Yanılsama
ve Din
Yavuz
Erten
Freud’un 1929’da yayınlanan
kısa makalesi “Bir Dini Deneyim”deki tarzı ve ifadelerinin tonu, onun yakın
çevresindekilerle konuşurken veya mektuplaşırken konu din ise takındığı tutumun
izlerini barındırır: Alaycı, nüktedan ve biraz da yukarıdan bakan. Ancak öte
yandan Kovel’in (1990) işaret ettiği gibi Freud kendine özgü bir spritüel
yönelime sahiptir; bazı batıl inanışları vardır ve de insani varoluşu “ruh”sal
dinamiklere öncelik vererek anlamaya çalışır. Bu özelliklerin sonucunda bir
gözünün dinin işgal ettiği sahada olmasından daha doğal bir şey olamaz. Zaten
dini çevrelerin de bir gözü onun üzerindedir. Bu bazen yakınlık kurmaya çalışan
samimi bir çaba, bazen ise nefretli saldırılar halindedir.
Freud “Bir Dini Deneyim”de (1929) Amerikalı
bir doktorun kendisine yazdığı mektuptan bahseder. Amerikalı doktor yakın
zamanlarda atlattığı bir inanç krizini anlatmaktadır. Bir gün hastanede teşrih
masasına götürülen yaşlı çıplak bir kadın cesedi görür. Kadının yüzündeki
ifadenin çok tatlı olduğunu fark eder. Bu kadına bir yakınlık duyar. Birazdan
parçalara ayrılacak kadına bir daha baktığında kötü hisseder ve kendi kendine
şöyle der: “Tanrı yok: Eğer gerçekten Tanrı olsaydı bu sevgili yaşlı kadının
teşrih odasına girmesine asla izin vermezdi.” Kendi Hıristiyan inancından
şüpheye düşen doktor çok sarsılır. Kiliseye gitmeyi keser. Ancak sonraki
günlerden birinde bu konu hakkında düşünürken duyduğu Tanrının sesi onun tekrar
imana dönmesine yardımcı olur. Tanrı ona konuşmuş ve o da Tanrı’nın
söylediklerinin kesinlikle doğru olduğuna ikna olmuştur. Mektubunda bu deneyimi
anlatan Amerikalı doktor dünyaca ünlü ve tanrıtanımazlığı malum olan yaşlı
meslektaşını dine davet etmektedir. Freud okuyucuya bu doktora nasıl bir yanıt
verdiği anlatır. Onun adına sevindiğini söylemiştir. Tanrı bugüne kadar hiç
lütfedip kendisine konuşmamıştır. Eğer Tanrı acele etmezse, Freud korkar ki
yolun sonuna gelindiği zaman, dinsiz bir Yahudi olarak kalmasının kabahati
kendisinin olmayacaktır.
Freud
daha sonra bu Amerikalı doktorun dini deneyim olarak yaşadığı şeyin
psikanalitik çözümlemesine girişir. Tatlı yüzlü çıplak yaşlı kadına karşı
hissettikleri tabii ki doktorun annesine duyduğu duygularını içermektedir.
Annesine çıplak bedeniyle uzandığı yerde bunu yapan veya yapılmasına vesile
olan Tanrı imgesi ise babaya karşı duyulanları kapsar. O noktadan itibaren
babaya karşı çıkar ve isyan eder. Elinden gelse anneyi bu zalim babanın elinden
kurtaracaktır. Ancak doktorun yaşadıkları sonunda, binlerce yıldır Oidipus karmaşasının
çözümünde yaşananlara dönüşecektir. Oğul Tanrı Baba’nın gücüne teslim olacak ve
boyun eğecektir.
Yanılsamanın Geleceği
Sigmund
Freud 1927’de “Bir Yanılsamanın Geleceği” adlı eserinde din olgusunu
psikanalitik bir bakışla ele alır. Ona göre dinin temelinde insanoğlunun
tarihsel anlamda çocukluk dönemlerinin takınaklı nevrotik ögeleri
bulunmaktadır. Tekrarlamalı pratiklere dayalı ayinlerin bir tür zorlantılı
davranışlar olduğunu düşünür. Dini inanışların temelinde insanoğlunun kabul
etmekte zorlandığı gerçekler vardır. İnsanoğlu sınırlı olmayı, ölümlü olmayı,
acizliği kabul edememektedir ve çocuğun korkularına karşı babasını tümgüçlü
görme arzusunda olduğu gibi, kendisine her şeye gücü yeten ilahlar ve tanrılar
yaratmaktadır. Ancak ne gariptir ki aynı ailede olduğu gibi, çocuğu tehlikelere
karşı koruyacak bu tümgüçlü ebeveyn yeri geldiğinde (çocuk yasak şeylere
meylettiğinde) korkulacak bir varlık haline de dönüşecektir. Tanrıların
gazabından korkmanın temelinde ebeveynle ilgili bu çelişik duyguların payı
vardır.
Freud’a
göre, ruhsallık dinle ilişkisini bir tür “yanılsama” (illüzyon) olgusu
aracılığıyla kurar. Yanılsama halüsinasyon değildir. Bu hali ile hakikata
toptan aykırı değildir. Yanılsama ile hakikata bir takım eklemeler veya
çıkarmalar yapılır. Bu işlemler algıda ve düşüncede arzu edilen şeyler
doğrultusunda bir değişikliğe yol açarlar. Yanılsamayla doyurulan şey
arzudur. Bu bağlamda Tanrı insanları yaratmamıştır. Bu arzuyu doyurmak için
insanlar Tanrıyı yaratmışlardır. Dinde kuvvetli bir unsur olarak var olan grup
dinamikleri de bu yanılsamaları kolaylaştırır, cesaretlendirir ve
destekler.
Freud
insanoğlunun bu yanılsamalardan kurtularak olgunlaşmasının umudunu bilimin
gelişmesinde ve gelişen bilimsel bakışın insanoğlunun varoluşuyla ilişkisini
(ölümlülüğünü, sınırlılığını, tabiat karşısındaki acizliğini) düzenlemesinde
görür. Şiddetle savunduğu bilimin de bir “yanılsama” tarafı olduğu iddialarına
karşı çıkar: “Hayır bilimimiz değil fakat bilimin bize veremeyeceği bir şeyi
başka bir yerde bulacağımızı varsaymamız bir yanılsamadır” (s.56) der.
Rahip Psikanalist - Oskar Pfister
Freud
metin boyunca hayali bir kişiyle tartışır. Metnin içerdiği bu diyalog Freud’un
anlatmak istediklerini ortaya koyabilmesi için Sokratik bir zemin hazırlar. Freud
“Bir Yanılsamanın Geleceği”ni yazdığı yıllarda bir İsviçreli Protestan rahiple
oldukça yakın dosttur. Adı Oskar Pfister olan bu rahibin Freud’la dini
konularda tartıştığı ve fikir alışverişinde bulunduğu bilinir. Pfister yıllar
içinde Zürih Enstitüsü’ne bağlı bir psikanalist olur. Aslında dostlukları Freud
ölünceye kadar da sürmüştür. Freud’un “Bir Yanılsamanın Geleceği”ndeki hayali
kişiliğin aslında Pfister olduğu düşünülür (Quinodoz, 2005). Freud’un dini
deneyimleri incelerken öne çıkardığı “okyanussal duygu” (oceanic feeling)
kavramını ilk ortaya atan da Pfister’dir.
Pfister
“Bir Yanılsamanın Geleceği” yayınlandıktan sonra sert bir eleştiri yazar ve
Freud’un din ile imanı birbirine karıştırdığını söyler. Bu sertlik ve diğer
anlaşmazlıklar Freud ve Pfister’in arasını bozmaz. Freud Pfister’in iyi
niyetliliğini ve samimiyetini sevmektedir. Böyle aykırı dünya görüşlerinde olan
insanların, Freud’un yakın çevresindekileri şaşırtarak bir arkadaşlığı
sürdürüyor olmasından mutlu görünmektedir. Adeta bu durumu o da ilginç bulmakta
ve etrafındakileri şaşırtmaktan da zevk almaktadır. Pfister’a sıkça takılır.
Ona yazdığı mektuplara “Tanrının Adamı” diye hitap ederek başlar. “Bu kadar çok
dini bütün adam ortalarda dolaşırken, psikanalizi keşfetmek böylesine iflah olmaz
bir ateiste nasip oldu” der (Jones, 1961; Roazen, 1992). Freud Pfister’a
yazdığı bir mektupta, “Bir Yanılsamanın Geleceği” ve “Lay Analiz Sorunu”
(Doktorlar Dışındaki Psikanalistler Tarafından Yapılan Analiz - The Question of
Lay Analysis) adlı çalışmaları arasındaki gizli bağlantıyı görüp görmediğini
sorar ve ona bir taş atar. Ona göre, psikanalizi, “Bir Yanılsamanın
Geleceği”nde din adamlarından, “Lay Analiz Sorunu”nda ise doktorlardan
korumaktadır. Freud psikanaliz mesleğini ne doktor ne de papaz olmayan “laik
ruh sağaltıcıları”na teslim etmek istemektedir.
“Bir
Yanılsamanın Geleceği” Roman Katolik Kilisesini çok kızdırmış ve Kilisenin
“Freudianizm”i aile için Bolşeviklik kadar tehlikeli ve zararlı olarak
değerlendirmesine yol açmıştır. Sonraki yıllarda yapılan bazı uygulamalar bu
olumsuzluğun artmasına sebep olmuştur. Örneğin, Meksika’daki Cuernavaca
manastırında yapılmasına izin verilen bir psikanalitik grup terapisi
denemesinin ardından manastırda yaşayan din adamlarının büyük çoğunluğunun evlenmeye
karar vermesiyle manastır kapatılmıştır. Papa VI. Paul bu denemeyi açıkça
suçlamıştır (Quinodoz, 2005).
Freud
yaşamı boyunca kendini sosyal kimlik olarak “Yahudi” şeklinde tanımlasa da dini
cephede hep ateist olmuştur. Onun bu duruşu onu izleyen psikanalistler
arasında, psikanalitik bilginin ve formasyonun doğal sonucu gibi görülmüştür.
Freud sempatik bulsa da, Pfister’in Zürih’teki psikanaliz enstitüsünde her
zaman olumlu karşılandığını söyleyemeyiz. Dini inançların bir psikanalistte
devam ediyor olması çoğunlukla kişinin bilinçdışı çatışmalarının yeterince
analiz edilmemiş olması olarak değerlendirilmiştir. Örneğin ünlü Fransız
analist Françoise Dolto’nun dini görüşlerini açıklamaktan çekinmemiş olması
eleştirilere yol açmış ve bireysel analizindeki eksik kalan şeylerle bağlantılı
görülmüştür (Quinodoz, 2005). Ne gariptir ki, Oskar Pfister’in ölene kadar
büyük bir bağlılıkla sürdürdüğü psikanalistliği kilisenin gözünde onu şüpheli
birisi konumuna sokmuş ve baskılara uğramasına sebep olmuştu.
Pfister
yaşamı boyunca iyi bir psikanalizin sağlayacağı şeylerin en önemlisi olarak
imanın kuvvetlenmesini görmüştü. Ona göre psikanalizden geçerek çatışmaları
çözümlenen bir kişi daha huzurlu bir şekilde kendini imana teslim edebilirdi.
Bu anlamda o, psikanalistlerin dinle, din adamlarının psikanalizle
ilişkilerinde yaşadığı rahatsızlığı yaşamıyor; ikisinin gayet güzel bir arada
yer alabileceklerini iddia ediyordu (Jones, 1961).
Din, Nevroz ve Yanılsama
Freud
bilimsel yaşamı boyunca, nöroloji ağırlıklı bir bakış açısının başını çektiği
yoğun pozitivist “bilimsel” bir yaklaşımla, Greko-Romen felsefe okullarının
etkisindeki yorumsamacı (hermeneutic) bir “ilmi” yaklaşım arasında gidip
gelmiş; zaman zaman kararsızlığa düşmüş ve çelişkiler yaşamıştır (Ellenberger, 1970;
Kovel, 1990). Sonuçta ulaştığı nokta bugünkü psikanalitik anlayışın üstüne
oturduğu yapıdır. Bu yapı çoğunlukla bu “ilmi” ve “bilimsel” yaklaşımları bir
arada tutma becerisini gösterir. Ancak ara sıra tüm bilimsel disiplinlerin
karşılaşmak zorunda oldukları şekilde, Freud’un hayatı boyunca yaşadığı
krizlere benzer zorluklar tekrar ortaya çıkar ve teğeller atmaya başlar; daha
önce başarılmış bu koalisyon dağılma tehlikesi geçirir. Örneğin, son yıllarda
psikanalistler arasında ortaya çıkan nöro-psikanalitik arayışların yarattığı
fikri ayrılıklar ve huzursuzluk bu tür durumlara bir örnektir.
Freud
uzun bir süreç boyunca üç önemli eserde din konusunu incelemiştir. Önce “Totem
ve Tabu”da (1912-1913) konuyu tarihsel ve antropolojik bir kurgu ile ele
aldığını görürüz. Bunu, “Bir Yanılsamanın Geleceği”ndeki (1927) dinin aslında
bir tür nevroz olduğu çözümlemesi izler. En son eserlerinden olan “Musa ve
Tektanrıcılık”ta (1939) önceki analizleri birleştirir ve üç Tektanrıcı Orta
Doğu dinini bu bakış açısıyla irdeler [1].
Marksist
bir psikanalist olan Joel Kovel (1990) Freud’un aslında spiritüel bir yanı
olduğunu, bazı batıl inançlara da sahip olduğunu söyler. Ona göre Freud’un
spiritüelliği Tanrıyı değil, insanı merkeze almaktadır. Kovel, Freud’un
İngilizce çevirisinde, orijinal kullanımda var olan “ruh / ruhsal” gibi
kelimelerin kaybolduğunu ileri sürer. Onların yerine “ego” (benlik) ve “self”
(kendilik) gelmiştir [2]. Kovel’e göre Freud psikanalistleri her
zaman ruh’un sağaltıcıları olarak görmüştür. Ancak bu ruh sağaltıcıları dinsel
özelliğe sahip değildirler. Kovel’e göre, dinsel özelliğe sahip olmamaları, bu
tür bir sağaltım geleneğinin inançlar ve değerler sistemini içermediğini
göstermez. Psikanalizde humanistik bir etik, estetik, değerler sistemi ve
tanımlanmış bir “şartların üstüne çıkma” hedefi (yüceltme- sublimation)
mevcuttur. Kovel’e (2000) göre, geleneksel dini yapıların insanın ruhsal
evrimleşmesine engel olduğunu düşünen Freud, aynen Marks, Nietsche, Kafka ve
Heidegger gibi “tinsellik sorununu din dışı bir çerçevede geliştirme hedefini”
güder.
Ellenberger
(1970) “Bir Yanılsamanın Geleceği”ni Freud’un en pozitivist makalelerinden biri
olarak görür. Makalede din iki özellikle sınırlandırılmış durumdadır: İnsanın
farkına varmaya başladığı sınırlılıkları ve zayıflıklarına karşı sığındığı bir
yanılsama ve çocuksu şımarılma beklentilerini karşılayan müjde. Oysa aynı
Freud, yazdığı eserlerin en derin ve zenginlerinden biri olan “Musa ve
Tektanrıcılık”ta insani varoluş açısından çok daha girift ve çok yönlü bir din
olgusunu öne çıkarmıştır. Özellikle Musa’nın görünür ve çok sayıda olan
Tanrıların yerine görünmez ve tek bir Tanrıyı koyma girişiminin müritlerinin
yaşamlarında yol açtığı kayıp ve bu kayıbın onlara simgesel düzene geçme
yolunda nasıl büyük bir katkı sağladığı, makalenin, dinin karmaşık işlevselliği
açısından ayrıcalıklı yanıdır. Yahudi dininin oluşum sürecinin öyküsü bu
kadarla da kalmamış, Freud’un büyük tartışmalara sebep olan iddiasının ışığında
başka bir kayıp ve ikame olgusu da gündeme gelmiştir. Freud’a göre, yine bir
Yahudi peygamber olan İsa’nın çarmıha gerilmesi, bir tekrar sahnesidir.
Öldürülen peygamber sahnesi daha önce olmuş olanın tekrar edilmesidir. Freud’a
göre Musa müritlerinin “altın buzağı” yapıp tapınmaya başlamaları şeklinde
ortaya çıkan isyanda öldürülmüştür. Bu sahne Freud tarafından “Totem ve
Tabu”daki kurgulanmış tarihsel ve antropolojik öykü ile ele alınır. Totem ve
Tabu’da Freud insanlığın erken çağlarında kabile halinde topluluklardaki güçlü
ve kıskanç “kökensel baba”nın (primordial father) kabilenin diğer erkek
üyelerini baskı altında tuttuğunu, kadınların ve kaynakların bölüşümünü tek
başına kontrol ettiğini öne sürmüştü. Sonunda ayaklanan genç erkekler bu babayı
öldürürler ve yerler. Artık başlarına buyrukturlar; istediklerini yaparlar.
Ancak belli bir süre sonra bu özgürlük sorunlara, çatışmalara sebep olmaya
başlar. Aralarındaki rekabet şiddetli bir hal alır. Kabile içindeki aynı
kadınlara duyulan arzu erkekleri birbirine düşürür. Sonunda öldürüp yedikleri
kökensel babayı temsil eden bir totem yaratırlar. Totem babayı temsil eden bir
hayvandır. Onun etini yemek yasaktır. Ancak senede bir gün yapılan av şöleni ve
devamındaki ziyafette o hayvan avlanabilir ve yenebilir. Bu şekilde temel
cinayet bir ayin şeklinde canlandırılmış olur. Ayrıca genç erkekler kökensel
babanın geride bıraktığı boşluğu, simgesel düzeyde düzeni devam ettirecek
yasalarla doldururlar. Ensest yasağı bunlardan biridir. Freud “Totem ve
Tabu”daki bu çıkarım ile “Musa ve Tektanrıcılık”ta Musevilik ve Hıristiyanlığın
dinamiklerini açıklamaya girişir. Hıristiyanlığın dini seremonilerinde “İsa’nın
kanı…İsa’nın eti…” diyerek andığı, Freud’a göre bu katledilip yenilen kökensel
babaya göndermedir. İsa’nın katli ve onun bir temsili olduğu önceki cinayet
yani Musa’nın katli, dünya üzerindeki insani varoluşun dinler vasıtasıyla
simgesel düzene geçişini canlandıran yoğunlaştırılmış (condensed) sahnelerdir.
Hegelci
bir bakışla söylersek, maddeden tine yapılan uzun yolculuğun bir noktasında,
kaybedilenler, görünür tanrılar, somut ve nesne halinde putlar, tapınılacak
resimler, her şeyi belirleyen ve her yeri dolduran kökensel babalardır. Ancak
bunlar kaybedildiği zaman soyutun, öznelin, öznenin, ruh’un alanı ortaya
çıkmaya ve genişlemeye başlar. Psikanalitik bir bakış açısıyla ifade etmek
istersek, bu cinayetlerin arkasından insanlığın ruhsallığının geçirdiği dönüşüm
, paranoid-şizoid bir konumdan depresif konuma geçmektir. İkincisinin ilkinin
aksine, olgun ve imkânlı bir ruhsallık imkanı sağladığı malumdur. Depresif
konumla birlikte tarihsel ve zamansal algılar da değişir. “Öncesi ve sonrası”
perspektifi doğar. Gelenek, kültür ve simgesel düzen ortaya çıkar.
Toplumların
kültürel, sanatsal, düşünsel, örgütsel ve eğitimsel ürünleri ve üretilenlerin
yapılarına yakından bakıldığı zaman dini oluşumların tüm bu oluşumların
temelinde ne kadar etkili olduğunu görürüz. Bugünün laik unsurları çoğu zaman
içlerinde dini tabakaları barındırırlar. Louvre müzesinde dini resimlerin
olduğu galerilerde gezerken veya Batı’daki bir katedralin fresklerine bakarken,
Batı’daki bugünün en modern ve hatta post-modern görsel sanatların temel
oranlarını ve köken belirleyicilerini görmek mümkündür.
Yanılsamadan Geçiş
Alanına
Carveth
(1998) Freud’un “yanılsama” makalesini basite indirgeyici bulur. Marks’ın “din
toplumların afyonudur” deyip kestirip atmasında olduğu gibi bu makalede
Freud’un dini tek bir boyut üzerinden incelediğini iddia eder. Ayrıca ebeveyn
odaklı bu açıklama şekline, Budizm gibi Tanrısı olmayan dinleri örnek
göstererek itiraz eder.
Palmer
(1997) Freud’un “Bir Yanılsamanın Geleceği”ndeki “yanılsama” tanımına ve onun
Freud tarafından metin içindeki kullanış şekline itiraz eder. “Yanılsama”nın
neden sadece olumsuz bir vurguyla ele alındığını sorar. İtirazını, Winnicott’da
yanılsama olgusunun çocuğun gelişimi açısından nasıl bir anlama sahip olduğunu
hatırlatarak temellendirir. Bebek yaşamın başlangıcındaki tümgüçlü varoluşunun
tahtından inmeye başladıkça eksilen yerleri annenin onun varlığının dışarıdaki
tamamlayıcısı olduğu şeklindeki bir illüzyonla doldurmaya çalışır.
“Ne
var ki bu ayrılık ve güçten düşüşü kabul etmek o kadar da kolay değildir. Çocuk
halüsinasyonu kaybetmiş olsa da onun yerine koyacağı gönüllü yanılgılar,
oyunlar ve hayal etmeler vardır. Çocuk halüsinasyondan “illüzyon”a geçer. Artık
annenin kendi kolu bacağı gibi bir uzantısı olmadığını bilse de (sezse de?)
annenin empatik bir gayretle onun yapmak istediklerini, aklından geçenleri ve
eğilimlerini anlayıp ona yardım etmesini, anne ile bütünlük içinde olma umudu
ve illüzyonu olarak korur. Örneğin anne onun bakışlarından, çıkardığı seslerden
ve hareketlerinden hangi nesneyi istediğini anlayıp ona o nesneyi uzattığı
zaman böyle bir illüzyon sahnesi ortaya çıkar. Bu illüzyon der ki: “Annen ile
tümgüçlü bir birlik hala sürüyor.” Çocuk buna inanmaya; bu şekilde kendini
kandırmaya çok heveslidir. Bebek önce çocuklaştıkça; çocuk da yetişkinliğe adım
attıkça hayal ve gerçeklik arasındaki bu dansta değişik oluşumlar ortaya çıkar.
Büyüme ile gerçekliğin payı artar; ancak hayal hiçbir zaman ortadan kalkmaz ve
illüzyon varlığını sürdürür. İllüzyonun bütünü ile ortadan kalktığı bir dünyada
aşk, ideallere yönelik coşku, estetiğin yarattığı esriklik ve nice diğerleri
var olamazlardı. Sevgili ile bir bütün olmaya başladığımızı; liderin her şeyi
bildiğini ve tüm problemleri çözeceğini ve evde beslediğimiz hayvanla sözel
olmayan bir dille her şeyi konuştuğumuzu düşünürüz, hayal ederiz ve inanmak
isteriz. İllüzyonun alanı içsel gerçeklik ve dışsal gerçekliğin yani bir başka
deyişle gerçeklik ve hayalin arasındaki alandır. Winnicott bu alana “geçiş
alanı” (transitional space) adını vermişti. Bu alan çocuğun oyun oynamayı
öğrendikçe daha zengin bir şekilde kullanmaya başladığı bir ruhsallığı
barındırır. Oyun bir tarafı gerçeklik, diğer tarafı hayal olan bir olgudur.”
(Erten, 2010, s.49).
Maddeden
tine, nesnelden öznele, somuttan soyuta giden uzun evrimleşmede illüzyonun
(yanılsamanın) imkân sağladığı geçiş alanı bu uzun yolculuğun miladı, ya da çok
belirleyici olan bir değişimin kavşağıdır. Dinlerin oluşumundan sorumlu olduğu
veya oluşumlarını borçlu oldukları bu yanılsama ve bağlantılı olarak geçiş
alanı psikanalizin olmazsa olmaz olgusu olan aktarımda (transference) tekrar
tekrar karşımıza çıkar. O alanın (aktarım alanı) nelere imkân sağladığını,
özellikle biz analistler ve terapistler, her gün görürüz ve deneyimleriz.
Bir
itiraz olarak şöyle bir şey söylenebilir: “Psikanaliz, dokusu yanılsama olan
aktarımı çözer ve bitirir.” Gerçekten öyle midir? Aktarım ve içindeki
yanılsamalar bütünü ile biter mi? Yoksa bir terapi ve analiz sürecinde olan şey
sadece bu geçiş alanındaki aktarımsal ve yanılsamalı oyunun zenginleşmesi ve
derinleşmesi midir?
İnsanlar
dinlerinin ve/veya değişik inanışlarının aracılık ettiği çeşitli aktarımlar
yaşarlar. Bu aktarımların belirleyiciliğinde, yaşamlarıyla, dünyayla,
ölümlülükleriyle ilişki kurarlar. Kiminin aktarım nesnesi Tanrısıdır; kiminin
kaderidir; kiminin ölümsüz lideridir; kiminin ise bilinçdışıdır (ve tabii ki
bilinçdışının konuşmasına nesnelik etmiş olan terapisti veya analistidir).
Yaşamın her zamanında ve her yerinde aktarım, yanılsama ve geçiş alanı vardır.
Galiba
belirleyici olan bu aktarımın varlığı veya ortadan kaldırılmış olması değil,
var olan aktarımın ruhsal olarak ne kadar kapsandığı, ne kadar içgörüsel
çalışıldığı, belli bir derinlik ve genişlik hâkimiyeti ile ele alınıp
alınmadığıdır.
İnançların
sağladığı geçiş alanını bir köprü olarak düşünürsek, bazı ruhsallıkların
köprünün bir ayağına yapışmış kaldıkları ve köprünün amacını anlamadıklarını
söyleyebiliriz. Bu tür ruhsallıkların inançları simgeseli kavrayamazlar. Somut
ve şekilsel olanda takılı kalırlar. Dogmatiklik ve yobazlık bu somuta takılı kalmalardan
türer. Metaforik değere sahip söylemler somut işlem düzeyinde algılanır. Din
savaşları, ideolojik linçler, “katli vaciptir” fetvaları, inançların baskı
araçlarına dönüşmesi bu takılmaların sonucunda ortaya çıkar. Amaç üzüm yemek
değil bağcıyı dövmektir.
Yakın
zamanlarda bir gazetede yayınlanan bir haber bu tür bir takılmanın çarpıcı bir
örneğini sunuyordu. Gazeteye göre bazı bilim adamları Hazreti Musa’nın
Kızıldeniz’i nasıl böldüğünü anlamışlardı ve yakında bilimsel olarak
ispatlayacaklardı…
Kaynaklar:
Carveth,
D.L. (1998). Freud's Flawed Philosophy of Religion. Canadian Journal of
Psychoanaysis, 6:141-147.
Ellenberger,
H.F. (1970). The Discovery of the Unconscious.. The History and Evolution of
Dynamic Psychiatry. Allen Lane The Penguin Pres.
Erten,
Y. (2010). Karanlık Odadaki Suretler. Aşk, Kurgu ve Oyun Üzerine Yazılar. Goa
Yayınevi.
Freud,
S. (1912-1913). Totem and Taboo: Some Points of AgreementBetween the Mental
Lives Savages and Neurotics, SE 13: 1-161.
Freud,
S. (1927). The Future of an Illusion, SE 21: 1-56.
Freud,
S. (1929). A Religious Experience, International Journal of Psychoanalysis, 10:
1-4.
Freud,
S. (1939). Moses and Monotheism, SE 23: 3-140.
Jones,
E. (1961). The Life and the Work of Sigmund Freud, Penguin.
Kovel,
J. (1990). Beyond The future of an Illusion: Further Reflections on Freud and
Religion. Psychoanaytic Review, 77:69-87.
Kovel,
J. (2000). Tarih ve Tin. Özgürleşme Felsefesi Üzerine Bir İnceleme. Ayrıntı
Yayınları.
Palmer,
M. (1997). Freud and Jung on Religion. London: Routledge.
Roazen,
P. (1992). Freud and His Followers. Da Capo Pres.
Quinodoz,
J.M. (2005). Reading Freud. A Chronological Exploration of Freud’s Writings.
Routledge.
[1] Freud’un “Musa ve
Tektanrıcılıkta İslam ile ilgili söyledikleri, Musevilik ve Hıristiyanlığa göre
çok kısıtlıdır ancak belirleyicidir. İslam’a kısa değinmesinde onu Musevilikle
aynı hatta görür. Hıristiyanlık ise Museviliğin ve İslam’ın temelde
amaçladıklarından sapmış ve bir sürü çoktanrılı öğeyle bezenmiştir.
[2] Son yıllarda Freud’un
İngilizce ve Fransızcada tekrar çevrilmesi çalışmaları sırasında bu tartışma
alevlenmiştir. Örneğin Fransızca yeni çeviride “l’ame” (ruh) kelimesi ilk
çeviriye göre daha fazla yer bulmaktadır. Bu durumu psikanalizin spritüel bir
vurguya bürünmesi gibi değerlendirip karşı çıkanlar olmaktadır.
------------------------------
Yanılsama ve Din [1]
Yavuz
Erten
Freud’un 1929’da yayınlanan
kısa makalesi “Bir Dini Deneyim”deki tarzı ve ifadelerinin tonu, onun yakın
çevresindekilerle konuşurken veya mektuplaşırken konu din ise takındığı tutumun
izlerini barındırır: Alaycı, nüktedan ve biraz da yukarıdan bakan. Ancak öte
yandan Kovel’in (1990) işaret ettiği gibi Freud kendine özgü bir spritüel yönelime
sahiptir; bazı batıl inanışları vardır ve de insani varoluşu “ruh”sal
dinamiklere öncelik vererek anlamaya çalışır. Bu özelliklerin sonucunda bir
gözünün dinin işgal ettiği sahada olmasından daha doğal bir şey olamaz. Zaten
dini çevrelerin de bir gözü onun üzerindedir. Bu bazen yakınlık kurmaya çalışan
samimi bir çaba, bazen ise nefretli saldırılar halindedir.
Freud “Bir Dini Deneyim”de (1929)
Amerikalı bir doktorun kendisine yazdığı mektuptan bahseder. Amerikalı doktor
yakın zamanlarda atlattığı bir inanç krizini anlatmaktadır. Bir gün hastanede
teşrih masasına götürülen yaşlı çıplak bir kadın cesedi görür. Kadının
yüzündeki ifadenin çok tatlı olduğunu fark eder. Bu kadına bir yakınlık duyar.
Birazdan parçalara ayrılacak kadına bir daha baktığında kötü hisseder ve kendi
kendine şöyle der: “Tanrı yok: Eğer gerçekten Tanrı olsaydı bu sevgili yaşlı
kadının teşrih odasına girmesine asla izin vermezdi.” Kendi Hıristiyan
inancından şüpheye düşen doktor çok sarsılır. Kiliseye gitmeyi keser. Ancak
sonraki günlerden birinde bu konu hakkında düşünürken duyduğu Tanrının sesi
onun tekrar imana dönmesine yardımcı olur. Tanrı ona konuşmuş ve o da Tanrı’nın
söylediklerinin kesinlikle doğru olduğuna ikna olmuştur. Mektubunda bu deneyimi
anlatan Amerikalı doktor dünyaca ünlü ve tanrıtanımazlığı malum olan yaşlı
meslektaşını dine davet etmektedir. Freud okuyucuya bu doktora nasıl bir yanıt
verdiği anlatır. Onun adına sevindiğini söylemiştir. Tanrı bugüne kadar hiç
lütfedip kendisine konuşmamıştır. Eğer Tanrı acele etmezse, Freud korkar ki
yolun sonuna gelindiği zaman, dinsiz bir Yahudi olarak kalmasının kabahati
kendisinin olmayacaktır.
Freud daha sonra bu Amerikalı
doktorun dini deneyim olarak yaşadığı şeyin psikanalitik çözümlemesine girişir.
Tatlı yüzlü çıplak yaşlı kadına karşı hissettikleri tabii ki doktorun annesine
duyduğu duygularını içermektedir. Annesine çıplak bedeniyle uzandığı yerde bunu
yapan veya yapılmasına vesile olan Tanrı imgesi ise babaya karşı duyulanları
kapsar. O noktadan itibaren babaya karşı çıkar ve isyan eder. Elinden gelse
anneyi bu zalim babanın elinden kurtaracaktır. Ancak doktorun yaşadıkları sonunda,
binlerce yıldır Oidipus karmaşasının çözümünde yaşananlara dönüşecektir. Oğul
Tanrı Baba’nın gücüne teslim olacak ve boyun eğecektir.
Yanılsamanın Geleceği
Sigmund Freud 1927’de “Bir
Yanılsamanın Geleceği” adlı eserinde din olgusunu psikanalitik bir bakışla ele
alır. Ona göre dinin temelinde insanoğlunun tarihsel anlamda çocukluk
dönemlerinin takınaklı nevrotik ögeleri bulunmaktadır. Tekrarlamalı pratiklere
dayalı ayinlerin bir tür zorlantılı davranışlar olduğunu düşünür. Dini
inanışların temelinde insanoğlunun kabul etmekte zorlandığı gerçekler vardır.
İnsanoğlu sınırlı olmayı, ölümlü olmayı, acizliği kabul edememektedir ve
çocuğun korkularına karşı babasını tümgüçlü görme arzusunda olduğu gibi,
kendisine her şeye gücü yeten ilahlar ve tanrılar yaratmaktadır. Ancak ne gariptir
ki aynı ailede olduğu gibi, çocuğu tehlikelere karşı koruyacak bu tümgüçlü
ebeveyn yeri geldiğinde (çocuk yasak şeylere meylettiğinde) korkulacak bir
varlık haline de dönüşecektir. Tanrıların gazabından korkmanın temelinde
ebeveynle ilgili bu çelişik duyguların payı vardır.
Freud’a göre, ruhsallık dinle
ilişkisini bir tür “yanılsama” (illüzyon) olgusu aracılığıyla kurar. Yanılsama
halüsinasyon değildir. Bu hali ile hakikata toptan aykırı değildir. Yanılsama
ile hakikata bir takım eklemeler veya çıkarmalar yapılır. Bu işlemler algıda ve
düşüncede arzu edilen şeyler doğrultusunda bir değişikliğe yol açarlar. Yanılsamayla doyurulan şey arzudur. Bu
bağlamda Tanrı insanları yaratmamıştır. Bu arzuyu doyurmak için insanlar
Tanrıyı yaratmışlardır. Dinde kuvvetli bir unsur olarak var olan grup
dinamikleri de bu yanılsamaları kolaylaştırır, cesaretlendirir ve
destekler.
Freud insanoğlunun bu
yanılsamalardan kurtularak olgunlaşmasının umudunu bilimin gelişmesinde ve gelişen
bilimsel bakışın insanoğlunun varoluşuyla ilişkisini (ölümlülüğünü,
sınırlılığını, tabiat karşısındaki acizliğini) düzenlemesinde görür. Şiddetle
savunduğu bilimin de bir “yanılsama” tarafı olduğu iddialarına karşı çıkar: “Hayır bilimimiz değil fakat bilimin bize
veremeyeceği bir şeyi başka bir yerde bulacağımızı varsaymamız bir yanılsamadır”
(s.56) der.
Rahip Psikanalist - Oskar Pfister
Freud metin boyunca hayali
bir kişiyle tartışır. Metnin içerdiği bu diyalog Freud’un anlatmak
istediklerini ortaya koyabilmesi için Sokratik bir zemin hazırlar. Freud “Bir
Yanılsamanın Geleceği”ni yazdığı yıllarda bir İsviçreli Protestan rahiple
oldukça yakın dosttur. Adı Oskar Pfister olan bu rahibin Freud’la dini
konularda tartıştığı ve fikir alışverişinde bulunduğu bilinir. Pfister yıllar
içinde Zürih Enstitüsü’ne bağlı bir psikanalist olur. Aslında dostlukları Freud
ölünceye kadar da sürmüştür. Freud’un “Bir Yanılsamanın Geleceği”ndeki hayali
kişiliğin aslında Pfister olduğu düşünülür (Quinodoz, 2005). Freud’un dini
deneyimleri incelerken öne çıkardığı “okyanussal duygu” (oceanic feeling)
kavramını ilk ortaya atan da Pfister’dir.
Pfister “Bir Yanılsamanın
Geleceği” yayınlandıktan sonra sert bir eleştiri yazar ve Freud’un din ile
imanı birbirine karıştırdığını söyler. Bu sertlik ve diğer anlaşmazlıklar Freud
ve Pfister’in arasını bozmaz. Freud Pfister’in iyi niyetliliğini ve
samimiyetini sevmektedir. Böyle aykırı dünya görüşlerinde olan insanların,
Freud’un yakın çevresindekileri şaşırtarak bir arkadaşlığı sürdürüyor
olmasından mutlu görünmektedir. Adeta bu durumu o da ilginç bulmakta ve
etrafındakileri şaşırtmaktan da zevk almaktadır. Pfister’a sıkça takılır. Ona
yazdığı mektuplara “Tanrının Adamı” diye hitap ederek başlar. “Bu kadar çok
dini bütün adam ortalarda dolaşırken, psikanalizi keşfetmek böylesine iflah
olmaz bir ateiste nasip oldu” der (Jones, 1961; Roazen, 1992). Freud Pfister’a
yazdığı bir mektupta, “Bir Yanılsamanın Geleceği” ve “Lay Analiz Sorunu” (Doktorlar
Dışındaki Psikanalistler Tarafından Yapılan Analiz - The Question of Lay
Analysis) adlı çalışmaları arasındaki gizli bağlantıyı görüp görmediğini sorar
ve ona bir taş atar. Ona göre, psikanalizi, “Bir Yanılsamanın Geleceği”nde din
adamlarından, “Lay Analiz Sorunu”nda ise doktorlardan korumaktadır. Freud psikanaliz
mesleğini ne doktor ne de papaz olmayan “laik ruh sağaltıcıları”na teslim etmek
istemektedir.
“Bir Yanılsamanın Geleceği”
Roman Katolik Kilisesini çok kızdırmış ve Kilisenin “Freudianizm”i aile için
Bolşeviklik kadar tehlikeli ve zararlı olarak değerlendirmesine yol açmıştır. Sonraki
yıllarda yapılan bazı uygulamalar bu olumsuzluğun artmasına sebep olmuştur.
Örneğin, Meksika’daki Cuernavaca manastırında yapılmasına izin verilen bir
psikanalitik grup terapisi denemesinin ardından manastırda yaşayan din
adamlarının büyük çoğunluğunun evlenmeye karar vermesiyle manastır kapatılmıştır.
Papa VI. Paul bu denemeyi açıkça suçlamıştır (Quinodoz, 2005).
Freud yaşamı boyunca kendini
sosyal kimlik olarak “Yahudi” şeklinde tanımlasa da dini cephede hep ateist
olmuştur. Onun bu duruşu onu izleyen psikanalistler arasında, psikanalitik
bilginin ve formasyonun doğal sonucu gibi görülmüştür. Freud sempatik bulsa da,
Pfister’in Zürih’teki psikanaliz enstitüsünde her zaman olumlu karşılandığını
söyleyemeyiz. Dini inançların bir psikanalistte devam ediyor olması çoğunlukla
kişinin bilinçdışı çatışmalarının yeterince analiz edilmemiş olması olarak
değerlendirilmiştir. Örneğin ünlü Fransız analist Françoise Dolto’nun dini
görüşlerini açıklamaktan çekinmemiş olması eleştirilere yol açmış ve bireysel
analizindeki eksik kalan şeylerle bağlantılı görülmüştür (Quinodoz, 2005). Ne
gariptir ki, Oskar Pfister’in ölene kadar büyük bir bağlılıkla sürdürdüğü
psikanalistliği kilisenin gözünde onu şüpheli birisi konumuna sokmuş ve
baskılara uğramasına sebep olmuştu.
Pfister yaşamı boyunca iyi
bir psikanalizin sağlayacağı şeylerin en önemlisi olarak imanın kuvvetlenmesini
görmüştü. Ona göre psikanalizden geçerek çatışmaları çözümlenen bir kişi daha
huzurlu bir şekilde kendini imana teslim edebilirdi. Bu anlamda o, psikanalistlerin
dinle, din adamlarının psikanalizle ilişkilerinde yaşadığı rahatsızlığı
yaşamıyor; ikisinin gayet güzel bir arada yer alabileceklerini iddia ediyordu (Jones,
1961).
Din, Nevroz ve Yanılsama
Freud bilimsel yaşamı
boyunca, nöroloji ağırlıklı bir bakış açısının başını çektiği yoğun pozitivist
“bilimsel” bir yaklaşımla, Greko-Romen felsefe okullarının etkisindeki
yorumsamacı (hermeneutic) bir “ilmi” yaklaşım arasında gidip gelmiş; zaman
zaman kararsızlığa düşmüş ve çelişkiler yaşamıştır (Ellenberger, 1970; Kovel,
1990). Sonuçta ulaştığı nokta bugünkü psikanalitik anlayışın üstüne oturduğu
yapıdır. Bu yapı çoğunlukla bu “ilmi” ve “bilimsel” yaklaşımları bir arada
tutma becerisini gösterir. Ancak ara sıra tüm bilimsel disiplinlerin
karşılaşmak zorunda oldukları şekilde, Freud’un hayatı boyunca yaşadığı
krizlere benzer zorluklar tekrar ortaya çıkar ve teğeller atmaya başlar; daha
önce başarılmış bu koalisyon dağılma tehlikesi geçirir. Örneğin, son yıllarda
psikanalistler arasında ortaya çıkan nöro-psikanalitik arayışların yarattığı
fikri ayrılıklar ve huzursuzluk bu tür durumlara bir örnektir.
Freud uzun bir süreç boyunca
üç önemli eserde din konusunu incelemiştir. Önce “Totem ve Tabu”da (1912-1913)
konuyu tarihsel ve antropolojik bir kurgu ile ele aldığını görürüz. Bunu, “Bir
Yanılsamanın Geleceği”ndeki (1927) dinin aslında bir tür nevroz olduğu
çözümlemesi izler. En son eserlerinden olan “Musa ve Tektanrıcılık”ta (1939) önceki
analizleri birleştirir ve üç Tektanrıcı Orta Doğu dinini bu bakış açısıyla
irdeler [2].
Marksist bir psikanalist olan
Joel Kovel (1990) Freud’un aslında spiritüel bir yanı olduğunu, bazı batıl
inançlara da sahip olduğunu söyler. Ona göre Freud’un spiritüelliği Tanrıyı
değil, insanı merkeze almaktadır. Kovel, Freud’un İngilizce çevirisinde,
orijinal kullanımda var olan “ruh / ruhsal” gibi kelimelerin kaybolduğunu ileri
sürer. Onların yerine “ego” (benlik) ve “self” (kendilik) gelmiştir [3]. Kovel’e
göre Freud psikanalistleri her zaman ruh’un sağaltıcıları olarak görmüştür.
Ancak bu ruh sağaltıcıları dinsel özelliğe sahip değildirler. Kovel’e göre,
dinsel özelliğe sahip olmamaları, bu tür bir sağaltım geleneğinin inançlar ve
değerler sistemini içermediğini göstermez. Psikanalizde humanistik bir etik,
estetik, değerler sistemi ve tanımlanmış bir “şartların üstüne çıkma” hedefi
(yüceltme- sublimation) mevcuttur.
Kovel’e (2000) göre, geleneksel dini yapıların insanın ruhsal evrimleşmesine
engel olduğunu düşünen Freud, aynen Marks, Nietsche, Kafka ve Heidegger gibi
“tinsellik sorununu din dışı bir çerçevede geliştirme hedefini” güder.
Ellenberger (1970) “Bir
Yanılsamanın Geleceği”ni Freud’un en pozitivist makalelerinden biri olarak
görür. Makalede din iki özellikle sınırlandırılmış durumdadır: İnsanın farkına
varmaya başladığı sınırlılıkları ve zayıflıklarına karşı sığındığı bir
yanılsama ve çocuksu şımarılma beklentilerini karşılayan müjde. Oysa aynı Freud,
yazdığı eserlerin en derin ve zenginlerinden biri olan “Musa ve
Tektanrıcılık”ta insani varoluş açısından çok daha girift ve çok yönlü bir din
olgusunu öne çıkarmıştır. Özellikle Musa’nın görünür ve çok sayıda olan
Tanrıların yerine görünmez ve tek bir Tanrıyı koyma girişiminin müritlerinin
yaşamlarında yol açtığı kayıp ve bu kayıbın onlara simgesel düzene geçme
yolunda nasıl büyük bir katkı sağladığı, makalenin, dinin karmaşık işlevselliği
açısından ayrıcalıklı yanıdır. Yahudi dininin oluşum sürecinin öyküsü bu
kadarla da kalmamış, Freud’un büyük tartışmalara sebep olan iddiasının ışığında
başka bir kayıp ve ikame olgusu da gündeme gelmiştir. Freud’a göre, yine bir
Yahudi peygamber olan İsa’nın çarmıha gerilmesi, bir tekrar sahnesidir.
Öldürülen peygamber sahnesi daha önce olmuş olanın tekrar edilmesidir. Freud’a
göre Musa müritlerinin “altın buzağı” yapıp tapınmaya başlamaları şeklinde
ortaya çıkan isyanda öldürülmüştür. Bu sahne Freud tarafından “Totem ve
Tabu”daki kurgulanmış tarihsel ve antropolojik öykü ile ele alınır. Totem ve
Tabu’da Freud insanlığın erken çağlarında kabile halinde topluluklardaki güçlü
ve kıskanç “kökensel baba”nın (primordial father) kabilenin diğer erkek
üyelerini baskı altında tuttuğunu, kadınların ve kaynakların bölüşümünü tek
başına kontrol ettiğini öne sürmüştü. Sonunda ayaklanan genç erkekler bu babayı
öldürürler ve yerler. Artık başlarına buyrukturlar; istediklerini yaparlar.
Ancak belli bir süre sonra bu özgürlük sorunlara, çatışmalara sebep olmaya
başlar. Aralarındaki rekabet şiddetli bir hal alır. Kabile içindeki aynı
kadınlara duyulan arzu erkekleri birbirine düşürür. Sonunda öldürüp yedikleri kökensel
babayı temsil eden bir totem yaratırlar. Totem babayı temsil eden bir
hayvandır. Onun etini yemek yasaktır. Ancak senede bir gün yapılan av şöleni ve
devamındaki ziyafette o hayvan avlanabilir ve yenebilir. Bu şekilde temel
cinayet bir ayin şeklinde canlandırılmış olur. Ayrıca genç erkekler kökensel babanın
geride bıraktığı boşluğu, simgesel düzeyde düzeni devam ettirecek yasalarla
doldururlar. Ensest yasağı bunlardan biridir. Freud “Totem ve Tabu”daki bu
çıkarım ile “Musa ve Tektanrıcılık”ta Musevilik ve Hıristiyanlığın
dinamiklerini açıklamaya girişir. Hıristiyanlığın dini seremonilerinde “İsa’nın
kanı…İsa’nın eti…” diyerek andığı, Freud’a göre bu katledilip yenilen kökensel
babaya göndermedir. İsa’nın katli ve onun bir temsili olduğu önceki cinayet
yani Musa’nın katli, dünya üzerindeki insani varoluşun dinler vasıtasıyla
simgesel düzene geçişini canlandıran yoğunlaştırılmış (condensed) sahnelerdir.
Hegelci bir bakışla
söylersek, maddeden tine yapılan uzun yolculuğun bir noktasında, kaybedilenler,
görünür tanrılar, somut ve nesne halinde putlar, tapınılacak resimler, her şeyi
belirleyen ve her yeri dolduran kökensel babalardır. Ancak bunlar kaybedildiği
zaman soyutun, öznelin, öznenin, ruh’un alanı ortaya çıkmaya ve genişlemeye
başlar. Psikanalitik bir bakış açısıyla ifade etmek istersek, bu cinayetlerin
arkasından insanlığın ruhsallığının geçirdiği dönüşüm , paranoid-şizoid bir
konumdan depressif konuma geçmektir. İkincisinin ilkinin aksine, olgun ve
imkânlı bir ruhsallık imkanı sağladığı malumdur. Depressif konumla birlikte
tarihsel ve zamansal algılar da değişir. “Öncesi ve sonrası” perspektifi doğar.
Gelenek, kültür ve simgesel düzen ortaya çıkar.
Toplumların kültürel,
sanatsal, düşünsel, örgütsel ve eğitimsel ürünleri ve üretilenlerin yapılarına
yakından bakıldığı zaman dini oluşumların tüm bu oluşumların temelinde ne kadar
etkili olduğunu görürüz. Bugünün laik unsurları çoğu zaman içlerinde dini
tabakaları barındırırlar. Louvre müzesinde dini resimlerin olduğu galerilerde
gezerken veya Batı’daki bir katedralin fresklerine bakarken, Batı’daki bugünün
en modern ve hatta post-modern görsel sanatların temel oranlarını ve köken
belirleyicilerini görmek mümkündür.
Yanılsamadan Geçiş Alanına
Carveth (1998) Freud’un “yanılsama”
makalesini basite indirgemeci bulur. Marks’ın “din toplumların afyonudur” deyip
kestirip atmasında olduğu gibi bu makalede Freud’un dini tek bir boyut
üzerinden incelediğini iddia eder. Ayrıca ebeveyn odaklı bu açıklama şekline,
Budizm gibi Tanrısı olmayan dinleri örnek göstererek itiraz eder.
Palmer (1997) Freud’un “Bir
Yanılsamanın Geleceği”ndeki “yanılsama” tanımına ve onun Freud tarafından metin
içindeki kullanış şekline itiraz eder. “Yanılsama”nın neden sadece olumsuz bir
vurguyla ele alındığını sorar. İtirazını, Winnicott’da yanılsama olgusunun
çocuğun gelişimi açısından nasıl bir anlama sahip olduğunu hatırlatarak
temellendirir. Bebek yaşamın başlangıcındaki tümgüçlü varoluşunun tahtından
inmeye başladıkça eksilen yerleri annenin onun varlığının dışarıdaki
tamamlayıcısı olduğu şeklindeki bir illüzyonla doldurmaya çalışır.
“Ne var ki bu ayrılık ve güçten düşüşü
kabul etmek o kadar da kolay değildir. Çocuk halüsinasyonu kaybetmiş olsa da
onun yerine koyacağı gönüllü yanılgılar, oyunlar ve hayal etmeler vardır. Çocuk
halüsinasyondan “illüzyon”a geçer. Artık annenin kendi kolu bacağı gibi bir
uzantısı olmadığını bilse de (sezse de?) annenin empatik bir gayretle onun
yapmak istediklerini, aklından geçenleri ve eğilimlerini anlayıp ona yardım etmesini,
anne ile bütünlük içinde olma umudu ve illüzyonu olarak korur. Örneğin anne
onun bakışlarından, çıkardığı seslerden ve hareketlerinden hangi nesneyi
istediğini anlayıp ona o nesneyi uzattığı zaman böyle bir illüzyon sahnesi
ortaya çıkar. Bu illüzyon der ki: “Annen ile tümgüçlü bir birlik hala sürüyor.”
Çocuk buna inanmaya; bu şekilde kendini kandırmaya çok heveslidir. Bebek önce
çocuklaştıkça; çocuk da yetişkinliğe adım attıkça hayal ve gerçeklik arasındaki
bu dansta değişik oluşumlar ortaya çıkar. Büyüme ile gerçekliğin payı artar;
ancak hayal hiçbir zaman ortadan kalkmaz ve illüzyon varlığını sürdürür.
İllüzyonun bütünü ile ortadan kalktığı bir dünyada aşk, ideallere yönelik
coşku, estetiğin yarattığı esriklik ve nice diğerleri var olamazlardı. Sevgili
ile bir bütün olmaya başladığımızı; liderin her şeyi bildiğini ve tüm
problemleri çözeceğini ve evde beslediğimiz hayvanla sözel olmayan bir dille
her şeyi konuştuğumuzu düşünürüz, hayal ederiz ve inanmak isteriz. İllüzyonun
alanı içsel gerçeklik ve dışsal gerçekliğin yani bir başka deyişle gerçeklik ve
hayalin arasındaki alandır. Winnicott bu alana “geçiş alanı” (transitional
space) adını vermişti. Bu alan çocuğun oyun oynamayı öğrendikçe daha zengin bir
şekilde kullanmaya başladığı bir ruhsallığı barındırır. Oyun bir tarafı
gerçeklik, diğer tarafı hayal olan bir olgudur.” (Erten, 2010, s.49).
Maddeden
tine, nesnelden öznele, somuttan soyuta giden uzun evrimleşmede illüzyonun
(yanılsamanın) imkân sağladığı geçiş alanı bu uzun yolculuğun miladı, ya da çok
belirleyici olan bir değişimin kavşağıdır. Dinlerin oluşumundan sorumlu olduğu
veya oluşumlarını borçlu oldukları bu yanılsama ve bağlantılı olarak geçiş
alanı psikanalizin olmazsa olmaz olgusu olan aktarımda (transference) tekrar
tekrar karşımıza çıkar. O alanın (aktarım alanı) nelere imkân sağladığını,
özellikle biz analistler ve terapistler, her gün görürüz ve deneyimleriz.
Bir
itiraz olarak şöyle bir şey söylenebilir: “Psikanaliz, dokusu yanılsama olan
aktarımı çözer ve bitirir.” Gerçekten öyle midir? Aktarım ve içindeki
yanılsamalar bütünü ile biter mi? Yoksa bir terapi ve analiz sürecinde olan şey
sadece bu geçiş alanındaki aktarımsal ve yanılsamalı oyunun zenginleşmesi ve
derinleşmesi midir?
İnsanlar
dinlerinin ve/veya değişik inanışlarının aracılık ettiği çeşitli aktarımlar
yaşarlar. Bu aktarımların belirleyiciliğinde, yaşamlarıyla, dünyayla, ölümlülükleriyle
ilişki kurarlar. Kiminin aktarım nesnesi Tanrısıdır; kiminin kaderidir; kiminin
ölümsüz lideridir; kiminin ise bilinçdışıdır (ve tabii ki bilinçdışının
konuşmasına nesnelik etmiş olan terapisti veya analistidir). Yaşamın her
zamanında ve her yerinde aktarım, yanılsama ve geçiş alanı vardır.
Galiba
belirleyici olan bu aktarımın varlığı veya ortadan kaldırılmış olması değil,
var olan aktarımın ruhsal olarak ne kadar kapsandığı, ne kadar içgörüsel
çalışıldığı, belli bir derinlik ve genişlik hâkimiyeti ile ele alınıp
alınmadığıdır.
İnançların
sağladığı geçiş alanını bir köprü olarak düşünürsek, bazı ruhsallıkların
köprünün bir ayağına yapışmış kaldıkları ve köprünün amacını anlamadıklarını
söyleyebiliriz. Bu tür ruhsallıkların inançları simgeseli kavrayamazlar. Somut
ve şekilsel olanda takılı kalırlar. Dogmatiklik ve yobazlık bu somuta takılı
kalmalardan türer. Metaforik değere sahip söylemler somut işlem düzeyinde
algılanır. Din savaşları, ideolojik linçler, “katli vaciptir” fetvaları,
inançların baskı araçlarına dönüşmesi bu takılmaların sonucunda ortaya çıkar.
Amaç üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir.
Yakın
zamanlarda bir gazetede yayınlanan bir haber bu tür bir takılmanın çarpıcı bir
örneğini sunuyordu. Gazeteye göre bazı bilim adamları Hazreti Musa’nın
Kızıldeniz’i nasıl böldüğünü anlamışlardı ve yakında bilimsel olarak
ispatlayacaklardı…
Kaynaklar:
Carveth,
D.L. (1998). Freud's Flawed Philosophy of
Religion. Canadian Journal of Psychoanaysis, 6:141-147.
Ellenberger,
H.F. (1970). The Discovery of the
Unconscious.. The History and Evolution of Dynamic Psychiatry. Allen Lane
The Penguin Pres.
Erten, Y.
(2010). Karanlık Odadaki Suretler. Aşk,
Kurgu ve Oyun Üzerine Yazılar. Goa Yayınevi.
Freud, S.
(1912-1913). Totem and Taboo: Some Points of AgreementBetween the Mental Lives
Savages and Neurotics, SE 13: 1-161.
Freud, S.
(1927). The Future of an Illusion, SE
21: 1-56.
Freud, S. (1929).
A Religious Experience, International
Journal of Psychoanalysis, 10: 1-4.
Freud, S.
(1939). Moses and Monotheism, SE 23:
3-140.
Jones, E.
(1961). The Life and the Work of Sigmund
Freud, Penguin.
Kovel,
J. (1990). Beyond The future of an Illusion:
Further Reflections on Freud and Religion. Psychoanaytic Review,
77:69-87.
Kovel, J. (2000). Tarih ve Tin. Özgürleşme Felsefesi Üzerine
Bir İnceleme. Ayrıntı Yayınları.
Palmer, M. (1997). Freud and Jung on Religion. London:
Routledge.
Roazen, P. (1992). Freud and His Followers. Da Capo Pres.
Quinodoz, J.M. (2005). Reading Freud. A Chronological Exploration
of Freud’s Writings. Routledge.
[1] Psikeart dergisinin 12.
Sayısında, Kasım-Aralık 2010’da (s. 48-55) yayınlanmıştır.
[2] Freud’un “Musa ve Tektanrıcılıkta
İslam ile ilgili söyledikleri, Musevilik ve Hıristiyanlığa göre çok kısıtlıdır
ancak belirleyicidir. İslam’a kısa değinmesinde onu Musevilikle aynı hatta
görür. Hıristiyanlık ise Museviliğin ve İslam’ın temelde amaçladıklarından
sapmış ve bir sürü çoktanrılı öğeyle bezenmiştir.
[3] Son yıllarda Freud’un
İngilizce ve Fransızcada tekrar çevrilmesi çalışmaları sırasında bu tartışma
alevlenmiştir. Örneğin Fransızca yeni çeviride “l’ame” (ruh) kelimesi ilk
çeviriye göre daha fazla yer bulmaktadır. Bu durumu psikanalizin spritüel bir
vurguya bürünmesi gibi değerlendirip karşı çıkanlar olmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder