10 Eylül 2015 Perşembe

Winnicott ve Geçiş Alanı

Winnicott ve Geçiş Alanı
Christo Joannidis


Winnicott'un geçiş alanı kavramı ilginç ama anlaşılması zor bir kavram. Freud'un birincil narsizm olarak adlandırdığı durumdan düşünce alanına geçişi temsil ediyor. Birincil narsizmle ilgili olarak varsayılan, bebeğin en başta, bütün çevre, etrafımdaki hava, beni besleyen meme, gördüğüm ve beni gören yüz, aldığım koku benim diye algıladığı. Bu dönemde bebek bir tümgüçlülük düşlemini yaşıyor ve tamamen öznel. Sınırlarıyla karşılaşıp bu algısının doğru olmadığını farketmeye başladıkça, öznelden nesnele doğru bir geçiş başlıyor.
Geçis nesnesinin, yani geçiş alanında varolan nesnenin özelliği ben olmayan bir varlık olmasıdır. Ama aynı zamanda benim sahip olduğum bir şeydir. Şunu farketmek önemli: Bu sahip olunan bir şeydir, daha ilerde içsel nesne diyebileceğimiz şey değildir. Ama Winnicott diyor ki bu tam anlamıyla dışsal bir nesne de değildir. Yani içsel bir nesne olarak sembolik olarak varolması da, kendi başına dışsal bir nesne olarak varolması kadar önemlidir. Bu öznellikten nesnelliğe doğru bir hareket, ama sadece bir hareket. Daha sonraki sembolizimde herşey çok net: 
 

Sembolün ne olduğunu ve onun neyi sembolize ettiğini bilirsiniz, ikisinin arasındaki ayrım da nettir.Geçiş alanında bu ayırım bu kadar belirgin değildir. Winnicott da bunu bir paradoks olarak adlandırır. Der ki, bu paradoksa tahammül göstermek gerekir. Daha sonraları Winnicott bu paradoksa tahammül gösteren annenin gördüğü işlevi belirtmek için "kucaklama" (holding) kavramını kullanır. Paradoks da şu: Geçiş nesnesi bebeğin kendi yarattığı bir şey mi, yoksa ona dışarıdan verilmiş, dolayısıyla onun yaratmadığı bir şey mi? Bu paradoksun bir çözümü varsa o da şudur: Evet, ikisi birdendir ve hayır, hiçbiri değildir. Tabii bu kavramın yetişkin analizinde de çok önemli olduğunu farketmişsinizdir.
Aktarımı, en azından başlangıçta, analistin analizan tarafından böyle bir geçiş nesnesi olarak kullanılması şeklinde kavramlaştırırız. Dışarıda analist tabii ki bir kişi olarak vardır, ama analizanın analisti deneyimlemesi büyük çlçüde onun kendi yaratımıdır. Bu paradoksa tahammül gösterilmesi gerekir. Winnicott der ki, bebek çok erken zamanlarda dış gerçekliğe tahammül edemez. Biliyoruz ki analist de baştan "hayır ben senin annen gibi değilim, hayır ben senin baban gibi değilim, hayır senden nefret etmiyorum, hayır seni sevmiyorum" diyorsa eğer, analiz gerçekleşemez. Analistin bu gelişime tahammül göstermesi, geçişe izin vermesi gerekir. Winnicott'un geçiş alanı kavramına bağlı başka bir kavramı da "nesne kullanımı" kavramıdır. Winnicott şöyle diyor: "Bebeklikten başlayarak bu geçiş nesnesinin bebek tarafından kirletilmesine, zarar verilmesine, onun bebek tarafından kötü bir hale getirilmesine, anne tarafından tahammül gösterilmeli, izin verilmeli. Eğer anne bu nesneyi yıkıyorsa, temizliyorsa, tamir ediyorsa, dikiyorsa birşeyleri parçalıyordur, yokediyordur. Annenin yıkmakta olduğu şey de, bebeğin nesneye ve kendisinin nesneye yaptığı şeye yüklediği anlamdır. Bunun için süreklilik çok önemlidir. Ama aynı zamanda nesnenin hayatta kalması da çok önemlidir. Winnicott şöyle diyor: "Çocuk sahip olduğu nesne üzerinde belirli haklar iddia eder. İkinci olarak, bu geçiş nesnesi heyecanla sevilmeli ve heyacanla da öldürülmelidir. Çünkü içgüdülerin nesnesi haline gelmektedir. Bebek onu bir şekilde değiştirmedikçe, değişmemelidir. Bebeğin kontrolü altındadır, ama bir taraftan da nesnenin kendi canlılığı, kendi otonomisi vardır ve tabii ki dış dünyadan gelmelidir, bir düşlem, bir halüsinasyon değildir. Sonunda bu nesne bırakılır, içselleştirilmez."
Bu ilginç bir şey. Çünki insan nesnelerle, sonuçta onların belli yönlerinin içselleştirileceğini varsayarız. Dolayısıyla içselleştirilen bir nesne bastırılabilir, kaybedilirse yası tutulabilir, ama geçiş nesnesine bunlar yapılamaz. Sadece ona yapılan yatırım geri çekilir. Nesne anlamını kaybeder ve o anlam Winnicott'un yaratıcılık ve oyun olarak adlandırdığı alana aktarılır. Önemli olan şudur ki, geçiş nesnesi hiçbir şeyi temsil ediyor değildir. Mesela anneyi temsil etmez. Yine de geçiş nesnesinin varolmaya devam edebilmesi için dışsal anne figürünün de varlığını sürdürmesi gerekmektedir. Eğer dışsal nesne, yani anne figürü, çocuğu bir şekilde hayalkırıklığına uğratırsa geçiş nesnesi anlamını kaybeder ve başka bir şeye dönüşür. Bu başka şey de bir fetiştir. Çünki fetişin tanımı şudur: Dışsal gerçekliğin inkar edilmesine yarayan bir nesne. Fetişin savunmacı bir işlevi vardır ve inkâr içerir. Bunu da tabi ki geri dönüp Freud'a bağlayabiliriz. Freud'da fetişi annenin penisinin yokluğunun inkârı olarak tanımlamıştı. Normal gelişimde, geçiş alanı bir gün sona erer, geçiş alanına ve bu alandaki geçiş nesnelerine yapılan yatırım geri çekilir. Dışsal nesnenin başarısız olduğu, yani normal gelişimin olamadığı durumda iki patalojik durum ortaya çıkabilir: Birincisi, bu nesnenin fetiş haline gelmesidir, ikinci olasılık da geçiş alanının sonsuza kadar devam etmesidir. Bu geçiş alanının sonsuza kadar varlığını sürdürmesinin çok bilinen tezahürleri vardır. Bunlardan bir tanesi uyuşturucu bağımlılığıdır. Uyuşturucu, bir nesne olarak gerçekliği uzakta tutar ve onun inkârına olanak sağlar. Diğeri, bazı şeyleri saplantılı bir şekilde zihinde sürekli kurmaktır. Dünkü konferansta melankoli durumunu bazıları şöyle tanımlıyordu: Melankolideki insan sürekli düşünür, ama bu düşünce kuruntu biçimindedir ve hiçbir yere varmaz. Üçüncü bir ihtimal de hayal kurmadır. Tabii hayal kurma bir yandan yaratıcılığa dönüşebilir, ama öte yandan savunmacı bir hale gelebilir ve yaratıcılığı bloke edebilir. Burada tabii işin içine anneyi hemen sokmak durumundayız. Anne bu sırada ne yapıyor? Biliyoruz, bebek diye bir şey yoktur. En başta anne tahammül gösteriyor; bebeğin tümgüçlülüğüne ve bebeğin deliliğine tahammül gösteriyor. Annenin, bebeğin bu durumuyla özdeşleşebilmesi ve bu özdeşleşmeden de çıkabilmesi gerekiyor, bunu sürekli yapabilmesi gerekiyor ki bebeğin ihtiyaçlarını doğru zamanda ve doğru miktarda karşılayabilsin ve geçiş alanının varlığını koruyabilsin. Nihai amaç tabii bebeğin yanılsamasına son vermek. Bunun fazla çabuk ya da çok geç olması, normal gelişmeye yıkıcı bir müdahaledir. Bu müdahaleyi doğru zamanda yapmak konusunda fazla kaygılı bir anne varsa karşınızda, bu da bir problemdir. Öznellikten nesnelliğe geçiş, aynı zamanda tam bağımlılıktan görece bağımlılığa geçiştir. Bir yandan da, tamamen benim kontrolümde olmayan, kendi ayrı varlığı olan bir nesneye güvenilebileceğinin kabullenilmesidir. Winnicott der ki, gerçeklik hiçbir zaman tamamen kabul edilmez. Her ne kadar yanılsamanın kırılması ve gerçekliğin kabulünden bahsetsek de, gerçekte olan, öznelliğin yanılsaması ile yanılsamayı kıran gerçeklik arasında sürekli bir gelgittir. Winnicott'a göre geçiş alanı bir dinlenme yeridir. İnsanlar burada içsel gerçeklikle dışsal gerçekliği ayrık ama birbiriyle etkileşim halinde tutabilirler. Tabi burada Winnicott'ın Melanie Klein'ın öğrencisi olduğunu farkediyoruz. Çünki Melanie Klein başta paranoid şizoid pozisyondan depresif pozisyona geçişi gelişimsel bir adım olarak tanımlamıştı, ama sonra farkedildi ki, bu olup biten bir şey değil, depresif pozisyonda sürekli kalınmıyor, her zaman bir gelgit var. Geçiş alanı bebek için çok önemli bir olgunlaşma durumudur ve kısa zamanda oyun alanına geçer çocuk. Çocukları olanlar yada çocuklarla çalışanlar bilirler, çocuklar oynarken çok konsantre olurlar. Bir oyuncak ya da bir tahta parçasını mesela gemi, ya da bebek yaparlar, ve o an onlar için o gerçekten gemidir. Siz onun bir tahta parçası olduğunu bilirsiniz. Çocuk da bir tarafıyla bilir, ama o hem tahta parçasıdır hem de gemidir. Görüyoruz ki bu deneyim ne tam olarak içsel, ne de tam olarak dışsal gerçeklikte bir deneyimdir. Çocuğun bir tarafı onun tahta parçası olduğunu ve biraz sonra onu atacağını bilir, ama o tahta parçasının onun için farklı bir anlamı vardır ve bu anlamı da o tahta parçasına çocuk kendisi yüklemiştir. Yani bu halüsinasyon değildir, dışsal bir gerçekliğe bağlıdır. Tabii bende bu oyuna katılabilirim ve "evet bu bir gemi, hadi beraber oynayalım gemiyle", diyebilirim. Böylece paylaşılmış oyun başlar. Bu da sanatın alanıdır, çünki ikimiz de hemfikirizdir: Bu güzel bir renk, güzel bir resim ya da güzel bir tiyatro oyun.
Eğer içsel gerçeklik hakimiyet kurarsa, daha güçlüyse, geçiş alanı çöker. Mesela görürsünüz ki, oyun içinde içgüdüsel güçler çok ön plana çıkarsa, çocuk sürekli kazanmak isterse, ya da öfkesine, sevgisine, herhangi bir duygusuna hakim olamadığı için birisine vurmak isterse, oyun bozulur. Zaten bilirsiniz, öteki çocuk da "ben artık oynamak istemiyorum", der. Aynı zamanda dış gerçeklik çok güçlü bir müdahalede bulunursa da oyun bozulur. Winnicott'un takipçilerinden bazıları, özellikle de tanınmış takipçisi Christopher Bulass demiştir ki, "geçiş alanı kendilik için bir alandır ve dışsal gerçeklikle etkileşime girilen alandır. İki kişi arasında olup biteni kavrayabilmek için başka bir kavrama ihtiyacımız vardır. Bu da 'ara alan'dır". Bu alan, iki geçiş alanının buluştuğu alandır. Bazıları da analizin geçekleştiği alanın bu ara alan olduğunu savunur. Analizanın geçiş, alanı oyun alanıyla, analistin geçiş alanı, oyun alanı, burada buluşur. Winnicott'dan bir alıntı yapar: "Bütün anlamlı insan ilişkileri, iki oyun alanının örtüştüğü yerde gerçekleşir".
Yetişkinlikte düzeltici bir deneyim yaşanması ihtimaline ilişkin soruya cevaben:
Eğer sorunuz "analiz düzeltici olabilir mi?", sorusuysa, buna cevap veremem, kim bilebilir ki... Ama eğer soru çocuğun başka birisine dönüp onunla kendisi için daha besleyici bir ilişki kurma kapasitesi olup olmadığıysa, evet çocuğun böyle bir kapasitesi vardır. Tabii bu çok zor olacaktır, çünkü çocuk travmatize olmuştur, ama bu mümkündür.
Analizle ilgili mesele karışık çünkü analizle ilgili farklı kavramlaştırmalar var. Bazıları analizi düzeltici bir deneyim olarak, bazıları ise bilginin alanı olarak görürler. Buradan elde edilecek bilginin, kişiye, uğranmış olan kaybı kabullenme gücünü vereceğini savunurlar.
Analistin nesne kullanımına izin vermesiyle geçiş nesnesi kavramı arasındaki ilişkiye dair soruya cevaben:
Geçiş alanında tam bir öznellikten, nesnenin ben olmayan bir varlık olarak tanınmasına doğru bir hareket vardır. Bu nesnenin bebek tarafından içgüdüsel güçlerinin hedefi olarak kullanılması gerekir. Bu da demektir ki, Winnicott'ın dediği gibi, nesne heyecanla sevilebilmeli ve heyecanla parçalanabilmelidir. Yani bütün duyguların hedefi haline gelebilmelidir. Nesnenin kullanımı budur. Nesnenin buna dayanması gerekir. Eğer o anda yok etme ön plandaysa, nesnenin yok edilmesi gerekir. Ama yine de hayatta kalmalıdır. Eğer nesne yok edilmeyi engellerse, bebek büyük bir hayalkırıklığıyla kalır ve saldırgan duygularını kendisine yöneltebilir. Çünkü bebek şunu deneyimler: Nesne yıkıma izin veremeyecek kadar zayıftır. Eğer buna izin verirse gerçekten yok olabilir. Böyle olursa paradoks yokolur. Çünkü, nesne hem yok edilebilir olmalıdır, çünkü bir tarafıyla ben olandır o, hem de yok olmaz çünkü bir tarafıyla da ben değildir, yani hem yok edilir hem de hayatta kalır. Çizgi flimleri düşünün. Orada her türlü vahşet gerçekleşir ama hiçbir şey olmaz. Winnicott analizde de bunun gerçekleştiğini söyler. Analiste bir imge olarak saldırılır, yok edilir, ama analist hayatta kalır.
Geçiş nesnesi ile ara alanın ilişkisine dair soruya cevaben:
Ara alan sadece iki kişi arasındaki alana verdiğimiz bir isim. Kendiliğin bireyselliğinin içinde bir ara alandan bahsetmemiz mümkün değil. Geçiş nesnelerine gelince de onların nasıl kullanıldığı çok önemli. Geçiş nesnelerinin önemli bir gerçekliği vardır ve bir süre sonra bu yaratıcılığa dönüşebilmelidir. Geçiş nesnesi sadece sahip olunan bir şey olarak kalırsa, oyun alanı kaybolur, nesne bir fetişe dönüşür. Cinsel anlamda olmasa da bir fetiş haline gelir, akışkanlığını kaybeder.
Kohut'un "kendiliknesnesi" kavramıyla geçiş nesnesinin karşılaştırılmasına ilişkin:
Benim anladığım kadarıyla kendilik nesnesi kavramı Winnicott'un "öznel nesne"er olarak adlandırdığı nesneye karşılık geliyor. Yani bunlar kendiliğin uzantısı. Eğer bu doğruysa Kohut'un kendiliknesnesi derken bahsettiği şey, geçişten önceki döneme ait. Halbuki geçiş nesnesi dediğimizde, bu nesne öznel nesneden nesnel nesneye doğru bir hareketin içinde varolan nesne, yani sabit bir şey değil, her zaman bir hareketi içeriyor. Kendiliknesnesi, ya da Winnicott'un "öznel nesne"si ise, tümgüçlülük düşleminin bir parçası, birincil narsizme denk düşüyor. Geçiş için hayalkırıklığı yaşanması önemli.
"Öznelerarasılık", "analitik üçüncü" ve "ara alan" kavramlarının ilişkisine dair:
Öznelerarasılık tabii bu kavramlardan doğan bir şey. Ama analitik üçüncü bence biraz farklı. Analitik üçüncü, iki alan karşılaşınca olan şey. Yani ara alan iki öznenin arasındaki bir alan, ama analitik üçüncü bu alanda yaratılan, canlandırılan, ortaya çıkan şey.
"Küçük Prens"deki şapka örneğine ilişkin:
Saint-Exupéry'nin dediğine göre, hiçbir yetişkin bunu anlayamaz. Winnicott'un tasvir etmeye çalıştığı, buradan nereye gittiğimizdir. Çünkü eğer yetişkin olarak kalırsak, orada olan biteni asla anlamayız, ama eğer Küçük Prens'le tam olarak hemfikir olursak da, bu sadece yılan tarafından yenen bir fildir. Winnicott'a göre ikisi de doğrudur: Hem bir şapkadır, hem de yılan tarafından yenen bir fil. Eğer kesinlikle şapka olmadığı konusunda Küçük Prens'le hemfikir olursanız, sanrının, düşlemin alanında kalmış olursunuz.
Bunun en trajik örneği bir analiz süreci sırasında çok güçlü bir erotik aktarım olması, analistin de "peki, hadi yatağa gidelim", demesidir. Böyle olduğu zaman oyun alanı bozulur ve ikisi de düşlemin alanına girerler, bu da çok trajiktir. Aslında bu çok basit bir şeydir, hepimiz bunu biliriz. Ama farkında olmadan tekrar tekrar olan bir şeydir. Burada da olan şudur: Farkında olunmadan hastanın oyun alanına girilir, ve bu da canlandırma (enactment) dediğimiz şeydir. Böyle bir durumda geri çekilip ne yapıyor olduğumuzu düşünmemiz gerekir. Modern psikanalitik kuramda, bundan kaçınılamayacağı, bu canlandırmanın her zaman gerçekleşeceği söylenir. Ancak önemli olan geri çekilip, bunun üzerine düşünüp, bunu yorumlamaktır, bu gidiş gelişi yapabilmektir.
Yetişkinlikte oyuna dair:
Bu oyun alanına duyulan heyecana ve yetişkinlerin oyuna girebilme becerisine bağlıdır. Çocuk tamamen içine girer oyunun, oyun tamamen gerçeklik haline gelir. Yetişkin için durum daha karmaşıktır. İçgüdüsel güçler ön plana çıkar. Kazanmak için oynanır mesela. Önemli olan oyunun neden oynandığıdır. Oyun rakibi yok etmek için mi oynanıyor, yoksa sportmence bir keyif almak için mi oynanıyor. Winnicott der ki, oyun genellikle yetişkinlikte yaratıcılığa dönüşür, sanata dönüşür. Eğer buna dönüşmüyorsa, yetişkinlikte oyun farklı birşeydir.
Oyunda rekabetin yerine dair:
Eğer bu oyuna renk katıyorsa devam edebilir. Ancak çok güçlü bir hale gelirsede oyun bozulur. Mesela kaybetmeye hiç tahammülü olmayan bir çocukla oynayamazsınız, çünkü burada oyun için gerekli olan akışkanlık bozulur. Çocuğun, karşılanması gereken bir takım içsel ihtiyaçları vardır. Mesela ortada rekabet, kıskançlık varsa, bu da birşeyleri bozabilir ve tabii ki bunlar analizi de bozabilir. Bunların oyunda hiç varolmamaları gerektiğini söylemiyorum, tabii ki belirli düzeyde rekabet ve kıskançlık oyunda olacaktır. Ama aşırı bir hale geldikleri zaman, oyun bozulur çünkü oyunculuk ortadan kalkar.
Yaratıcılık ve süblimasyon arasındaki ilişkiye dair:
Bu farklı bir dil. Süblimasyon derken ne kastediliyor? Winnicott bu kavramı hiç kullanmaz. Ama kullanıldığı zaman genelde bir sembolleştirme kastedilerek kullanılır. Ama mesela bir cerrahın ameliyat odasında agresyonunu dışa vurduğunu, süblime ettiğini söylersek, oyunculuk nerede kalır?
"Masud Khan'ın Winnicott'la Analizi" hakkında:
Makalede Winnicott iş başında, bu kavramları kullandığı varsayılabilir. Linda Hopkins'e göre müthiş hatalar yapılıyor. Bu malaleyi okurken, Winnicott'ı suçlasak da, Winnicott'ın ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışsak da, bir tarafıyla okuması korkutucu olan bir makale. Ama yine de, başka yerlerle de ilgili çok önemli olmakla birlikte, İstanbul için özellikle önemli anlamlar içeriyor. İstanbul için de geçerli olan bir şey, eski analistle eski analizan arasındaki ilişki, eğer meslektaşsalar, mesele haline gelebilir, çünkü küçük bir topluluk söz konusu ve bir şekilde karşılaşmalar kaçınılmaz. Yani bir gün divanda uzanırken bir gün burada toplantıda yanyana oturabilirsiniz. Eski analistinizin makalesini eleştirmek durumunda olabilirsiniz. Eğer çok ahlakçı, süperegonun konumundan bakmak isterseniz, burada olup bitene yanlış denilmesi de mümkün tabii, ama tartışmak gerekir.
Altını çizdiğimiz, makalenin de altını çizdiği nokta şu ki, mesele aslında saldırganlığın ele alınmamasından ziyade, kucaklamadan yorumlama aşamasına geçilememesi. Eğer bunu bir hata olarak kabul edeceksek, Winnicott'ın bu hatayı nasıl yaptığını görebiliriz. Winnicott nesnenin oyun alanında olan bitene, oyun alanındaki saldırganlığı tahammül göstermesi gerek tiğini düşünüyorsa, saldırganlığı da oyun olarak görüyorsa, yaptığı tam da bu tahammülü göstermek ve kucaklamayı gerçekleştirmek. Winnicott'ın bakış açısından, bu saldırganlığı yorumlamak analizan tarafından intikam alınması olarak deneyimlenirdi, ve analistin buna tahammül edemediğini deneyimlemesine sebep olurdu. Bir çok kişi, Winnicott da dahil, yorumun saldırgan bir eylem olduğunu düşünürler. Fransız bir analistin bunun üzerine bir kitabı da vardır. Adı da "Yorumun Vahşeti"dir. Bir bakımdan doğrudur bu. Yorumun amacı, hastanın düşünme biçimini bir şekilde değiştirmektir, yanılsamasını kırmaktır. O nedenle de saldırgan bir eylemdir. Winnicott yorumu, analistin kendi hastaya duyduğu nefretiyle başetme yolu olarak tanımlar. "Hastamdan neden nefret edeyim, ben hastamı seviyorum, sadece yardım etmeye çalışıyorum", diyebilirsiniz. Ama kendinizi kandırıyorsunuzdur.
Soru: (Teyp kaydından çözülemedi)
Cevap: Winnicott'un çocuklarla ve erken dönem deneyimleriyle çok fazla çalıştığı doğru ama şunu da hatırlamalıyız ki, çok ağır şizofrenlerle de çalıştı. Karşıaktarımla ilgili ilk makalelerden birinin yazarı da Winnicott'tır: "Karşıaktarımda Nefret" makalesi. Burada psikotik bir hastayla yaptığı bir çalışmayı anlatır. Çok ağır hastalarla başa çıkmak gerektiği için de zaman zaman hastasının elini tutar, ona battaniye verir, seans odasına girer, çıkar. Bunları yapmakla da hastanın tamamen çökmesini önlediğini düşünür. İkinci olarak entegrasyon meselesine bakarsak, bu da analizi nasıl kavramlaştırdığımıza bağlı. Eğer analizi, analistin idareyi ele aldığı ve bir biçinde hastayı düzelttiği bir süreç olarak ele alırsanız, o zaman başka bir şey istemek durumundasınız, ama eğer analizi bir alan olarak görürseniz bu alana hasta ne getiriyorsa onu getirir. Analist de hasta her ne getirdiyse onunla o anda varolmasına yardım eder. Değiştirme amacını gütmez . O zaman da entegrasyon olur ya da olmaz, bu hastaya bağlıdır.
Winnicott'ın analizden geçip geçmediğine dair soruya cevaben:
Winnicott eğer analizden geçmeseydi olduğu şeyi, yani ünlü bir yazar, psikanaliz derneğinin üyesi, eğitim analisti olamazdı. Bildiğim kadarıyla iki analisti oldu. Birincisi James Strachey, Freudyen bir analist, ikincisi de Kleinyen bir analist olan Joan Riviere. Kendisi de Klein'dan süpervizyon aldı. Önce analist olmak için, sonra da eğitim analisti olmak için yapılması gereken her şeyi uygun biçimde yaptı. Yirmi yıl süren analiz meselesine gelince, buna da çok fazla şaşırmamak lazım. İngiltere 'de analizler genelde uzun sürer zaten. 8-10 yıl normaldir. 20 yıl biraz fazla ama yine de şaşırtıcı değil, özellikle de o yıllar için şaşırtıcı değil.
Analizin başarısına dair:
Bir takım durumları idealize etmemeyi öğrenmemiz gerekiyor. Yani hataları ön plana çıkarmak kolaysa da, burada bir hata var mı tam olarak bile bilemiyorum. Bazı insanların içsel dünyası o kadar güçlüdür ki, bu içsel dünyadaki keşfi kendileri gerçekleştirmek durumundadırlar. Analist bunu benim için yapacak diye düşünürsek, düşlemimiz buysa, başarısızlık kaçınılmazdır. Analiz bir yolculuktur. Bu yolculuğa çıkacak olan benim, analist de ben bu yolculuğu yaparken benim yanımda duracak olan kişidir. Bazı analizler başarılı olur, bazı analizler başarısız olur. Başarısız analizlerden bazıları da meşhur analizlerdir. Zaten meşhur bir analiz değilse bundan çok da haberimiz olmaz. Khan'ın patolojisi çok açık ve bilinen bir patolojiydi ve dolayısıyla da herkes bu analizin başarısı üzerine yorum yapabilecek durumdaydı. Ama başka herhangi birisinin analizine bakarsak da, orada analizin başında mesela saplantılı bir insan olarak girebilir analize, ve analizden çıktığında da hala saplantılı bir insan olabilir. Ya da analize girerken biraz melankoliktir, çıktığında da hala biraz melankoliktir. Dışarıdan birisi bunu çok kolay farkedemezse de böyle olabilir.
Burada çok küçük alıntılardan bir takım genelleştirmeler yapıyoruz. Aslında saldırganlığa hiç dokunmadığını düşünüyoruz Winnicott'un, ama bu biraz tuhaf olurdu herhalde. Çok daha muhtemel olan, bir takım yorumları yaptığı, ama analizanın bunları almadığıdır. Siz de kendi pratiğinzde göreceksiniz ki, bazen bir şeyi yorumlarsınız, hiçbir şey değişmez, on kere yorumlarsınız, hiçbir şey değişmez, ikibin kere yorumlarsınız, hatta hasta bu yorumları artık kendisi yapmaya başlar, ama yine de hiçbir şey değişmez.
Hatırlamalısınız ki bazı bozukluklar analizle değişemez. Buna alternatif, daha mı iyi, daha mı kötü bilemem, Khan'ın analist olmasına izin verilmemesiydi belki. Kendisi de aynı zamanda bir kuramcı, çok önemli bazı makaleler yazdı. Makalelerinin çoğunu kendi deneyiminden yola çıkarak yazdı. Orada gördüğümüz temalar, saldırganlık değil, alkolizm değil, manik depresyon değil, perversyon. Bu da aslında çok zor değiştirilebilir bir bozukluk. Mesela Roney Laing'in de analizinin başarısız olduğunu söylerler. O kendini iyi idare etmişti. Mason'un analizinin de başarısız olduğu söylenir. Ama onun da ortalığı karıştıran fikirleri vardı, hiç de fena olmadı. Ben de doğrusu mükemmel bir analizin ürünü olmak istemezdim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder