Winnicott ve Geçiş Alanı
Christo Joannidis
Winnicott'un
geçiş alanı kavramı ilginç ama anlaşılması zor bir kavram. Freud'un birincil
narsizm olarak adlandırdığı durumdan düşünce alanına geçişi temsil ediyor.
Birincil narsizmle ilgili olarak varsayılan, bebeğin en başta, bütün çevre,
etrafımdaki hava, beni besleyen meme, gördüğüm ve beni gören yüz, aldığım koku
benim diye algıladığı. Bu dönemde bebek bir tümgüçlülük düşlemini yaşıyor ve
tamamen öznel. Sınırlarıyla karşılaşıp bu algısının doğru olmadığını farketmeye
başladıkça, öznelden nesnele doğru bir geçiş başlıyor.
Geçis
nesnesinin, yani geçiş alanında varolan nesnenin özelliği ben olmayan bir
varlık olmasıdır. Ama aynı zamanda benim sahip olduğum bir şeydir. Şunu
farketmek önemli: Bu sahip olunan bir şeydir, daha ilerde içsel nesne
diyebileceğimiz şey değildir. Ama Winnicott diyor ki bu tam anlamıyla dışsal
bir nesne de değildir. Yani içsel bir nesne olarak sembolik olarak varolması
da, kendi başına dışsal bir nesne olarak varolması kadar önemlidir. Bu
öznellikten nesnelliğe doğru bir hareket, ama sadece bir hareket. Daha sonraki
sembolizimde herşey çok net:
Sembolün ne olduğunu ve onun neyi sembolize ettiğini
bilirsiniz, ikisinin arasındaki ayrım da nettir.Geçiş alanında bu ayırım bu
kadar belirgin değildir. Winnicott da bunu bir paradoks olarak adlandırır. Der
ki, bu paradoksa tahammül göstermek gerekir. Daha sonraları Winnicott bu
paradoksa tahammül gösteren annenin gördüğü işlevi belirtmek için
"kucaklama" (holding) kavramını kullanır. Paradoks da şu: Geçiş
nesnesi bebeğin kendi yarattığı bir şey mi, yoksa ona dışarıdan verilmiş,
dolayısıyla onun yaratmadığı bir şey mi? Bu paradoksun bir çözümü varsa o da
şudur: Evet, ikisi birdendir ve hayır, hiçbiri değildir. Tabii bu kavramın
yetişkin analizinde de çok önemli olduğunu farketmişsinizdir.
Aktarımı, en azından başlangıçta, analistin analizan
tarafından böyle bir geçiş nesnesi olarak kullanılması şeklinde
kavramlaştırırız. Dışarıda analist tabii ki bir kişi olarak vardır, ama
analizanın analisti deneyimlemesi büyük çlçüde onun kendi yaratımıdır. Bu
paradoksa tahammül gösterilmesi gerekir. Winnicott der ki, bebek çok erken
zamanlarda dış gerçekliğe tahammül edemez. Biliyoruz ki analist de baştan
"hayır ben senin annen gibi değilim, hayır ben senin baban gibi değilim,
hayır senden nefret etmiyorum, hayır seni sevmiyorum" diyorsa eğer, analiz
gerçekleşemez. Analistin bu gelişime tahammül göstermesi, geçişe izin vermesi
gerekir. Winnicott'un geçiş alanı kavramına bağlı başka bir kavramı da "nesne
kullanımı" kavramıdır. Winnicott şöyle diyor: "Bebeklikten başlayarak
bu geçiş nesnesinin bebek tarafından kirletilmesine, zarar verilmesine, onun
bebek tarafından kötü bir hale getirilmesine, anne tarafından tahammül
gösterilmeli, izin verilmeli. Eğer anne bu nesneyi yıkıyorsa, temizliyorsa,
tamir ediyorsa, dikiyorsa birşeyleri parçalıyordur, yokediyordur. Annenin
yıkmakta olduğu şey de, bebeğin nesneye ve kendisinin nesneye yaptığı şeye
yüklediği anlamdır. Bunun için süreklilik çok önemlidir. Ama aynı zamanda
nesnenin hayatta kalması da çok önemlidir. Winnicott şöyle diyor: "Çocuk
sahip olduğu nesne üzerinde belirli haklar iddia eder. İkinci olarak, bu geçiş
nesnesi heyecanla sevilmeli ve heyacanla da öldürülmelidir. Çünkü içgüdülerin
nesnesi haline gelmektedir. Bebek onu bir şekilde değiştirmedikçe,
değişmemelidir. Bebeğin kontrolü altındadır, ama bir taraftan da nesnenin kendi
canlılığı, kendi otonomisi vardır ve tabii ki dış dünyadan gelmelidir, bir
düşlem, bir halüsinasyon değildir. Sonunda bu nesne bırakılır,
içselleştirilmez."
Bu ilginç bir şey. Çünki insan nesnelerle, sonuçta
onların belli yönlerinin içselleştirileceğini varsayarız. Dolayısıyla
içselleştirilen bir nesne bastırılabilir, kaybedilirse yası tutulabilir, ama
geçiş nesnesine bunlar yapılamaz. Sadece ona yapılan yatırım geri çekilir.
Nesne anlamını kaybeder ve o anlam Winnicott'un yaratıcılık ve oyun olarak
adlandırdığı alana aktarılır. Önemli olan şudur ki, geçiş nesnesi hiçbir şeyi
temsil ediyor değildir. Mesela anneyi temsil etmez. Yine de geçiş nesnesinin
varolmaya devam edebilmesi için dışsal anne figürünün de varlığını sürdürmesi
gerekmektedir. Eğer dışsal nesne, yani anne figürü, çocuğu bir şekilde
hayalkırıklığına uğratırsa geçiş nesnesi anlamını kaybeder ve başka bir şeye
dönüşür. Bu başka şey de bir fetiştir. Çünki fetişin tanımı şudur: Dışsal
gerçekliğin inkar edilmesine yarayan bir nesne. Fetişin savunmacı bir işlevi
vardır ve inkâr içerir. Bunu da tabi ki geri dönüp Freud'a bağlayabiliriz.
Freud'da fetişi annenin penisinin yokluğunun inkârı olarak tanımlamıştı. Normal
gelişimde, geçiş alanı bir gün sona erer, geçiş alanına ve bu alandaki geçiş
nesnelerine yapılan yatırım geri çekilir. Dışsal nesnenin başarısız olduğu,
yani normal gelişimin olamadığı durumda iki patalojik durum ortaya çıkabilir:
Birincisi, bu nesnenin fetiş haline gelmesidir, ikinci olasılık da geçiş
alanının sonsuza kadar devam etmesidir. Bu geçiş alanının sonsuza kadar
varlığını sürdürmesinin çok bilinen tezahürleri vardır. Bunlardan bir tanesi
uyuşturucu bağımlılığıdır. Uyuşturucu, bir nesne olarak gerçekliği uzakta tutar
ve onun inkârına olanak sağlar. Diğeri, bazı şeyleri saplantılı bir şekilde
zihinde sürekli kurmaktır. Dünkü konferansta melankoli durumunu bazıları şöyle
tanımlıyordu: Melankolideki insan sürekli düşünür, ama bu düşünce kuruntu
biçimindedir ve hiçbir yere varmaz. Üçüncü bir ihtimal de hayal kurmadır. Tabii
hayal kurma bir yandan yaratıcılığa dönüşebilir, ama öte yandan savunmacı bir
hale gelebilir ve yaratıcılığı bloke edebilir. Burada tabii işin içine anneyi
hemen sokmak durumundayız. Anne bu sırada ne yapıyor? Biliyoruz, bebek diye bir
şey yoktur. En başta anne tahammül gösteriyor; bebeğin tümgüçlülüğüne ve
bebeğin deliliğine tahammül gösteriyor. Annenin, bebeğin bu durumuyla
özdeşleşebilmesi ve bu özdeşleşmeden de çıkabilmesi gerekiyor, bunu sürekli
yapabilmesi gerekiyor ki bebeğin ihtiyaçlarını doğru zamanda ve doğru miktarda
karşılayabilsin ve geçiş alanının varlığını koruyabilsin. Nihai amaç tabii
bebeğin yanılsamasına son vermek. Bunun fazla çabuk ya da çok geç olması,
normal gelişmeye yıkıcı bir müdahaledir. Bu müdahaleyi doğru zamanda yapmak
konusunda fazla kaygılı bir anne varsa karşınızda, bu da bir problemdir.
Öznellikten nesnelliğe geçiş, aynı zamanda tam bağımlılıktan görece bağımlılığa
geçiştir. Bir yandan da, tamamen benim kontrolümde olmayan, kendi ayrı varlığı
olan bir nesneye güvenilebileceğinin kabullenilmesidir. Winnicott der ki,
gerçeklik hiçbir zaman tamamen kabul edilmez. Her ne kadar yanılsamanın
kırılması ve gerçekliğin kabulünden bahsetsek de, gerçekte olan, öznelliğin
yanılsaması ile yanılsamayı kıran gerçeklik arasında sürekli bir gelgittir.
Winnicott'a göre geçiş alanı bir dinlenme yeridir. İnsanlar burada içsel
gerçeklikle dışsal gerçekliği ayrık ama birbiriyle etkileşim halinde
tutabilirler. Tabi burada Winnicott'ın Melanie Klein'ın öğrencisi olduğunu
farkediyoruz. Çünki Melanie Klein başta paranoid şizoid pozisyondan depresif
pozisyona geçişi gelişimsel bir adım olarak tanımlamıştı, ama sonra farkedildi
ki, bu olup biten bir şey değil, depresif pozisyonda sürekli kalınmıyor, her
zaman bir gelgit var. Geçiş alanı bebek için çok önemli bir olgunlaşma
durumudur ve kısa zamanda oyun alanına geçer çocuk. Çocukları olanlar yada
çocuklarla çalışanlar bilirler, çocuklar oynarken çok konsantre olurlar. Bir
oyuncak ya da bir tahta parçasını mesela gemi, ya da bebek yaparlar, ve o an
onlar için o gerçekten gemidir. Siz onun bir tahta parçası olduğunu bilirsiniz.
Çocuk da bir tarafıyla bilir, ama o hem tahta parçasıdır hem de gemidir. Görüyoruz
ki bu deneyim ne tam olarak içsel, ne de tam olarak dışsal gerçeklikte bir
deneyimdir. Çocuğun bir tarafı onun tahta parçası olduğunu ve biraz sonra onu
atacağını bilir, ama o tahta parçasının onun için farklı bir anlamı vardır ve
bu anlamı da o tahta parçasına çocuk kendisi yüklemiştir. Yani bu halüsinasyon
değildir, dışsal bir gerçekliğe bağlıdır. Tabii bende bu oyuna katılabilirim ve
"evet bu bir gemi, hadi beraber oynayalım gemiyle", diyebilirim.
Böylece paylaşılmış oyun başlar. Bu da sanatın alanıdır, çünki ikimiz de
hemfikirizdir: Bu güzel bir renk, güzel bir resim ya da güzel bir tiyatro oyun.
Eğer içsel gerçeklik hakimiyet kurarsa, daha
güçlüyse, geçiş alanı çöker. Mesela görürsünüz ki, oyun içinde içgüdüsel güçler
çok ön plana çıkarsa, çocuk sürekli kazanmak isterse, ya da öfkesine,
sevgisine, herhangi bir duygusuna hakim olamadığı için birisine vurmak isterse,
oyun bozulur. Zaten bilirsiniz, öteki çocuk da "ben artık oynamak
istemiyorum", der. Aynı zamanda dış gerçeklik çok güçlü bir müdahalede
bulunursa da oyun bozulur. Winnicott'un takipçilerinden bazıları, özellikle de
tanınmış takipçisi Christopher Bulass demiştir ki, "geçiş alanı kendilik
için bir alandır ve dışsal gerçeklikle etkileşime girilen alandır. İki kişi
arasında olup biteni kavrayabilmek için başka bir kavrama ihtiyacımız vardır.
Bu da 'ara alan'dır". Bu alan, iki geçiş alanının buluştuğu alandır.
Bazıları da analizin geçekleştiği alanın bu ara alan olduğunu savunur.
Analizanın geçiş, alanı oyun alanıyla, analistin geçiş alanı, oyun alanı,
burada buluşur. Winnicott'dan bir alıntı yapar: "Bütün anlamlı insan
ilişkileri, iki oyun alanının örtüştüğü yerde gerçekleşir".
Yetişkinlikte düzeltici bir deneyim yaşanması
ihtimaline ilişkin soruya cevaben:
Eğer sorunuz "analiz düzeltici olabilir
mi?", sorusuysa, buna cevap veremem, kim bilebilir ki... Ama eğer soru
çocuğun başka birisine dönüp onunla kendisi için daha besleyici bir ilişki
kurma kapasitesi olup olmadığıysa, evet çocuğun böyle bir kapasitesi vardır.
Tabii bu çok zor olacaktır, çünkü çocuk travmatize olmuştur, ama bu mümkündür.
Analizle ilgili mesele karışık çünkü analizle ilgili
farklı kavramlaştırmalar var. Bazıları analizi düzeltici bir deneyim olarak,
bazıları ise bilginin alanı olarak görürler. Buradan elde edilecek bilginin,
kişiye, uğranmış olan kaybı kabullenme gücünü vereceğini savunurlar.
Analistin nesne kullanımına izin vermesiyle geçiş
nesnesi kavramı arasındaki ilişkiye dair soruya cevaben:
Geçiş alanında tam bir öznellikten, nesnenin ben
olmayan bir varlık olarak tanınmasına doğru bir hareket vardır. Bu nesnenin
bebek tarafından içgüdüsel güçlerinin hedefi olarak kullanılması gerekir. Bu da
demektir ki, Winnicott'ın dediği gibi, nesne heyecanla sevilebilmeli ve
heyecanla parçalanabilmelidir. Yani bütün duyguların hedefi haline
gelebilmelidir. Nesnenin kullanımı budur. Nesnenin buna dayanması gerekir. Eğer
o anda yok etme ön plandaysa, nesnenin yok edilmesi gerekir. Ama yine de
hayatta kalmalıdır. Eğer nesne yok edilmeyi engellerse, bebek büyük bir
hayalkırıklığıyla kalır ve saldırgan duygularını kendisine yöneltebilir. Çünkü
bebek şunu deneyimler: Nesne yıkıma izin veremeyecek kadar zayıftır. Eğer buna
izin verirse gerçekten yok olabilir. Böyle olursa paradoks yokolur. Çünkü,
nesne hem yok edilebilir olmalıdır, çünkü bir tarafıyla ben olandır o, hem de
yok olmaz çünkü bir tarafıyla da ben değildir, yani hem yok edilir hem de
hayatta kalır. Çizgi flimleri düşünün. Orada her türlü vahşet gerçekleşir ama
hiçbir şey olmaz. Winnicott analizde de bunun gerçekleştiğini söyler. Analiste
bir imge olarak saldırılır, yok edilir, ama analist hayatta kalır.
Geçiş nesnesi ile ara alanın ilişkisine dair soruya
cevaben:
Ara alan sadece iki kişi arasındaki alana verdiğimiz
bir isim. Kendiliğin bireyselliğinin içinde bir ara alandan bahsetmemiz mümkün
değil. Geçiş nesnelerine gelince de onların nasıl kullanıldığı çok önemli.
Geçiş nesnelerinin önemli bir gerçekliği vardır ve bir süre sonra bu yaratıcılığa
dönüşebilmelidir. Geçiş nesnesi sadece sahip olunan bir şey olarak kalırsa,
oyun alanı kaybolur, nesne bir fetişe dönüşür. Cinsel anlamda olmasa da bir
fetiş haline gelir, akışkanlığını kaybeder.
Kohut'un "kendiliknesnesi" kavramıyla geçiş
nesnesinin karşılaştırılmasına ilişkin:
Benim anladığım kadarıyla kendilik nesnesi kavramı
Winnicott'un "öznel nesne"er olarak adlandırdığı nesneye karşılık
geliyor. Yani bunlar kendiliğin uzantısı. Eğer bu doğruysa Kohut'un
kendiliknesnesi derken bahsettiği şey, geçişten önceki döneme ait. Halbuki
geçiş nesnesi dediğimizde, bu nesne öznel nesneden nesnel nesneye doğru bir
hareketin içinde varolan nesne, yani sabit bir şey değil, her zaman bir
hareketi içeriyor. Kendiliknesnesi, ya da Winnicott'un "öznel nesne"si
ise, tümgüçlülük düşleminin bir parçası, birincil narsizme denk düşüyor. Geçiş
için hayalkırıklığı yaşanması önemli.
"Öznelerarasılık", "analitik
üçüncü" ve "ara alan" kavramlarının ilişkisine dair:
Öznelerarasılık tabii bu kavramlardan doğan bir şey. Ama
analitik üçüncü bence biraz farklı. Analitik üçüncü, iki alan karşılaşınca olan
şey. Yani ara alan iki öznenin arasındaki bir alan, ama analitik üçüncü bu
alanda yaratılan, canlandırılan, ortaya çıkan şey.
"Küçük Prens"deki şapka örneğine ilişkin:
Saint-Exupéry'nin dediğine göre, hiçbir yetişkin bunu
anlayamaz. Winnicott'un tasvir etmeye çalıştığı, buradan nereye gittiğimizdir.
Çünkü eğer yetişkin olarak kalırsak, orada olan biteni asla anlamayız, ama eğer
Küçük Prens'le tam olarak hemfikir olursak da, bu sadece yılan tarafından yenen
bir fildir. Winnicott'a göre ikisi de doğrudur: Hem bir şapkadır, hem de yılan
tarafından yenen bir fil. Eğer kesinlikle şapka olmadığı konusunda Küçük
Prens'le hemfikir olursanız, sanrının, düşlemin alanında kalmış olursunuz.
Bunun en trajik örneği bir analiz süreci sırasında
çok güçlü bir erotik aktarım olması, analistin de "peki, hadi yatağa
gidelim", demesidir. Böyle olduğu zaman oyun alanı bozulur ve ikisi de
düşlemin alanına girerler, bu da çok trajiktir. Aslında bu çok basit bir
şeydir, hepimiz bunu biliriz. Ama farkında olmadan tekrar tekrar olan bir
şeydir. Burada da olan şudur: Farkında olunmadan hastanın oyun alanına girilir,
ve bu da canlandırma (enactment) dediğimiz şeydir. Böyle bir durumda geri
çekilip ne yapıyor olduğumuzu düşünmemiz gerekir. Modern psikanalitik kuramda,
bundan kaçınılamayacağı, bu canlandırmanın her zaman gerçekleşeceği söylenir.
Ancak önemli olan geri çekilip, bunun üzerine düşünüp, bunu yorumlamaktır, bu
gidiş gelişi yapabilmektir.
Yetişkinlikte oyuna dair:
Bu oyun alanına duyulan heyecana ve yetişkinlerin
oyuna girebilme becerisine bağlıdır. Çocuk tamamen içine girer oyunun, oyun
tamamen gerçeklik haline gelir. Yetişkin için durum daha karmaşıktır. İçgüdüsel
güçler ön plana çıkar. Kazanmak için oynanır mesela. Önemli olan oyunun neden
oynandığıdır. Oyun rakibi yok etmek için mi oynanıyor, yoksa sportmence bir
keyif almak için mi oynanıyor. Winnicott der ki, oyun genellikle yetişkinlikte
yaratıcılığa dönüşür, sanata dönüşür. Eğer buna dönüşmüyorsa, yetişkinlikte
oyun farklı birşeydir.
Oyunda rekabetin yerine dair:
Eğer bu oyuna renk katıyorsa devam edebilir. Ancak
çok güçlü bir hale gelirsede oyun bozulur. Mesela kaybetmeye hiç tahammülü
olmayan bir çocukla oynayamazsınız, çünkü burada oyun için gerekli olan
akışkanlık bozulur. Çocuğun, karşılanması gereken bir takım içsel ihtiyaçları
vardır. Mesela ortada rekabet, kıskançlık varsa, bu da birşeyleri bozabilir ve
tabii ki bunlar analizi de bozabilir. Bunların oyunda hiç varolmamaları
gerektiğini söylemiyorum, tabii ki belirli düzeyde rekabet ve kıskançlık oyunda
olacaktır. Ama aşırı bir hale geldikleri zaman, oyun bozulur çünkü oyunculuk
ortadan kalkar.
Yaratıcılık ve süblimasyon arasındaki ilişkiye dair:
Bu farklı bir dil. Süblimasyon derken ne kastediliyor?
Winnicott bu kavramı hiç kullanmaz. Ama kullanıldığı zaman genelde bir
sembolleştirme kastedilerek kullanılır. Ama mesela bir cerrahın ameliyat
odasında agresyonunu dışa vurduğunu, süblime ettiğini söylersek, oyunculuk
nerede kalır?
"Masud Khan'ın Winnicott'la Analizi"
hakkında:
Makalede Winnicott iş başında, bu kavramları
kullandığı varsayılabilir. Linda Hopkins'e göre müthiş hatalar yapılıyor. Bu
malaleyi okurken, Winnicott'ı suçlasak da, Winnicott'ın ne yapmaya çalıştığını
anlamaya çalışsak da, bir tarafıyla okuması korkutucu olan bir makale. Ama yine
de, başka yerlerle de ilgili çok önemli olmakla birlikte, İstanbul için
özellikle önemli anlamlar içeriyor. İstanbul için de geçerli olan bir şey, eski
analistle eski analizan arasındaki ilişki, eğer meslektaşsalar, mesele haline
gelebilir, çünkü küçük bir topluluk söz konusu ve bir şekilde karşılaşmalar
kaçınılmaz. Yani bir gün divanda uzanırken bir gün burada toplantıda yanyana
oturabilirsiniz. Eski analistinizin makalesini eleştirmek durumunda
olabilirsiniz. Eğer çok ahlakçı, süperegonun konumundan bakmak isterseniz,
burada olup bitene yanlış denilmesi de mümkün tabii, ama tartışmak gerekir.
Altını çizdiğimiz, makalenin de altını çizdiği nokta
şu ki, mesele aslında saldırganlığın ele alınmamasından ziyade, kucaklamadan
yorumlama aşamasına geçilememesi. Eğer bunu bir hata olarak kabul edeceksek,
Winnicott'ın bu hatayı nasıl yaptığını görebiliriz. Winnicott nesnenin oyun
alanında olan bitene, oyun alanındaki saldırganlığı tahammül göstermesi gerek
tiğini düşünüyorsa, saldırganlığı da oyun olarak görüyorsa, yaptığı tam da bu
tahammülü göstermek ve kucaklamayı gerçekleştirmek. Winnicott'ın bakış
açısından, bu saldırganlığı yorumlamak analizan tarafından intikam alınması
olarak deneyimlenirdi, ve analistin buna tahammül edemediğini deneyimlemesine
sebep olurdu. Bir çok kişi, Winnicott da dahil, yorumun saldırgan bir eylem
olduğunu düşünürler. Fransız bir analistin bunun üzerine bir kitabı da vardır.
Adı da "Yorumun Vahşeti"dir. Bir bakımdan doğrudur bu. Yorumun amacı,
hastanın düşünme biçimini bir şekilde değiştirmektir, yanılsamasını kırmaktır.
O nedenle de saldırgan bir eylemdir. Winnicott yorumu, analistin kendi hastaya
duyduğu nefretiyle başetme yolu olarak tanımlar. "Hastamdan neden nefret edeyim,
ben hastamı seviyorum, sadece yardım etmeye çalışıyorum", diyebilirsiniz.
Ama kendinizi kandırıyorsunuzdur.
Soru: (Teyp kaydından çözülemedi)
Cevap: Winnicott'un çocuklarla ve erken dönem
deneyimleriyle çok fazla çalıştığı doğru ama şunu da hatırlamalıyız ki, çok
ağır şizofrenlerle de çalıştı. Karşıaktarımla ilgili ilk makalelerden birinin
yazarı da Winnicott'tır: "Karşıaktarımda Nefret" makalesi. Burada
psikotik bir hastayla yaptığı bir çalışmayı anlatır. Çok ağır hastalarla başa
çıkmak gerektiği için de zaman zaman hastasının elini tutar, ona battaniye
verir, seans odasına girer, çıkar. Bunları yapmakla da hastanın tamamen
çökmesini önlediğini düşünür. İkinci olarak entegrasyon meselesine bakarsak, bu
da analizi nasıl kavramlaştırdığımıza bağlı. Eğer analizi, analistin idareyi
ele aldığı ve bir biçinde hastayı düzelttiği bir süreç olarak ele alırsanız, o
zaman başka bir şey istemek durumundasınız, ama eğer analizi bir alan olarak
görürseniz bu alana hasta ne getiriyorsa onu getirir. Analist de hasta her ne getirdiyse
onunla o anda varolmasına yardım eder. Değiştirme amacını gütmez . O zaman da
entegrasyon olur ya da olmaz, bu hastaya bağlıdır.
Winnicott'ın analizden geçip geçmediğine dair soruya
cevaben:
Winnicott eğer analizden geçmeseydi olduğu şeyi, yani
ünlü bir yazar, psikanaliz derneğinin üyesi, eğitim analisti olamazdı. Bildiğim
kadarıyla iki analisti oldu. Birincisi James Strachey, Freudyen bir analist,
ikincisi de Kleinyen bir analist olan Joan Riviere. Kendisi de Klein'dan
süpervizyon aldı. Önce analist olmak için, sonra da eğitim analisti olmak için
yapılması gereken her şeyi uygun biçimde yaptı. Yirmi yıl süren analiz
meselesine gelince, buna da çok fazla şaşırmamak lazım. İngiltere 'de analizler
genelde uzun sürer zaten. 8-10 yıl normaldir. 20 yıl biraz fazla ama yine de
şaşırtıcı değil, özellikle de o yıllar için şaşırtıcı değil.
Analizin başarısına dair:
Bir takım durumları idealize etmemeyi öğrenmemiz
gerekiyor. Yani hataları ön plana çıkarmak kolaysa da, burada bir hata var mı
tam olarak bile bilemiyorum. Bazı insanların içsel dünyası o kadar güçlüdür ki,
bu içsel dünyadaki keşfi kendileri gerçekleştirmek durumundadırlar. Analist
bunu benim için yapacak diye düşünürsek, düşlemimiz buysa, başarısızlık
kaçınılmazdır. Analiz bir yolculuktur. Bu yolculuğa çıkacak olan benim, analist
de ben bu yolculuğu yaparken benim yanımda duracak olan kişidir. Bazı analizler
başarılı olur, bazı analizler başarısız olur. Başarısız analizlerden bazıları
da meşhur analizlerdir. Zaten meşhur bir analiz değilse bundan çok da haberimiz
olmaz. Khan'ın patolojisi çok açık ve bilinen bir patolojiydi ve dolayısıyla da
herkes bu analizin başarısı üzerine yorum yapabilecek durumdaydı. Ama başka
herhangi birisinin analizine bakarsak da, orada analizin başında mesela
saplantılı bir insan olarak girebilir analize, ve analizden çıktığında da hala
saplantılı bir insan olabilir. Ya da analize girerken biraz melankoliktir,
çıktığında da hala biraz melankoliktir. Dışarıdan birisi bunu çok kolay
farkedemezse de böyle olabilir.
Burada çok küçük alıntılardan bir takım
genelleştirmeler yapıyoruz. Aslında saldırganlığa hiç dokunmadığını düşünüyoruz
Winnicott'un, ama bu biraz tuhaf olurdu herhalde. Çok daha muhtemel olan, bir
takım yorumları yaptığı, ama analizanın bunları almadığıdır. Siz de kendi
pratiğinzde göreceksiniz ki, bazen bir şeyi yorumlarsınız, hiçbir şey değişmez,
on kere yorumlarsınız, hiçbir şey değişmez, ikibin kere yorumlarsınız, hatta
hasta bu yorumları artık kendisi yapmaya başlar, ama yine de hiçbir şey
değişmez.
Hatırlamalısınız ki bazı bozukluklar analizle
değişemez. Buna alternatif, daha mı iyi, daha mı kötü bilemem, Khan'ın analist
olmasına izin verilmemesiydi belki. Kendisi de aynı zamanda bir kuramcı, çok
önemli bazı makaleler yazdı. Makalelerinin çoğunu kendi deneyiminden yola
çıkarak yazdı. Orada gördüğümüz temalar, saldırganlık değil, alkolizm değil,
manik depresyon değil, perversyon. Bu da aslında çok zor değiştirilebilir bir
bozukluk. Mesela Roney Laing'in de analizinin başarısız olduğunu söylerler. O
kendini iyi idare etmişti. Mason'un analizinin de başarısız olduğu söylenir.
Ama onun da ortalığı karıştıran fikirleri vardı, hiç de fena olmadı. Ben de
doğrusu mükemmel bir analizin ürünü olmak istemezdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder