadar çok sessiz ve derinde bir gelişim gösterdi.
Bilinçöncesinin mekânsal tasarımını kafanızda iki yöneyin (vektörün) kesiştiği bir geometrik alan olarak canlandırmanızı öneriyorum. Birinci yöney, dürtülerle nesne ilişkilerinin buluştuğu bir yöney. İkinci yöney Bion’unki, kapsayan ve kapsanan ilişkisini ele alan yöney. Bunu daha ileride ele alacağım. Görüyorsunuz ki bu kısa betimlemede iki tane yeni kavram getirdim. Dürtünün yanına nesneyi getirdim. Yapının içinde de bir kapsayıcıyı düşündüm ki o kapsayıcı da içinde bir kapsananı barındıracak. Böyle bir girişe gerek duydum, çünkü metapisikolojik düşünme biçimi bir yüzyıl öncesine göre değişti. Bu da genel epistemolojinin evrim göstermesinden kaynaklanıyor. Bu tabii bugün olmadı, 50 yıl önce Bion’la başlayan bir bakış açısı. Bence eğitim ilişkisi, her şeyden evvel düşünmeyi öğrenmek üzerine düşünmektir. Çünkü üç tane kavram üst üste olan on beş tane şema bulabilirsiniz. Ama her zaman için o kavramlar çok durağan olabilirler. Her zaman için düşünebilirsiniz: Acaba bir tane mi dürtü var temelde, iki tane mi? Ama o zaman arkasından bir sürü sorular gelecektir: Peki benlik dürtüleri ne oluyor? Kendini koruma dürtüleri ne oluyor? Fransızcada buna “ayak baş parmağının uzmanı” denir. Tabii ki bütün bunlar şemadır, bu masa gibi gerçek değildir. Fakat modeller düşünmemizi sağladıkları için, kullanışlı oldukları ölçüde biz onları kullanabiliriz. Ama sorun çıkardıkları zaman durup düşünürüz. O zaman belki bir şeyi göremedik ya da bir ağaç bir ormanı gizliyor olabilir. Çok sıradan bir şey için de tartışma içine girebiliriz. Bu bilim adamları arasında çok sık ortaya çıkan bir şeydir. Biz ki insan bilimlerinin bilimcileriyiz, bilimsel düşünce yeteneklerimizi kaybetmemeliyiz. Unutmayalım ki her kavram yapan, kavram üreten araştırmacı psikanalist, bir kavramı ürettiği zaman, kendi çocukluğundaki cinsellik kuramlarından yola çıkar. Çocukluktaki cinsellik kuramları nelerdir? Bunlar, çocuğun cinsellik rezaletini keşfetmesiyle ortaya çıkan, kendisinin savunmacı olarak ürettiği kuramlardır. Cinsellik rezaleti nedir? Bu, çocuğun anneyle babanın cinsel ilişkilerini fark etmesi değildir. Esasında, çocuğun, erişkinlerin cinselliği karşısında yaşadığı uyarılmadır çocuk için rezalet olan. Bir şey var, çocuğu uyarıyor, ama çocuk bundan bir şey anlamıyor. Çocuk, bir çocuğun nasıl dünyaya geldiği konusunda ne kadar bilgilendirilirse bilgilendirilsin, isterse televizyonlarda çocuklar için yasak yayın olan filmleri izlemiş olsun, ta ki kendi ergenliğine kadar ya da erişkin bir cinselliğe sahip olup bunu kendi bedeninde deneyimleyene kadar, bu yine bir rezalettir çocuk için. Bu söylediğim yine de tam olarak doğru değil. Çünkü erişkinler de tamamen anlamsız cinsel ilişkilere sahip olabilirler.
Çocuğu uyaran ve onu erişkin dünyasıyla karşı karşıya getiren şey, bir çocuk bir erişkinle karşı karşıya geldiğinde duyduğu heyecanla, iki erişkinin karşı karşıya geldiği zaman duyduğu heyecan arasındaki farktır ve çocuk bunu anlayamaz. Böylece çocuk kuramlar üretmeye başlar. Bu erişkin ilişkisinin bilinemezliği ile ilgili tabii ki kendi bildiği parametreler içinde bir kuram üretir. Fakat ısrar ediyorum, erişkin ilişkisi deyince cinsel birleşmeden söz etmiyorum. Bu platonik bir aşk da olabilir. Erişkin ilişkilerinde, bir çocukla bir erişkin arasında olmayan bir karşılıklılık vardır, bir alışveriş vardır. Bu, çocuğun şükran ve cömertlik hisleri taşıyamayacağı anlamına gelmez. Fakat çocuğun ruh dünyasında, ötekinin özgürlüğüne karşı saygı boyutu yoktur. Çünkü çocuk dış gerçeklikte erişkine karşı tümden bir bağımlılık içindedir. Dolayısıyla çocuk kendi cinsellik kuramlarını üretecek ve o kuramlar da çocuğun bir erişkinle olan ilişkisinin yöneyinden yola çıkacaktır. Mesela sevişmek yemek vermektir, bebekler dışkıların çıktığı yerden çıkar ve aşk ilişkisinde önemli olan kimin daha büyük bir penisi olduğudur. Bu daha sonra fallus adı altında kuramsallaştırıldı. Halbuki karşılıklılık içeren bir erişkin ilişkisi bu üç şeyden ibaret değildir. Yani bir aşk ilişkisi, oral, anal ve fallik bir ilişkiden fazlasını içerir. Fakat bu bir çiftin iki üyesi arasında bir rekabet olmadığı anlamına gelmez. Fallik boyut vardır. Bir çift ilişkisinin içinde, o çiftin bir üyesinin öbürünün canını sıkması da yoktur diyemeyiz. Bu da anal boyuttur. İki erişkinin arasında bir oral ilişkinin olmadığını da söyleyemeyiz. Çünkü zamanımızda besleme her iki taraftan da birbirine olabiliyor. Ama bütün bunlar sadece somut düzeyde değildir tabii. Çünkü bir çiftte psişik olarak çiftlerden biri ötekini beslerse bu da oral bir ilişki biçimidir. Fakat erişkin ilişkisinde tüm bunlardan fazla bir şey daha vardır. Bu artı olan şeye belki bir ad verebiliriz, fakat onu kuramsallaştıramayız. Dolayısıyla psikanalistler kuramsallaştırılabilecek şeyin üzerine, yani oral, anal ve fallik düzlemlerin üzerine üşüşüyor. Çünkü herkes ifade edilemeyen, tasarımlanamayan, söylenemeyen bir şeyle karşılaştığı zaman endişeleniyor. Ve bizim analitik tepkimiz, gece yarısı anahtarını ışığın altında arayan adamınkine benzer. Adamın biri sokak lambasının altında bir şey arıyormuş. Yoldan geçen birisi de adama sormuş: “Beyefendi, ne arıyorsunuz? Size yardımcı olabilir miyim?” “Ben anahtarımı kaybettim, onu arıyorum.” İkisi birlikte aramaya başlamışlar ve hiçbir şey bulamamışlar. Yoldan geçen kişi sormuş: “Beyefendi, hiçbir şey bulamıyoruz. Burada kaybettiğinizden emin misiniz?” “Hayır, burada kaybetmedim, fakat burada ışık var!”
Şimdi biraz daha ilerleyeceğiz. Bion’un “çağrışımın alacakaranlığı” olarak adlandırdığı bir kavram vardır. Buna göre, bir kavramı ışık altında incelediğimiz zaman, bütün diğer kavramlar karanlıkta kalır. Dolayısıyla bugün bütün diyeceklerim, birçok başka şeyi de alacakaranlıkta bırakacak. Öyle bir kavramdan söz edeceğim ki bu kavram üzerine düşündüğümüz zaman diğer kavramlar da biraz aydınlanmış olacak. Bu düşünce çizgisi Freud’un birinci mekânsal düzenlemesindeki bilinçöncesinden hareket edecek ve Bion’un iki kavramına doğru ilerleyecek: Birincisi “kapsayan ve kapsanan”, ikincisi ise “temas duvarı”. Bunun için Melanie Klein’dan geçen bir yola sapmamız gerekiyor. Melanie Klein’ı çalışmadan Bion’u anlayamayız. Beş dakikada Klein’ı özetleyemem. Işığı Klein’ın, Freud’un ruhsal aygıta dair ikinci dürtü kuramından ayrıldığı iki alan üzerine tutacağım.
Melanie Klein için, bir ölüm dürtüsünün varlığı baştan geçerliydi. Çocuğun bütün birincil gelişmesini oraya bağladı. O gelişme ölüm endişesine karşı örgütlenmiş bir organizasyondu. Ölüm endişesine karşı en etkin savunma paranoid-şizoid örgütlenmedir. Bu örgütlenme biçimi çok etkin; fakat çok da kırılgandır. Dünyayı iyi ve kötü diye kesin bir çizgiyle ayırmaya meyillidir. Dürtüleri iyi şeyleri içe yansıtmakta kullanır, kötüyü belirleme yeteneğini de kötü olanı dışarı fırlatmakta. Burada çok küçük bir parantez açıyorum: Freud’un 1925’de “Değilleme” adlı makalesinde Melanie Klein’ın bu kavramlarından esinlenmiş olduğunu düşünebiliriz. Bu makalede Freud şöyle der: “Nesnenin varlığına dair bir fikir yürütmeden önce psişizm, onun niteliksel özelliklerine karar verir.” Yani önce nesne iyi ya da kötü oluyor, ondan sonra var ya da yok oluyor. Ve böylece çocuk psişizminde de iyi olan şey yutulacak şey, içe alınacak şey; kötü olan şey de dışarıya fırlatılacak şeydir. Her zaman iyileri tutup kötüleri dışarıya fırlatsaydık hayat çok kolay olurdu. Fabrikalar bunu yaparlar ve bunun ne tür problemlere yol açtığını siz de biliyorsunuz. Psişik düzlemde de bu aynı şeye tekabül ediyor. Kötüyle ne yapıyoruz biz? Kötü geri geliyor ve suratımıza çarpıyor. Sinema tarihindeki ilk kısa metrajlı filmde bahçeyi sulayan bir adam vardır. Bir ara su gelmez. Ne olduğunu anlamak için hortumdan içeriye bakınca su suratına çarpar. Paranoid-şizoid pozisyon budur. Yansıtılmış olan kötü nesneler geri dönünce karşılanmalarında insani bir faktör araya girer. Melanie Klein daha o zamandan anne aşkından, anne sevgisinden söz etmeye başlamıştı. Fakat Bion, bu anne sevgisine dair metapsikolojik bir kavram bulunması gerektiğini söyledi. Maalesef aşk yeterli değil. İyi niyetler de öyle ve cehennem iyi niyetlerle dolu.
Winnicott “yeterince iyi anne”den söz etmişti. Fakat bu yeterince kesin bir kavram değil. Bion metapsikolojik bir kavram üretti. Bu kavramda, annenin bir niteliği olarak, dışarıya atılan kötü nesneleri tekrar ele alan ve onu işleyen bir mekanizma düşündü. Bu yeteneği, Fransızca bir kelime de kullanarak, çok şiirsel bir şekilde ifade etti: “Annenin Düşlemleme Yeteneği” (reverie). Nedir annenin düşlemleme yeteneği? Unutmayın ki ben bilinçöncesinden söz ediyorum. Annenin düşlemleme yeteneği, düşünme yeteneğinin bir prototipidir. Biliyorsunuzdur ki Bion düşünme üzerine çok ayrıntılı bir kuram üretmiştir. Aranızda benim gibi klinik psikoloji temelli bir eğitime sahip olanlar, bilişsel işleyişle duygulanımsal işleyiş arasında bir ikiliği, hatta bölünmeyi fark etmişlerdir. Cenevre’de doğmuş ve eğitim almış biri olarak size verebileceğim çok klasik bir örnek Piaget. Bion’un kuramının gücü, bu iki mekanizmayı birleştirmesinden gelir. Piaget, ben bilişsel tarafla ilgileniyorum, duygulanım sadece bunun motoru, enerjisinin kaynağıdır, diyordu. Dürtüleri kabul ediyordu, fakat sadece enerji bazında kabul ediyordu. Bion bu dürtü kavramını tekrar ele aldı ve dürtünün dönüşümleriyle ilgilendi. Freud’un “Bilimsel bir Psikoloji için Eskiz” makalesine dayanarak, orada dürtünün kat ettiği yolla ilgilendi. Bunu bir hidroelektrik santralle karşılaştırabiliriz: Sabit bir enerjiden yola çıkan ve küçük miktarlarla dağıtılması gereken bir enerji. Sonuç da tabii ki bu dürtünün dışa vurumunun çok çeşitli biçimler almasıdır.
Özellikle çocuklarla ilgilenenleriniz bilirler, şu anda oldukça yaygın olan bir sendrom hiperaktivitedir. Hangi ekolden bakarsak bakalım, bu sendromda çocuk uyaran kalkanından ve bir kapsayandan yoksundur. Michel Fain adında bir Fransız psikanalistten öğrendiğim bir kavramdır bu uyaran kalkanı. Enerjetik bir betimleme yapar. Bir uyaran vardır, bir de ona karşı koruyan bir kalkan vardır. Bu anlamda Bion daha dinamik bir vizyon sunar ve daha çok o alanda olup bitenleri betimler, bir kapsayandan söz eder. Kavramlar açısından fark önemlidir. Sadece bir uyarandan ve ona karşı bir kalkandan bahsedersek dönüşümle ilgili bir fikre sahip olamayız. Çok kuvvetli bir şey vardır ve önünde o kuvvetli şeyi biraz kalkanlayacak, şiddetini azaltacak bir şey vardır. O zaman meselenin sadece niceliksel yönünü ele almış oluyoruz. Biliyorsunuzdur ki Fransız psikanalistleri psişik aygıtın ekonomik işleyişi ve niceliğin üzerinde çalışılması açısından önde gelirler. Bu önemli bir şeydir, çünkü niceliği unutmuştuk. Özellikle daha önceki yapısalcı kuramlara baktığımızda, dürtüyü tamamen unutmuştuk. Ama dürtü sadece niceliksel değildir. Bir psişizmimiz olduğuna göre, o psişizmimiz biyolojiden kaynağını alıp sonradan dönüşen dürtülerden oluşmuştur. Dürtünün biyolojiyle psikoloji arasında sınır bir kavram olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla, dürtünün bir dizi dönüşüm sonucunda niteliksel değişim de gösterdiğini inkâr edemeyiz. Yoksa Freud’un 1925’te yazdığını inkâr etmiş oluruz. Onun onurunu kırmaktan korktuğum için değil; ruhsal aygıtın yargılamayı/değerlendirmeyi barındırmayan bir temsilini kabul edemem. Bazen antropolog ve paleontologlarla çalıştığım olmuştur. Özellikle Fransa’daki antropologlar herhangi bir nedensellik hipotezine karşıdırlar. En çok tartıştığımız konular, sorun yaşadığımız yerler, onların biçime önem verdiği yerlerdir. Bunun sebebi de kendi değerlendirme yeteneklerinden vazgeçmeleridir. Çünkü değerlendirme varsaymayı içerir. Gerek onların disiplinlerinde gerek bizimkinde, varsayımların kanıtlanması zordur. Bunu psikanalize aktarırsak şaraba iyi diyen, süte de kötü diyen bir çocuk sorun kaynağıdır. Ve iyi olanın şarap olduğunu kabul edersek ortada zor bir durum kalmaz, çünkü bebek de kalmaz. Yani değerlendirme yetisinde her zaman için bir yanılsama payı vardır. Ama değerlendirme yetimiz olmasa yani bir şeye iyi ya da kötü deme yetimiz olmasa o zaman daha da büyük bir tehlike içinde oluruz. Öyle tehlikelerle karşı karşıya olabiliriz ki, o an karar vermemiz gerekebilir.
Uyaran ve uyaran kalkanının basit şemasından dışarı çıkar, dönüşüm sağlayan bir düşlemleme yeteneği şemasına geçersek bir dizi avantajımız ve dezavantajımız olur. Hangisinin ağır bastığına herkes kendisi için karar verebilir. Ben daha çok avantajı olduğunu düşünüyorum, yoksa size bundan söz etmek istemezdim. Bunun dezavantajı, kesinliği olmamasıdır. Ama avantajı da kesinliği olmamasıdır.
Annenin düşlemleme yeteneğinin bir prototipini oluşturduğu düşünme yetisini ele alalım. Bir bebek ağlıyor. Ve gittikçe daha şiddetli ağlıyor. Bebek konuşamadığı için, anne, kendi kendine soruyor: Neden bu kadar ağlıyor? Anne çocuğu sakinleştirmek için bir sürü şey deniyor. Bir gün, varsayalım ki, onu beslediği zaman bebek ağlamaktan vazgeçiyor. Ertesi gün yine aynı şemayı ele alalım: Çocuk ağlıyor, anne onu besliyor, fakat çocuk yine ağlamaya devam ediyor. Dolayısıyla nedensellik şeması annede değişmelidir.
Çocuğun ağlaması karşısında anne endişe duyar ki bu pek hoş bir duygu değildir. Çünkü çocuğun ağlamaları karşısında, çocuğun duyduğu endişeleri hisseder. Zaten Winnicott’un, çocuğun ilk aylarındaki “annenin normal hastalığı”ndan söz etmesi bundandır. Eğer anne onu işitmekten hasta olmazsa onunla aynı duyguları paylaşmazsa aynı endişeleri paylaşmazsa bebek de kendi endişelerini metabolize edemez. Ama şöyle bir sorun da var: Anne çok çok hasta olabilir. “Annenin normal hastalığı” değil, doğum sonrası (post partum) depresyonu söz konusu olabilir. Sanki bebeğin ölüm endişeleri, annenin ölüm endişelerinin üzerine eklenmiştir ve anne de tıpkı çocuğunun yaşadığı çaresizliği yaşamaktadır, çünkü anne de kendi içinde kendi çocuk tarafıyla bunu yaşıyordur. O zaman bir üst-kapsayana gerek duyulur. Meltzer’e göre, bu babadır. Rus Matruşka bebekleri gibi, baba, çocuğu kapsayan anneyi kapsar. Bu bazen yeterli olmayabilir ve annenin tedaviye ihtiyacı olabilir.
Bunun başka bir konfigürasyonu da doğum sonrası psikozlardır. Bebeğin ölüm endişelerini ifade ettiği çığlıklar, annenin ruhsal aygıtını patlatır. Bütün bunları ölüm endişesinin kat ettiği yolları betimlemek için anlattım. Aynı zamanda ölüm endişesi yaratıcılığın ve icadın da kaynağıdır. Kısacası, ölüm endişesi düşünmenin kaynağıdır.
Annenin düşlemleme yeteneği kavramını tekrar ele alırsak bu birinci örnekte, yani bebeğin ağladığı, yemek verilince ağlamaktan vazgeçtiği örnekte, bu şema bebek ikinci defa ağladığında işe yaramıyor. Çok somut olarak, mesela onun altını değiştirirsek ağlamaktan vazgeçecek. Ama bebek üçüncü kere bağıracak. Yedireceğiz, değiştireceğiz yine de durmayacak. Dolayısıyla anne yeni bir şey icad etmek durumunda kalacak. Ya annenin böyle durumlara karşı bir el kitabı olacak (ama bu pek işe yaramaz), ya da bu endişeyi kendi içinde taşıyacak. Bebeğin ölüm endişesi kendi bebeklik endişesini tekrar uyandıracak, ve kendi düşünme, icat etme, üretme yeteneklerini uyaracak ve bebek sakinleşecek. Annenin ne yaptığını ben size söyleyemem, çok farklı şeyler olabilir. Onu pışpışlayabilir, onunla pencereye gidip dışarıya bakabilir, bir ninni söyleyebilir. Bir sürü şey yapabilir, fakat önemli olan onun yaptığı şey değildir. Öyle bir şeydir ki bu, bir radar gibi temas noktasını arar ve onu bulduğu zaman da ona konar. Çocuğun içe-atacağı şey budur.
Fakat bu şöyle bir sistem değildir: Ben bir makineye bir euro atıyorum ve oradan bir şey alıyorum. Bu bir sistem değildir. Ya da başka bir sistemdir. Mutsuzum, bir şey istiyorum, ama ne istediğimi bilmiyorum. Öteki, yani anne, benim bunu bilmediğimi kabul ediyor ve aynı zamanda kendisinin de bunu bilmemesini kabul ediyor ve bunun etrafında bir alan oluşuyor. Bu alanın içinde anne ve bebek olacaklar ve karşılıklı olarak bu talepleri ve taleplere karşılık olamayan cevapları evrimleştirecekler, değiştirecekler. Sonuçta çareyi kimin bulduğu önemli değildir. Çözüm nereden gelirse gelsin, her ikisi için de geçerli olacaktır.
Size bir şekilde analitik durumu da betimlemiş oldum. Analizdeki çift de aynı şekilde işler. Analiz ilişkisinde de bir kapsayanın oluşması vardır, hem analist hem de analizan için bu kapsayanın içe-atılması söz konusudur. Bu da Bion’u şöyle bir şey söylemeye yönlendirmiştir: Analitik tedavinin amacı, kapsama becerisinin artmasıdır. Bunu sadece analizan için değil, analist için de söylüyor. Bion şunun da altını çiziyor: Analist sadece kendi kapsama becerisini değil, kendi analiz geleneklerinin kapsayıcı yeteneklerini de bir sınava tabi tutmuş oluyor. Tabii ki bu durumda analistin kapsama yeteneğinin analizandan çok daha ileride olmasını bekleriz. Aksi halde, bir bebeğin başka bir bebeğe bakmaya çalıştığı bir durumla karşı karşıya kalırız. Bu ne yazık ki günümüz toplumunda çok sık karşılaştığımız bir şey: Birazcık büyümüş olan çocuk, kendisinden sonra gelen küçük çocuklarla ilgilenmeye başlıyor. Yani ebeveyn konumu gittikçe ortadan kalkıyor, bu da tehlikeli bir durum. Böyle kendi haline bırakılmış çocuklar, biliyoruz ki, çok güçlü bir topluluk zihniyeti geliştiriyorlar. Mesela sokak çocuklarında, çocuk çetelerinde böyle bir şey var ve korkunç acımasız bir süperegoya sahip oluyorlar. Melanie Klein düşüncesinden bakarsak ilk ayların o sadistik, acımasız ve katil süperegosu, tekrar ele alınıp değişime uğramamış oluyor, o haliyle kalıyor. Yani üzerinde çalışılmamış ve oidipus kompleksi ile ikincil sürece dönüşmemiş, ham haliyle kalmış oluyor.
Annenin düşlemleme yeteneğine tekrar dönecek olursak ki bu düşünme yeteneğinin bir prototipidir, anlamışsınızdır ki bu kavramların içeriği sadece bilişsel ve entelektüel değildir. Yani düşünme derken, duygulanımsalın karşıtı olan, entelektüel düşüncelerden söz etmiyoruz. İkisinin bir arada olduğu, ama farklı bir şeyden söz ediyoruz. Eğer Bion annenin düşlemleme yeteneğini hipotetik olarak ele aldıysa hayatın duygulanımsal, heyecansal durumunu en ön plana aldığı içindir. Bebekle anne arasındaki şemayı ele almıştır, çünkü anneyle çocuk arasındaki alan, heyecanların en maksimum durumda toplandığı alandır, daha sonra karşımıza çıkan durumların prototipidir.
Duyguların böyle doruk noktasında ve arkaik halleriyle varolduğu bir durum daha vardır ki, o da analitik tedavideki deneysel regresyondur. Deneysel diyorum, çünkü psikanalizin ne de olsa bir çerçevesi vardır. Annenin düşlemleme yeteneği kavramını Bion çok da masumane kullanmadı, ama gelişimsel psikoloji de yapmadı. Bir şeylerin başta nasıl olduğunu, sonra nasıl geliştiğini anlatan, çizgisel bir sistemden de söz etmedi. Son derece asimetrik bir durumu ele aldı. Bu daha önce de mesela René Spitz tarafından ele alınmıştı. Fakat daha çok durumun yoğunluğuyla ilgilendi. Heyecansal yoğunluktan söz eden biri, aynı zamanda da dürtüsel yoğunluktan söz eder; dolayısıyla psikanalizin tam ortasındayız. Bu durumda psikanalistin dalgalı bilincinin bir prototipini de oluşturmuş oldu. Annenin düşlemleme yeteneği üzerine söyleyeceklerim bu kadar.
Annenin düşlemleme yeteneği ile bilinçöncesi arasındaki ilişkiye dair soruya cevaben:
Biraz önce söylediğim gibi, anne radarıyla bir şeyler ararken, bebek de radarıyla arıyor ya da analist ve analizan da. Bir kitaptan reçete aramıyoruz. Tam da Freud’un bilinçöncesinin işleyişini anlatırken sözünü ettiği işleyişe sahip oluyoruz. Bilinçöncesinin birincil özelliği, beklemek ve henüz bilmemek becerisidir. Bu en sevimsiz şeydir, özellikle de entelektüeller için. Fransız bir yazar, Maurice Blanchot, şöyle yazmıştır: Yanıt, sorunun mutsuzluğudur. Özellikle de hemen cevap veriyorsak. Acil cevaplar bilinçöncesindeki boşlukları tıkamaya yarar, ancak onun kalınlığını yükseltmeye yaramazlar. Düşüncenin yaratıcılığının, bilinçöncesinin kumaşından yapıldığını düşünebiliriz. Bion’un şemasını tekrar ele alacak olursak annenin ya da analistin düşlemleme yeteneği, bilinçöncesindeki o bilinmeyen maddeyi kapsama yeteneklerini çoğaltır, işlemeye yarar. Bilinçöncesinin kumaşı, Bion’un “temas duvarı”yla aynıdır. Bu öyle bir temas duvarıdır ki, kendilikle kendilik arasında, kendilikle öteki arasında, bilinçdışıyla bilinç arasında, altbenlikle üstbenlik arasında yer alır. Bilinçöncesi patolojisi -ki bu hepimizde az çok mevcuttur ve psikanalizin deneysel regresyonunda tekrar canlanır- kendisini, kişinin içerisi ile dışarısı, kendisi ile öteki, kapsayan ile kapsanan, vb. arasında fark gözetmemesi biçiminde gösterir. Fakat bir psikanaliz yolculuğunu bu evrelerden geçmeden tamamlayamayız. Bu yalnız analizan için değil, iyi işleyen bir analizde analist için de geçerlidir. Bu kimliksel bir geliş gidiştir. Micherl de M’Uzan bundan bahseder.
Bilinçöncesi ile ego arasındaki ilişkiye dair soruya cevaben:
Birinci mekânsal düzenlemesinde Freud, bir bilinçli egodan, bir de bilinçdışı egodan söz eder, fakat bir dizi eğretileme kullanır. Bunları, aynı bütünlüğü değişik açılardan ele alan bakış açıları olarak görmeliyiz. Mesela bir yerde egonun her şeyden önce bedensel bir ego olduğunu söyler. Böyle söylendiği zaman, bu hem cinsel kimlik hem de psikosomatik kimlik boyutlarını içerir. Fakat aynı zamanda egoyla ilgili çok gizemli bir şey söyledi Freud: Egonun bir yüzey, ya da üzerine yansıtma yapılan bir yüzey olduğunu. Bu biraz bilmecemsi betimlemede, birinci mekansâl düzenlemede bilinçöncesinin bir sistem olarak mevcut olduğunu görebiliyoruz. Fakat yine orada, Bion’un kapsayanla ilgili düşüncesinin öncüllerini de görebiliyoruz.
Ölüm endişesinin yatıştırılmasına ilişkin soruya cevaben:
Ölüm endişesinin yatıştırılabilmesi için yaşam dürtüsüyle de birleşmesi gerekiyor. Anne dolayımıyla bu ölüm endişesi yaşam dürtüsüyle birleşmeseydi ölüm dürtüsü galip gelecekti. Zaten bunun için merisizmden, sürekli kusan ve tekrar içine alan bebekten söz ettim. Çünkü merisizimde bebek ölene kadar kendi kendine yeter. Dolayısıyla, her ne kadar şiddet içeriyorsa da yaşam dürtüsü gerekebilir. Çünkü mesela merisist bir bebek zorla da olsa beslenmelidir. Aynı sorunu aneroksiklerde de görürüz. Yaşam dürtüsü de çok şiddet içerebilir, ama ölüm dürtüsünden daha güçlü olmalıdır. Daha önce ben de kendi sokak lambamın altındaydım ve diğer karanlık noktaları görmüyordum. Depresif duruma yönelmek için, paranoid-şizoid savunmayı bir kenara bıraktım. Sizin sorunuz tam da burada yerine oturdu, çünkü önemli olan, amaç, depresif pozisyona tekrar kavuşmaktır, fakat bu depresyonun tam tersidir. Depresif pozisyonda ötekine dair duyulan bir kaygı, ötekinin arzularına yönelik bir saygı, ötekini kusurlarıyla da olsa sevme yeteneği ve kendi içinde aşk ve nefreti aynı anda barındırma yeteneği vardır.
Ergenlerle çalışmaya ilişkin soruya cevaben:
Bugün anlatmaya çalıştığım şey, düşlemleme yeteneğinin temeli. Fakat çocuk ya da ergenlerde uygulanabilecek bir teknikten söz etmedim. Eğer bunu soruyorsanız boşuna sormuyorsunuz, çünkü ergenlerde regresyon önemli sorunlar ortaya çıkarabiliyor. Bu regresyon da genellikle bizim muayenahanemizin dışında, bazen çok tehlikeli olabilecek yönde gerçekleşebiliyor, psikopatiden başlayıp, bağımlılıktan da geçerek, intihara kadar gidebiliyor. Ergenlerle çalışmak için önerdiğim yöntemi değiştirdim son zamanlarda. Talebe saygı göstermek diye bir söylem vardı ve bir ergen için çok fazla seans gerekmediği düşünülüyordu. Benim bu konudaki fikrim çok değişti. Şimdi ergenlerin çok yakından ve çok sık bir biçimde izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bion küstahlık üzerine bir makale yazdı. Onu okuma sabrınız varsa orada siz kendi ergenlerinize rastlayacaksınız. Biz Fransızcada ergenlere “koca surat” deriz, ama onlar küçücük bebeklerdir.
Düşlemleme yeteneği ile ortaklaşa üretim arasındaki ilişkiye dair soruya cevaben:
Bion şöyle derdi: Hasta, psikanalistin en iyi meslektaşıdır. Bu fikir, benim çok takdir ettiğim, Antonino Ferro adında, Umberto Eco’nun dilbilim çalışmalarından yola çıkan bir başka psikanalist tarafından da geliştirildi. Eco, bir metnin anlaşılmasında okuyucunun rolünden çok söz etti. “Hikâyenin içinde okuyucu” adlı bir metni vardır bu konuda. Analiz de ikili bir söylemdir. Analizan tarafından tekrar içe-atılan da bu diyaloglardır. Bu da her bir analizin biricikliğini vurgular.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder