Psikanalitik Tedavide Yeni Yollar (1)
(Freud, 1918)
Bildiğiniz gibi biz hiçbir zaman tamamlanmış, eksiksiz birtakım
bilgilere ve yeterliğe sahip olduğumuzu iddia ederek bununla övünmedik;
geçmişte olduğu gibi bugün de görüşlerimizin eksik noktalarını kabul etmeye,
yeni kavramları dahil etmeye ve daha mükemmele ulaşmak için tekniğimizi
değiştirmeye her zaman hazırız.
Çok uzun ve acı ayrılık yıllarından sonra nihayet
toplanabildiğimize göre (2), tedaviye değin bilgilerimizi yeniden gözden
geçirmek istiyorum. Konumumuzu bu bilgilere borçluyuz. Diğer bir dileğim de,
bilimimizin hangi yeni yönlerde gelişim gösterdiğini değerlendirmektir.
Tedavi açısından bize düşen görevin, nevrozlu kişinin kendisinde
var olan bastırılmış ve bilinçdışı duygularla tanışmasını sağlamak ve bu amacı
izlerken kendisini tanımasına karşı çıkan dirençleri keşfetmek olduğunu daha
önce söylemiştik. Ancak bu dirençleri gün ışığına çıkarmak, onları yenmek için
yeterli midir? Şüphesiz ki her zaman değil, ancak biz analizanın analistin
kişiliğine yaptığı aktarımdan yararlanarak bu amaca ulaşmayı umarız; aynı
zamanda hastaya çocuklukta kök salan bastırmanın gereksizliğini ve haz ilkesini
izleyerek hayatı sürdürmenin imkansızlığını göstermeye çalışarak, onun bizimle
aynı kanıyı paylaşmasını ümit ederiz. Hastayı maruz bıraktığımız ve eski
patolojik çatışmanın yerini alan bu yeni çatışmanın dinamik koşullarını başka
bir yerde açıklamıştım. Bu açıklamamda bugün için hiçbir değişiklik yapmıyorum.
Psikanaliz, bastırılmış ruhsal öğeleri hastanın bilincine
çıkarma uğraşına verdiğimiz addır. Ayrıştırma, parçalama anlamına gelen bu
analiz sözcüğünü kullanmamızın nedeni nedir? Bu sözcük kimyacının doğada
bulduğu ve labaratuara getirdiği maddeler üzerindeki çalışmasını düşündürmüyor
mu? Kuşkusuz ki belli bir görüş açısından hareketle, bu benzetme doğrudur. Tüm
ruhsal faaliyetleri gibi, hastanın belirtileri, patolojik göstergeleri de
oldukça karmaşık bir nitelik taşır; yine de bu bileşimleri oluşturan öğeler
dürtüsel heyecanlardır. Ancak hasta bu temel etkenlerin tamamını veya tamamına
yakınını bilmez ve böylesine karmaşık olan bu ruhsal oluşumların bileşimini
hastaya kavratmak bize düşer. Biz belirtileri, onları tetikleyen dürtüsel
heyecanlara taşırız; tıpkı bir kimyacının başka maddelerle bileşimi dolayısıyla
tanınmaz hale gelmiş bir kimyasal maddeyi tuzun içinde ortaya çıkarması gibi,
hastanın sergilediği belirtilerde rol oynayan ve onun şimdiye dek haberdar
olmadığı dürtüsel etkenlerin su yüzüne çıkmasını sağlarız. Aynı zamanda ona,
şimdiye kadar patolojik olarak nitelendirilmeyen bazı ruhsal durumlarının ve
bilmediği başka dürtüsel etkenlerin de bilinçten uzak bir biçimde bu
belirtilerde rol oynadığını gösteririz.
İnsanda var olan cinsel istekleri, bu istekleri bileşimlerine
indirgeyerek açıklamıştık. Bir düşü yorumlarken de, onu çağrışımlara
dayandırmak yolunda ilerlerken düşün bütününü ihmal etmekteyiz.
Demek ki psikanalistin tıbbi faaliyetini kimyacının uğraşı ile
karşılaştırmak için haklı nedenler mevcuttur ve bu benzetme bizi yeni tedavi
yollarına doğru teşvik etmektedir. Diyelim ki hastayı analiz ettik, yani ruhsal
faaliyetini onu oluşturan kısımlara ayrıştırdık, daha sonra da dürtüsel
öğelerin her birini tek başına ele aldık; peki bu aşamadan sonra yeni ve daha
iyi bir bileşimin yollarını aramamak mümkün müdür? Bizden bu sentezin ısrarla
istendiğini siz de biliyorsunuz. Bize, patalojik bir ruhsal dünyanın analizini
bu ruhsallığın sentezi izlemelidir dendi! Ve yavaş yavaş bununla ilgili bir
endişe gün ışığına çıktı: çok analiz ancak az sentez yaptığımız ile ilgili bir
kaygı; böylece tüm tedavi senteze indirgenmekte, sentez de yapılan açılım
sonrası harap olmuş bir şeyin yeniden oluşturulması gibi düşünülmekteydi.
Ben her şeye rağmen, bu ruhsal sentezin içinde yeni bir etkinlik
alanı bulunabileceğini zannetmiyorum. Samimi ve kaba olmayı göze alabilseydim,
bunun anlamsız bir cümle olduğunu söylerdim. Şu durumda ise, bunun bir
paralelliğin gerekçesiz bir uzatmasından veya bir adlandırmanın haksız
sömürüsünden ibaret olduğunu söylemekle yetiniyorum. Adlandırma benzer şeyler
arasında bir ayrım yapmak için yapıştırılan bir etiketten ibaret olup, bir
program, bir içerik tasviri veya bir tanım değildir. Ayrıca iki nesne arasında
bir paralellik kurulduğunda, bunlar ancak tek bir nokta açısından
karşılaştırılabilir, oysa başka noktalar açısından tamamen birbirlerinden
farklıdırlar. Ruhsallık o kadar eşi benzeri olmayan ve özel bir şeydir ki, tek
başına hiçbir karşılaştırma onun niteliğini yansıtamaz. Psikanalistin uğraşı
kuşkusuz bir kimyasal analizle çeşitli benzerlikler sergileyebilir ancak bunun
yanı sıra cerrahi müdahalelerle, ortopedik ameliyatlarla veya pedagogun rolüyle
de benzerlik gösterir. Kimyasal analizle karşılaştırma yapmak bir sınırlılık
sergiler zira ruhsal alanda isteklerle uğraşırız, bu istekler ise zorlantılı
(compulsif) bir çekimle birleşmeye ve kaynaşmaya eğilim gösterirler. Bir
belirtiyi ayrıştırmayı, bir dürtüsel heyecanı bağlı olduğu çağrışımdan açığa
çıkarmayı başardığımızda, bu yalıtılmış bir şekilde kalmayıp hemen yeni bir
bileşimin içine girer. (3)
Bunun tam tersi de olur! Nevrozlu kişi bize dirençlerle
parçalanmış, çatlamış bir ruhsallık getirir; olgunun analizi esnasında
dirençleri ortadan kaldırdığımızda, bu ruhsallığın düzenlendiğini ve “benlik”
olarak adlandırdığımız büyük birliğin, şimdiye kadar ondan kopuk ve dışarıda
bırakılmış tüm dürtüsel heyecanları bünyesine aldığını görürüz. İşte ruhsal
sentez böylesine kendiliğinden, bizim müdahalemize gerek kalmadan ve kaçınılmaz
olarak gerçekleşir; belirtileri öğelerinden ayrıştırarak, dirençleri kaldırarak
bu sentezin oluşması için gerekli olan koşulları yaratmış oluruz. Hastanın
ruhsallığının parçalara ayrıldığını ve hastanın daha sonra acı içinde herhangi
bir şekilde yeniden oluşturulmayı beklediğini düşünmek yanlıştır.
Dolayısıyla bizim tedavimiz başka bir yönde gelişecektir,
özellikle Ferenczi’nin işaret ettiği yönde: psikanalistin “etkinliğine” doğru.
Bu etkinliğin ne olduğunu hızlı bir şekilde gözden geçirelim.
Biz tedavimizin iki amacı olduğunu söylüyoruz: bastırılmış olanı bilince
çıkarmak ve dirençleri keşfetmek. Bunlara ulaşmak için kuşkusuz ki birçok
etkinlik sergilemeliyiz. Ancak hastaya dirençlerini işaret ettiğimizde,
onlardan kurtulma sorumluluğunu da ona bırakmak doğru bir yol mudur? Sadece aktarımın
itme gücüyle yetinmeyip hastaya yardıma koşamaz mıyız? Ona başka türlü yardım
etmek daha doğal değil midir, örneğin çatışmanın ortadan kalkmasını sağlayacak
en uygun ruhsal durumun içine onu yerleştirerek ona yardım etmek daha doğru
olmaz mı? Hastanın gerçekleri ve hareketleri birbiri ile iç içe geçmiş birçok
dışsal koşul ile bağlantılıdır. Bu bağlantıyı daha elverişli hale getirmekte
nasıl tereddüt edebiliriz? Kendi adıma ben, böyle bir etkinlikte bulunurken
analistin doğru ve eksiksiz hareket ettiğini düşünmekteyim.
Gördüğünüz gibi, burada tekniğin yeni bir alanı bize
açılmaktadır. Bunu incelemek çok çaba gerektirecek ve kesin kurallar oluşturma
lüzumu doğacaktır. Gelişme yolunda olan bu yeni tekniği bugün size
açıklamayacağım, sadece bu alanı belirleyecek temel bir ilkeyi size anlatmakla
yetineceğim. Bu ilke şudur: psikanalitik tedavi, olabildiği ölçüde, bir
engellenme (frustration),bir perhiz durumu içinde gerçekleştirilmelidir.
Bu kuralı benimsetme imkanlarını derinlemesine tartışma işini
daha sonraya erteleyelim. Perhizden söz ederken, analizanı bütün doyumlardan
mahrum bırakmaktan - ki hiç kuşkusuz bu zaten imkansız olurdu- bahsetmiyoruz.
Bu sözcüğü, ona kabaca atfedilen anlamında da kullanmıyoruz ve hastaya her
türde cinsel ilişkiyi yasaklama niyetinde de değiliz; burada söz konusu edilen
perhiz durumu, hastalığın ve iyileşmenin daha çok dinamiği ile ilgili olan
başka bir durumdur.
Öznenin hastalığına bir engellenmenin neden olduğunu ve hastanın
belirtilerinin ikame (substitutive) bir doyum işlevi gördüğünü sanırım
hatırlarsınız. Tedavi sırasında, hastanın patolojik durumunun iyileşmenin
gidişatını yavaşlattığını ve onu iyileşmeye doğru kamçılayan dürtüsel gücü
azalttığını fark edebilirsiniz. Oysa bu dürtüsel güç bizim için vazgeçilmezdir
ve bunun azalması izlediğimiz amaca ulaşmamızı tehlikeye düşürür. O zaman hangi
kaçınılmaz sonuca varmaktayız? Ne kadar zalim görünürse görünsün demek ki bu
durumda, hastanın acıları erken ve keskin bir şekilde dinmemelidir.
Belirtilerin yok edildiği ve değerden düştüğü bir durumda acıyı, acı veren
başka bir engellenme biçiminde, yeniden yaratmak zorundayız; bunu yapamadığımız
takdirde sadece zayıf ve geçici bir iyiye gitme riski doğar.
Bana göre tehlike iki taraflıdır. Bir taraftan, patolojik durumu
analiz tarafından sarsılmış hasta, daha büyük bir istekle, kendisine belirtiler
yerine acı verici olmayan yeni ikame doyumlar yaratmaya yönelir. Bu yatırımı
yapabilmek ve ikame doyumlara yönelten çeşitli etkinlikleri –hazlar, ilgiler,
alışkanlıklar- gerçekleştirmek için de, kısmen serbest kalmış olan libido’nun
yüksek devingenliğini (mobilité) kullanır. Böylece, tedavide gerekli olan
enerjinin kaybına neden olan yeni oyalanmalar bulur durur ve bir süre sonra
bunları gizli tutar. Tüm bu dolambaçları keşfetmek ve ne kadar masum
görünürlerse görünsünler bu oyalanmaları hastanın bırakmasını sağlamak
analistin görevidir. Yarı yarıya iyileşmiş olan hasta bazen de daha tehlikeli
bir yola girişir, örneğin geçici, hafif ilişkilere yönelen bir adam örneğinde
olduğu gibi. Bu arada hatırlatalım ki, mutsuz evlilikler ve fiziksel
rahatsızlıklar nevrozların en yaygın sonuçlarındandır; bunlar çok özel bir
biçimde suçluluk duygusunu tatmin ederler. Nevrotiklerin hastalıklarına bu
denli inatla tutunmalarının nedeni budur. Mantıksız bir evlilik yaparak kendi
kendilerini cezalandırır, uzun süren organik bir hastalığı kaderin bir cezası
olarak görür ve sonra da sıklıkla nevrozlarından vazgeçerler.
Böyle bir durumda, analistin görevi bu vakitsiz edinilmiş ve yer
dolduran doyumlara hararetle karşı çıkmaktır. Ancak ihmal edilmemesi gereken ve
analizin dürtüsel gücünü tehlikeye düşürecek ikinci tehlikeye karşı gerekli
önlemleri almak analist için daha kolay olacaktır. Hastanın her şeyden önce
ikame bir doyum aradığı yer tedavinin tam içinde, analistin kişiliğine yapılan
aktarımda gerçekleşir ve analizan kendisine zorunlu kılınan vazgeçmeyi bile bu
yolla gidermeye eğilim gösterebilir. Şüphesiz ki bu durumda, olguya ve hastanın
kişiliğine göre iyi bir uzlaşma sağlamak önemlidir ancak abartıya da kaçmamak
gerekir. Hastasına –belki de çok fazla iyi yüreklilikle- bir insanın diğerinden
bekleyebileceği her şeyi veren analist, aslında psikanalitik yönelimli olmayan
klinik çalışmalarımızda yaptığımız ve suçluluk duyduğumuz benzer bir yanlışı
gerçekleştirmektedir. Bu klinik çalışmalarda hastaya kendisini iyi hissetsin ve
varoluşun zorluklarına karşı bir barınak bulabilsin diye yaşamı olabildiğince
yumuşak göstermeye eğilim gösteririz. Aslında bu kurumlardaki hekimler bunu
yaparken, hastayı yaşam karşısında güçlendirme ve onu gerçek görevlerini yerine
getirme konusunda daha becerikli kılma fırsatını kaçırmış olurlar. Analizde tüm
bu şımartma durumlarından kaçınmak gerekir. Hasta, hekimle olan ilişkilerinde
yeterli derecede gerçekleşmemiş arzu barındırmalıdır. En fazla istediği ve
analisti en fazla zorladığı doyumları reddetmek gerekliliği vardır.
Analistin tedavi esnasında engellemeyi sürdürmesi gerektiğini
söylerken, hastayı analistten beklediği etkinlikten alıkoyduğumu zannetmiyorum.
Hatırlayacağınız gibi, analiz esnasındaki başka bir etkinlik durumu, İsviçre
ekolü ve bizim aramızda bir tartışma konusu olmuştu. Bizden yardım isteyen ve
kendini bizim ellerimize bırakan hastayı kendi malımız gibi görmeyi kesin
olarak reddetmiştik. Biz ne onun yazgısını inşa ederiz, ne ona fikirlerimizi
aşılarız, ne de bir Yaratıcı kibriyle onu kendi imgemize göre şekillendirmeye
çalışırız. Bunu bugün hala reddetmekte ısrar ediyorum ve özellikle bu durumda,
başka durumlarda uygulamamamız gereken tıbbi ağırbaşlılığı benimsemenin çok yerinde
olacağını düşünüyorum. Tedavide bu tür bir etkinliğe hiçbir ihtiyaç olmadığı
zaten gözlemlenmiştir. Benimle hiçbir din, eğitim, sosyal konum, genel bakış
açısı ortaklığı bulunmayan kişileri, onların kişiliğini değiştirmeden tedavi
edebildim. Ancak şu da doğrudur ki bu tartışmalar olduğu sırada, Ernest
Jones’un sözcülüğünü yaptığı itirazlarımız katı ve gereğinden fazla mutlak bir
nitelik taşımaktaydı. Karakteri çok zayıf, yaşama uyum sağlamakta çok zorlanan
kişileri de analize almaktan kaçınamayız ve bu kişilerle çalışırken kendimizi
eğitimsel etkiyle analitik etkiyi bir arada kullanmak zorunda hissederiz. Bunun
yanı sıra, hastaların büyük bir çoğunluğu ile kendimizi eğitimci ve öğüt veren
bir konumda tutmak zorunda kalırız. Ancak bu her defasında çok büyük bir
ihtiyatla yapılmalı ve hastayı kendi imgemize göre şekillendirmeye
çalışmamalıyız; bunun yerine yapılması gereken hastayı kendi öz kişiliğini
açığa çıkarmaya ve onu mükemmelleştirmeye doğru teşvik etmektir.
Ülkesinin bize çok düşmanca bir tavır sergilediği saygın
Amerikalı arkadaşımız J. J. Putnam da onun fikirlerini paylaşmadığımız için
bizi affedecektir; ona göre, psikanaliz ahlaki bakımdan hastayı yükselmeye
mecbur edecek özel felsefik bir dünya görüşünün hizmetine girmelidir. Benim
düşünceme göre ise böyle bir durum, ulaşılması hedeflenen yüce bir amaçla üstü
örtülmüş bir zorbalıktan başka bir şey değildir.
Tamamen başka türde bir etkinliği yerine getirmeye de kendimizi
zorunlu hissederiz, bunu zorunlu kılan ise tedavi ettiğimiz çeşitli hastalık
türlerinin tek ve aynı teknikle iyileştirilemeyeceğinin günden güne daha fazla
farkına varmamızdır. Yeni bir etkinlik çeşidinin dikkate alınmasının ne kadar
gerekli olduğunu şu iki örnek daha iyi ortaya koyacaktır. Bizim tekniğimiz
histeriyi tedavi etmek için yaratıldı ve bu hastalığın tedavisinde etkinliğini
sürdürmektedir. Ancak, bazı durumlar, örneğin fobiler bizi bu sınırın ötesine
geçmeye zorlamıştır. Eğer fobik bir kişiyi iyileştirmek istiyorsak, tedavinin
onu fobisinden vazgeçirmesini beklemek neredeyse imkansızdır. Hasta böyle bir
durumda, ikna edici bir çözüm getirebilecek gerekli malzemeleri analize asla
getirmez. Dolayısıyla başka türlü ilerlemek gerekir. Örneğin agarofobiyi (açık
hava korkusu) ele alalım, bunun iki biçimi vardır: biri hafif, diğeri şiddetli.
Hafif derecede agarofobisi olan kişiler, kendilerini sokakta yalnız bulur
bulmaz endişeye kapılsalar bile, en azından dışarı çıkmaktan vazgeçmemişlerdir.
Daha şiddetli durumda ise, kişi yanında eşlik eden biri olmadan sokağa çıkamaz.
Bu son durumda başarı sağlamak için sadece tek bir yol vardır: psikanaliz
yoluyla onları birinci grubun hastaları gibi davranma noktasına getirmek; diğer
bir deyişle, onları dışarı yalnız çıkmaya ve bu girişim esnasındaki kaygıya
karşı savaşmaya yöneltmek. Demek ki işe fobiyi azaltmakla başlamak gerekir.
Hasta, fobinin ortadan kalkmasını mümkün kılacak çağrışımları ve anıları ancak
bu sonuç elde edildikten sonra düzenleyebilecektir.
Obsesif eylemlerin şiddetli olduğu olgularda ise, pasif bir bekleyiş daha da sakıncalıdır. Aslında bu olgular genellikle tedavinin “belirtisel olmayan” bir sürecine doğru eğilim gösterirler: hiç bitmeyecek olan tedavinin uzatılması söz konusudur. Bu olguların analizleri hemen her zaman, bir değişiklik getirmeden ve çok uzun zaman sürme tehlikesi taşır. Öyle gözükmektedir ki böyle bir durumda kullanılacak en iyi teknik, tedavinin kendisinin bir zorlantı (compulsion) haline gelmesi ve daha sonra patolojik zorlantıyı yok etmek için bundan faydalanılmasıdır. Bu arada, bu iki olguyu size anlatırken, aslında tedavimizde uyguladığımız yeni yollardan birkaç basit örnek sunduğumu da anlamışsınızdır.
Obsesif eylemlerin şiddetli olduğu olgularda ise, pasif bir bekleyiş daha da sakıncalıdır. Aslında bu olgular genellikle tedavinin “belirtisel olmayan” bir sürecine doğru eğilim gösterirler: hiç bitmeyecek olan tedavinin uzatılması söz konusudur. Bu olguların analizleri hemen her zaman, bir değişiklik getirmeden ve çok uzun zaman sürme tehlikesi taşır. Öyle gözükmektedir ki böyle bir durumda kullanılacak en iyi teknik, tedavinin kendisinin bir zorlantı (compulsion) haline gelmesi ve daha sonra patolojik zorlantıyı yok etmek için bundan faydalanılmasıdır. Bu arada, bu iki olguyu size anlatırken, aslında tedavimizde uyguladığımız yeni yollardan birkaç basit örnek sunduğumu da anlamışsınızdır.
Bitirmeden önce, gelecekteki bir alanı incelemek istiyorum; bunu
birçoklarınız bir fantezi olarak değerlendirecektir ancak benim düşünceme göre
zihinlerimiz buna alışmalıdır. Bildiğiniz gibi, bizim tedavi etkinliğimizin
alanı çok geniş değildir. Biz sadece bir avuç analistiz ve her birimiz durup
dinlenmeden çalışsa bile, bir yılda ancak çok kısıtlı sayıda hastaya
ulaşabilmekteyiz. Dünya üzerine yayılmış nevrotik felaketin büyüklüğü
karşısında –ki bu yok olabilirdi- bizim katkımız önemsenmeyebilir. Ayrıca,
yaşam koşulları bizi daha üst sosyal sınıfa mensup, hekimlerini kendi
isteklerine göre seçmeye alışmış kişilerle çalışmaya zorlamaktadır; üstelik psikanalize
yönelik önyargıları bu kişilerin bizden uzak durmasına neden olabilir.
Şimdilik, nevrozlarından dolayı acı çeken birçok kişiye yardım edememe
mecburiyetimiz vardır.
Şimdi farz edelim ki yeni bir örgüt sayesinde analist sayısı
öyle bir artıyor ki, bir yığın kişiyi tedavi edebiliyoruz… Diğer taraftan, bir
gün sosyal bilincin uyanacağı ve topluma yoksulların da ruhsal yardım almakta
-nasıl cerrahi yardım alabiliyorlarsa- aynı haklara sahip olduğunu
hatırlatacağı öngörülebilir. Toplum, nevrozların toplum sağlığını tüberkülozdan
daha az tehdit etmediğinin de bir gün farkına varacaktır. Nevrotik hastalıklar
bazı iyilikseverlerin güçsüz çabalarına terk edilmemelidir. İşte o zaman,
başında nitelikli psikanalistlerin bulunduğu kurumlar ve klinikler kurulacak ve
analizin yardımıyla, kendini içkiye verecek erkeklere, engellemelerin yükü
altında ezilen kadınlara, sapıklık veya nevroz dışında bir seçimi olmayan
çocuklara yardım etmeye çaba gösterilecektir. Bu tedaviler ücretsiz olacaktır.
Devletin bu gerekliliklerin aciliyetini kabul etmesi belki çok zaman alacaktır.
Güncel şartlar bu yenilikleri geciktirebilir ve bu türden ilk enstitüler özel
girişimle olabilir ancak bugün veya yarın bu ihtiyacın devlet tarafından
tanınması gerekecektir.
O zaman geldiğinde, tekniğimizi yeni şartlara uyarlamak zorunda
kalacağız. Psikolojik hipotezlerimizin doğruluğunun cahilleri mutlak surette
sarsacağından hiç şüphe etmiyorum, yine de kuramsal öğretilerimize en basit ve
en ulaşılabilir biçimi vermeliyiz. Muhtemelen, yoksulların nevrozlarından
vazgeçmeye zenginlerden daha az eğilimli olduklarını göreceğiz çünkü onları
bekleyen zor yaşam koşulları hiç de cezbedici değildir ve hastalıkları onlara
bir sosyal yardım alma hakkı daha tanıyacaktır. Belki de müdahalemiz ancak,
İmparator Joseph gibi, ruhsal yardımı maddi yardımla birleştirdiğimizde yararlı
olacaktır. Tedavimizin yoğun uygulanış biçimi göz önüne alındığında, analizin
saf altınına belli bir miktar doğrudan telkin kurşununu karıştırmamız
gerektiğine inanmak için de çok neden vardır. Hatta bazen savaştaki nevroz
tedavilerinde olduğu gibi, hipnotik telkini bile kullanmak zorunda kalacağız.
Ancak bu popüler psikoterapinin biçimi ve öğeleri ne olursa olsun, en önemli ve
en etkin kısımlarını, sonradan alınan tüm kararlardan bağımsız, katı psikanaliz
kuralları oluşturmaya devam edecektir.
1. Eylül
1918’de, Budapeşte’de, V. Psikanaliz kongresinde yapılan konferans. Önce İnt.
Zeitsch. F. Arztl. Psa., vol.V (1919) içinde, daha sonra Nevrozların kuramı
üzerine kısa yazılar, Ges. Werke, vol. XII, 5.seri içinde yayınlanmıştır.
2. Doğal olarak, 1914-1918 savaş yıllarında hiçbir Kongre yapılamamıştır.
3. Aslında buna tamamen benzer bir olay kimyasal analiz esnasında gerçekleşir. Kimyacının yalıtmayı başardığı kitleler istenmeyen sentezler oluşturur, bu durum maddenin içinde oluşan serbest kaynaşma oyununa bağlı olarak meydana gelir.
2. Doğal olarak, 1914-1918 savaş yıllarında hiçbir Kongre yapılamamıştır.
3. Aslında buna tamamen benzer bir olay kimyasal analiz esnasında gerçekleşir. Kimyacının yalıtmayı başardığı kitleler istenmeyen sentezler oluşturur, bu durum maddenin içinde oluşan serbest kaynaşma oyununa bağlı olarak meydana gelir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder