Erotik Aşkın İmkansızlığı
Erotik Aşka Psikanalitik Bir Bakış
Mahan
Doğrusöz
Oysa ben sana neler adamıştım
Büyütüldüğümüz batı masalları prensle, prensesin (erkek ve kadının)
kavuşmasını "çatışmasız" ve uyumlu bir deneyim gibi sunar. Çocuksu
imgelem dişi ve eril prensibin -kadının ve erkeğin- bir araya gelişini içsel
her türlü gerilimden arınmış bir bütünleşme gibi deneyimler, kadının ve erkeğin
ruhsal ve masalsı bir gizle perdelenen bedensel "bütünleşmesi" sanki
birbirinden farklı ama birbirinin dolayımıyla bütünlenen iki ayrı varlığın
dansı gibi resmedilir. Bu çocuksu imgelemin ve insanlığın "çocuksu"
yanının fantezisidir büyük bir olasılıkla. Oysa, doğu masalları içinde
yaşadığımız gerçekliği ne kadar da iyi resmeder. Aşk, kadının ve erkeğin, dişil
ve eril prensibin kavuşmasındaki imkansızlığı anlatır. Aşk bir arayış ve yıkım
süreci olarak betimlenir. Aşk, olabildiğince içsel bir deneyimdir doğu
masallarında, kahramanın imgeleminde doğan, onu gerçek hayatın patikalarında
"münzevi" eden, "ben"liğin yıkımını hızlandıran, egoyu
parçalayan, gerçeklik hissini elinden alan, aşkın "nesne"siyle olan
bütün bağları kesen ve ruhsal bir dönüşümü şekillendiren bir deneyim. Doğu
masallarında anlatılan "olgun" aşktır aslında, çünkü asla naif
değildir.
Masalsı olandan/fanteziden gerçekliğe geçtiğimiz alan bu çerçevede doğu
masallarının temalarına son derece yakındır. Yetişkin hayatın
"masalsılıktan" arınmış çıplak gerçekliği bizi, solipsistik
evrenlerinde kendi fantezilerini deneyimleyen kadının ve erkeğin "trajik"
çatışmasına taşır. Modern yaşamın bütün göstergelerine bakıldığında, kadının ve
erkeğin iki ayrı fantezi dünyası olduğunu görmek hiçte zor değildir. Yaşam bu
fantezilerin uzlaşmazlığından doğan bir gerilim üzerine kuruludur. Aşk, belki
de bu gerilimi en derinden deneyimlendiğimiz andır. Aşkın belki de bu kadar
hayal kırıklığı yaratması, bu oranda derin narsisistik kırılmalara yol açması
kurgusal olanla, "gerçek" olan arasındaki bu uzlaşmaz mesafeden
kaynaklanmaktadır, çünkü "fantezi" onu deneyimleyen kişi için o oranda
gerçektir, ve reel hayatın göstergelerinden çok daha derin bir kaynaktan,
bilinçdışından beslenmektedir.
Bizi aşkta harekete geçiren bütün temalar bilinçdışı bir kaynaktan
beslenir. Aşkın bu oranda kontrol edilemez bir deneyim olmasını açıklayan da budur.
Aşk, istemli bir seçim, kontrol edilebilen, engellenebilen, ertelenebilen bir
deneyim değildir. Aşk bir seçim değildir, bu anlamda bilincin alanında yer
almaz. Aşk içine düşülen, bizi merkezine doğru çeken, benliği hakimiyetine alan
bilinçdışı bir süreçtir. Aşkın bir hastalık olarak tanımlanmasının altında
yatan da budur. Aşk aynen bir hastalık gibi, beklenmedik bir zamanda, şiddette
ve formda gelir, bedeni ve ruhu hakimiyeti altına alır, bizi bitkin düşürür,
egonun gücünü, savunma mekanizmalarımızı -gündelik hayat içinde ayakta kalmak
için geliştirdiğimiz binlerce küçük oyunumuzu- elimizden alır. Aşkla beraber
regrese oluruz. Yetişkin kimliğimiz dikişlerinden sökülür, bütünlüğü zedelenir,
rasyonel yanımız sendeler, eski akıllı, bütünlüklü, yetişkin kişi değilizdir
artık. İrrasyonel, çocuksu ve paramparçayızdır. Aşkın paradoksu da burada
yatar, aşka bütünleş(/n)mek arzusuyla gireriz ve bu süreçte bütünlüğümüzü ve
sürekliliğimizi kaybederiz. Çünkü aşkta ve aşk dolayımıyla bütünleşmek mümkün
değildir. Aşk ve benlik ilişkisine bu yönüyle de bakıldığında, doğu
masallarında resmedilenle ne kadar iyi örtüştüğünü gözlemlemek mümkündür. Doğu
masalları “aşkta yaşanan deneyimi” –batı masallarının aksine- benliğin
parçalanması olarak tasvir eder. Batı masallarında dişinin ve erilin
bütünleşmesini tasvir eden nihai sona oranla, doğu masalları benliğin
çözülmesini içeren sancılı bir süreçtir.
Mutlu Aşk Yoktur
Aragon
Aşkta bütünleşmeyi imkansız kılan şey nedir? Psikanalitik kuramın gücü,
aşk denen olguyu (yangını/hastalığı/uzlaşmaz deneyimi/yıkım sürecini/şiirlerin,
edebiyatın, masalların alanında tasvir edilen o sarsıcı deneyimi) bütün
karmaşası, irrasyonelitesi, gerçek üstü diliyle deşifre edebilmesinden ve
anlaşılır kılmasından gelmektedir. Evet, aşk bir hastalıktır, gündelik yaşamı,
algıyı, deneyimleri, rutinleri parçalayan, ayağımızın altındaki toprağı
erozyona uğratan, rasyonel yanımızın "tutulmasına" yol açan, bizi
sendeleten, algı kapılarımızı açan, hayal gücümüzü, spontan, çılgın ve toplum
dışı yanımızı katalize eden, rüyalarımızı, bilinç dışının dehlizlerini
hakimiyeti altına alan bir hastalık... Evet, bir tür büyü, tutulma...ve
psikanalizin gücü bilimin rasyonel paradigmasının algı kapılarından dahi
geçemeyen o "yakıcı", "ölümcül" deneyimin derinliklerine
inebilme gücünden ve yetisinden geçmektedir.
Aşkın İmkansızlığına Psikanalitik Bir Bakış
Psikanaliz bize kadının ve erkeğin
"bütünleşme"sini mümkün kılacak bir aşk deneyiminin imkansızlığı
konusunda ne tür ipuçları verir? Psikanaliz en temelde bunu kadının ve erkeğin gelişimsel
öykülerinin son derece farklı izleklerini tanımlayarak yapar.
Yetişkin kadın ve erkek cinselliğinin temellerini oluşturan ödipal dönem
cinselliğinin ilk uyanışı sürecidir. Oysa kız ve erkek çocuğu, ödipal süreci
bütün yetişkin cinselliğe damgasını vuracak biçimde “farklı” biçimlerde
deneyimler. Cinselliğin uyanışı, cinsel kimliğin şekillenmesi ile paralel bir
süreçtir. Bu uyanış ve “oluşum” sürecinde her iki cinsin gerçekleştirmek
zorunda kaldığı gelişimsel aşamalar ve deneyimlediği korkular birbirinden son
derece farklıdır. Kız çocuğunun toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşumu - anne
ile süreklilik, anne "gibi" oluş, anneyle "özdeş"leşme
üzerine kuruludur. Kız çocuğu, anneyle doğumda başlayan “birlik” duygusunu
devam ettirmek, anneyle deneyimlediği özdeşim sürecini sürdürmek zorundadır.
Kız çocuğu dişi olmanın anne gibi olmak olduğunu öğrenir. Bu çerçevede kız
çocuğunun gelişimsel “ödevi” erkek çocuğuna oranla son derece kolaydır çünkü
anne son derece yakından bildiği, dokunduğu, kokladığı, taklit ettiği, birlik
duygusunu en yakından deneyimleyegeldiği “öteki”dir. Kız çocuğu anneyle özdeşim
dolayımıyla dişil bir cinsiyet kimliğini oluşturur. Özdeşim dolayımıyla kurulan
dişil cinsiyet kimliği kız çocuklarında ilişkisel benliğin temellerini atar.
İlişkisel benlik, kız çocuklarının (ve daha sonra kadınların) benliklerini
ilişki dolayımıyla tanımlamaları anlamına gelir. Bu çerçevede kız çocuğu için
kendisi/benliği ötekinden kopuk bir “entite” değildir. Kız çocuğu kendi
benliğini bir “devamlılık” içinde deneyimler.
Peki, kız çocuğunun ödipal süreçte yüzleşmek ve başa çıkmak zorunda
kaldığı zorluklar ve bu çerçevede oluşan korkular nelerdir? Bu süreçte kız
çocuğununda oluşan iki temel korku söz konusudur. Birincisi kız çocuğunun
babayı erotik nesne olarak seçmesi ve bu çerçevede anneyle oluşan rekabet
dolayısıyla annenin sevgisinin kaybetme korkusu. Özellikle Ethel S.Person kız
çocuğu için, en temel sevgi kaynağı ve bakım sağlayan “öteki”yle/anneyle
rekabete girmenin kız çocuğu için ne kadar kaygı yaratıcı bir süreç olduğunu
dile getirir. Kız çocuğu özdeşim nesnesi anneyle rekabete girerken, tamamen
muhtaç olduğu annenin sevgisini ve bakımını kaybetme riskini de yaşamaktadır
(bu olgu ileride göreceğimiz biçimde kadınların diğer kadınlarla açık bir biçimde
rekabete girme korkularının temelini de açıklar. Anneyle özdeşim dolayımıyla
şekillenen ilişkisel benlik açıktan açığa rekabet yerine, üstü örtük bir
rekabet biçimini şekillendirir.)
Babayı erotik nesne olarak seçme süreci başka bir korkuyu da beraberinde
getirmektedir: baba tarafından zedelenme korkusu. Küçük kız çocuğu, baba ve
kendisi arasındaki cinsel organ farkı dolayısıyla cinsel organlarının zarar
görmesinden korkar. Özellikle Karen Horney, kadınların tecavüz ile ilgili
korkuların temelini ödipal süreçte kız çocuğu ve baba arasındaki bu
“eşitsizliğe” bağlar.
Oysa, erkek çocuğunun gelişimsel süreci, kız çocuğuna oranla son derece
zorludur. Erkek çocuğunda, cinsiyet kimliğinin oluşumu iki aşamalı bir süreci
içerir: anneden ve "içsel" olan kadınlıktan ayrışma/kopuş, ilk
özdeşim figürü anneyi "olumsuzlama" ve babayla özdeşleşme. Kız
çocuğunun devamlılık üzerine kurulu sürecine oranla, erkek çocuğu kopuş ve
olumsuzlamayla başlayan ve yeni bir özdeşim süreciyle sonlanan ikili bir süreç
yaşamak zorundadır. Bu sürecin zorluğunu anlamak için -sanırım- sadece
çevremize bakmamız yeterlidir. Erkeklerde evrensel olarak gözlemlediğimiz
dişiliğe/kadınlığa regrese olma/gerileme korkusu, dişil olanın
aşağılanması/dışlanması, erkeklerin içsel dişil yanlarına karşı duydukları
korku, kadınlar tarafından yutulma ve anneye gerileme korkularının kökenleri,
bu gelişimsel sürecin zorluklarında yatar. Aslında bu zorlu gelişimsel süreç bütün
misojin erkek kültürünün ve şişkin machismo kültürünün temellerini de
açıklayacak güçtedir.
Bu gelişimsel süreçte erkek çocuğunun yüzleşmek zorunda olduğu içsel
deneyimler ve bu çerçevede gelişen korkular en az kız çocuğunun ki kadar
şiddetli ama o oranda da farklıdır. Erkek çocuğu anneyi arzulama ve bu
çerçevede babayla oluşan rekabet sürecinde baba tarafından cezalandırılma
korkusu yaşar. Devasa bedeniyle baba, annesini arzulayan küçük erkek çocuğunu
zedeleyecek güçtedir. Bu evrensel ve (bilinçdışı) iğdiş edilme korkusunun
temellerini atan korkudur.
Son dönem analistler, bu süreçte erkek çocuğunun deneyimlediği
narsisistik yaralanmanın da altını çizer: erkek çocuğunun, babanın cinsel
gücünün yanında hissettiği yetersizlik duygusu. Kız çocuğunun babanın devasa
bedeniyle imgeleminde karşılaştığında yaşadığı zedelenme/yaralanma korkusunun
yerini erkek çocuk da derin bir yetersizlik duygusu alır. Babanın anneye haz
vermeye muktedir “eril cinselliğine” oranla erkek çocuğunun “küçüklüğü ve
yetersizliği”. Evrensel penis kıskançlığı olgusunun temellerini atan da budur.
Ayrıca, erkek çocuğu bu süreçte anne tarafından cinsel bir nesne olarak
reddedilme deneyimini de yaşar. Annenin erotik nesnesi oğlu değildir. Rekabette
öne çıkan kişi babadır ve erkeklerde cinsel nesneyi kaybetme korkusunun
temellerini atan tam da bu korkudur.
Ergenlik dönemi her iki cins için çocuklukta başlayan izleklerin ayrımını
daha da pekiştirecek güçtedir. Ergenlikte her iki cins hem bedensel farklar,
hem de toplumsal cinsiyet kimliklerinin çocukluktaki kökleri dolayısıyla daha
da farklı iki sürece girer. Erkek çocukları kolaylıkla uyarılabilen bir cinsel
doğaya sahiptir. Erkek cinsel uyarımının görünür ve aynı oranda istemden yarı
bağımsız cinsel doğası, erkek cinselliğine damgasını vurur. Ergenlik sürecinde
erkek kontrolü dışında kolaylıkla uyarılan ve “görünür” olan bir cinselliğin
uyanışını gözlemler. Yine bu süreçte erkekler için cinsel performansın
“ilişki”nin önüne geçtiğini gözlemleriz. Bu haz için ilişkiyi feda etme
eğiliminin (cinselliğin ve ilişkinin yalıtılması) kökenlerini ödipal süreçte
erkek çocuklarının yaşamakta oldukları zorlu süreçte bulmak mümkündür. Erkek
olma sürecinde, anneden ayrılmak için anneyi olumsuzlamak zorunda kalan erkek
çocuğu, cinsel nesneye duyulan arzuyu, ayrışma ile koşut olarak algılar. Bu da
cinsel nesneyle ilişkisel bir birlik deneyimini zorlaştırır (hatta imkansız
kılar). İlişkisel birlik, zaten anneye gerilemeye, anne tarafından yutulmayı ve
dişiliğe (dişi evreye) geri dönüşü çağrıştıracak kadar güçlü bir deneyimdir. Ve
erkek çocuğu için cinsellik, ilişkiden yalıtılır. Bu bize erkeklerin
ergenlikten itibaren karşı cinsi “insancıl” bütün yönlerinden ayrıştırarak,
sadece bir cinsel nesne olarak algılayabilmelerin de kökenlerini de
açıklayabilir.
Ayrıca bu dönemde, erkek çocuğunun gelişimsel süreçte anneyle yaşamış
olduğu hayal kırıklarıyla bağlantılı olarak geliştirdiği sadistik fantezilerin
doğuşunu da gözlemlemek mümkündür. Karşı cinse karşı geliştirilen bütün
sadistik fantezilerin kökenini erkek çocuğunun annesiyle ilişkide deneyimlediği
narsisistik kırılmalara bağlamak mümkündür. Öfkeye dönüşen narsisistik kırılmalar ödip öncesi dönemin yutucu
annesi, anal dönemin cezalandırıcı annesi, ödipal dönemin reddeden annesinin
izlerini taşıyabilir.
Oysa, ergen kız son derece faklı bir izlekte ilerlemektedir. Çeşitli
yazarların ve hatta Freud’un yazılarında karşılık bulacak şekilde “kadınlığın
gizemi” olarak nitelendirilecek kadın cinselliğinin ergenlikteki görünümü,
erkek çocuklarının tam zıttıdır. Kızlar, ergenlikte kendileri için dahi gizem
taşıyan bir cinsellikle yüzleşirler. Kadın cinsel uyarılma ve hazzının görünmez
doğası ve kadın cinselliğinin erkeklere oranla görece zor uyanan doğası, dişil
cinselliği kız çocukları içinde gizemli bir sis perdesi ardında saklar. Kadın
toplumsal cinsiyet kimliğinin ilişkiyi cinsel hazzın önüne yerleştiren yapısı
da kız çocuklarını cinselliği sadece bedensel bir haz olarak keşfetme eğilimde
olan erkeklere oranla ilişkinin koruyucuları haline getirir. Person özellikle
ergen kızların ödipal süreçte anneyi kaybetme korkularından kaynaklanan bir
biçimde kopmadan/ayrışmadan/yalnızlaşmadan korkarak ilişki adına hazzı feda
etme eğiliminde olduklarını dile getirir.
Hazzın peşindeki ergen erkek ve ilişki peşindeki ergen kız çocuğu yetişkinlik
sürecinin eşiğindedir. Karşımızda pornografik imgelemde karikatürize formlarda
yansımalarını bulan yetişkin erkek cinselliği ve aşk romanları ve “pembe”
dizilerde karşılığını bulan kadın cinselliğinin uzlaşmaz yapısı belirir.
Pornografik imgelemde karşımıza çıkan ve erkeğin kolektif bilinçdışının
dinamiklerini yansıtan performans odaklı ve o oranda ilişkiden
arınmış/yalıtılmış bir cinsellik durmaktadır. Performans korkuları ile
güdülenen ve ilişki tarafından yutulma kaygılarına karşı güçlü bir yalıtmayla
şekillenen bu eril cinsellik, dişil göze son derece mekanik görünmektedir.
Oysa, psikanalitik bakış açısı bize bu mekanik, performans odaklı ve yalıtılmış
cinselliğin gerisindeki “erkek çocuğunu” gösterir. Anneye/dişiye/dişiliğe
gerilemekten korkan, babanın “gücü” karşısında yetersizlik yaşayan, baba
tarafından cezalandırılmaktan korkan erkek çocuğunu.
Person, aynı zamanda erkeklerin eş zamanlı çok eşli (ama o oranda da
birbirlerinden haberdar olmayan partnerlerle) ilişkilerinin kökenini ödipal
süreçte erotik nesneyi kaybetme korkusuna (ve reel deneyimine) bağlar. Bu aynı
zamanda pornografik imgelemde, merkezdeki erkeği çevreleyen erotik “nesne”lerin
“çok”luğunu da açıklayan bir olgudur. “Nesne”lerin çokluğu, kaybetme korkusuna
karşı bir kalkan görevi görür.
Yetişkin erkek cinselliğinde gözlemlenebilecek sadistik öğelerin
kökenlerini anne çocuk ilişkilerinin değişik dönemlerinde bulmak mümkündür. Daha öncede belirtildiği biçimde sadistik
formlarda ifadesini bulabilecek narsisistik kırılmalar ödip öncesi dönemin
yutucu annesi, anal dönemin cezalandırıcı annesi, ödipal dönemin reddeden
annesinin izlerini taşıyabilir.
Oysa, yetişkin kadın cinselliği ödipal dönemde temellendiği biçimiyle
ilişki odaklı bir cinsellik olarak karşımıza çıkar. Kadın cinselliğinin
ilişkiyi cinsel hazzın önüne koyma eğilimdeki yapısı, ilişkiyi kaybetme
korkusuyla beraber cinsel hazzı feda etme eğilimi, cinsellik ve ilişkiyi bir
bütün olarak algılama eğiliminin altında anneyle özdeşleşen, babaya duyduğu haz
ve anneye karşı yaşadığı rekabet sonucunda anneyi kaybetme korkuları yaşayan
küçük kız çocuğu yatmaktadır. Kız çocuğu için cinsellik ve ilişki bir bütündür,
cinsel arzu sevdiği ötekiyi kaybetme riskini taşır (Person kız çocuğunun anneye
karşı duyduğu bu korkunun daha sonra karşı cinse aktarıldığını dile getirir) ve
aynı zamanda cinsellik baba tarafından zedelenme/incitilme riskini de içinde
barındırır. Yetişkin kadınlarda patolojik formlarda görülen cinsel mazoşizmin
kökenlerini ödipal dönemde yaşanan aşırı suçluluk duygularına ve baba
tarafından cinsel olarak cezalandırılma/incitilme korkularına bağlamak
mümkündür. (Horney özellikle aile içinde reel anlamda varolan ve kadına/anneye
yönelik şiddetin kız çocuğunun ödipal dönemde cinselliği saldırgan bir olgu
olarak kodlamasını sağladığını düşünür.)
Bu çerçevede psikanaliz bize dişi ve eril cinsel gelişim öykülerinin
ironik zıtlığını anlatır.
Son Söz
Love reveals a repeated fury
Pablo Neruda
Neruda, aşkın bitmek tükenmek bilmeyen, sonsuz bir döngüyle ve güçle
kendini üreten doğasını dile getirir. Her aşkın, öfkeyle, şehvetle, heyecanla
şekillenen (ve kendini yeniden yeniden üreten) fırtınasının kendisini giz
perdesinin ardından belli edişini...Psikanaliz ise bu fırtınanın gücünün/
sertliğinin/ kontrol edilemezliğinin/ hırçınlığının/ yıkıcılığının köklerini
açıklayan bilinçdışı süreçleri keşfetme sürecinde yol gösterir bize. Oysa ve
yine de bilgi bizi teselli etmez...fırtınayı dindirmeye gücü yetmez...Yine ve
yeniden şair/şiir bize hatırlatır... “Mutlu Aşk Yoktur”...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder