10 Eylül 2015 Perşembe

Mahrem Pazarlık

Anne-Bebek Etkileşiminin Biyolojisi ve
Terapötik İlişkideki Mahrem Pazarlığın Doğası Üzerine Düşünceler
Malcolm Owen Slavin, Ph.D.
I.Giriş
Bebeği kulağına yaklaştır
Bir deniz kabuğuymuşçasına
Asırların sesini duyarsın
Gelecek asırları öngören
Kim çözebilir bebeğin esrarını?
Ve hangisi daha yaşlıdır,
Dinleyici mi yoksa onun ufak ağırlığı mı?
Kucaklanan mı yoksa kucaklayan mı?
E.B. White
Rahim-içi yaşamla ilk bebeklik arasında, muhteşem doğum eylemi durağının zannettirdiğinden daha fazla süreklilik vardır.
S. Freud
Birkaç yıl önce David Haig isminde Harvard'lı bir biyoloğun yürüttüğü uzun süreli bir araştırma projesini okumaya başladım (1993-1995). Sizin de duyacağınız gibi Haig'in araştırması, iki bireyin -fetus ve anne- karşılıklı biçimde hassasiyetle ayarlanmış bedenleri arasında sessizce akıp giden ve ürkütücü biçimde karmaşık olan iletişim sistemini ortaya koyuyor. Haig'in anne-fetus etkileşimi üzerine araştırması, neredeyse ana rahmine düşme anından doğum olayına kadar, karşılıklı hassas etkinin, regülasyonun ---ve her yerde aşikar biçimde hazır ve nazır olan çatışmanın (farklı gündemler, perspektifler ve ihtiyaçlar anlamında) --- ve ilkel bedensel-temelli "öznelliklerin", makul olarak gezegendeki en mahrem ve karşılıklı ilişkinin sanal "birliği" dahilindeki gizli anlaşmalarının karmaşık hikayesini ortaya koyuyor.
Haig'in, doğum öncesinin bu ilk dansındaki moleküler med-cezirde neler duyduğuna dair sözlerini merakla dinledim. Bir erkek olarak her nasılsa sınırların azıcık dışında hissederek - dışardan bir gözlem yapmama izin verilmesi gibi bir ayrıcalığım oldu- evrimsel bir perspektiften, insan gelişimi ve psikoterapi üzerine on yıllardır süregelen düşüncede, insan deneyiminde neyin uyuma yönelik olduğuna dair kavramları dinlemeye hazırlandım (Trivers, 1974; Slavin, 1986; Slavin ve Kriegman, 1992, 1998). İzleyen satırlar, bir ölçüde teorik meditasyon ve duyduklarımın olası anlamlarının klinik uzantıları. Lütfen teorik imgeleminizin serbestçe gezinmesine izin verin ve bana katılın Peki. Haig'i izleyerek gidelim ve ziyarette bulunalım.
II. Haig'in Hikayesi
İlk Yaşamda Kalma : Annenin Kararı ve Olası Cenin Rolü
Çoğumuz -yeni yeni hayat kazanmış- insan embriyosunun, yolculuğunun ilk gün ve haftalarında, türe özgü olarak genellikle güvenlikli çevre olduğunu düşündüğümüz rahime doğru emniyetsiz geçişine -kendi hayatlarımızdan, arkadaşlarımızın ve hastalarımızın deneyimlerinden- üzülerek tanık olmuşuzdur. Tüm embriyoların %78 kadarı, bu ilk haftalarda düşerler. Olan şey şudur: anneler, embriyodaki potansiyel kusurları araştırmak, bulmak ve rahime yerleşmesini önleyerek yok etmek üzere hayati ve gelişmiş bir kapasiteye sahiptirler (Nesse ve Williams, 1994).
Yine de annenin bu ilk araştırmasının bile yalnızca nesnel ve tek-taraflı bir değerlendirme olduğuna inanmak için bir sebep yok. Haig'in araştırması şunu ima ediyor; annenin, hayatını, deyim yerindeyse, belli bir fetusa bağlamaya dair içsel hormonal değerlendirmesi, bir dereceye kadar fetusun kendi etkinliğinden kaynaklanıyor olabilir (Nesse ve Williams, 1994).
Embriyonun kendi karakterinin farkına varmaya ve düşük vasıtasıyla, aslında "intihar eğilimli yok olma" denebilecek şeye potansiyel olarak ne kadar katıldığını bilmiyoruz. Şu an biliyoruz ki daha basit varlıklar - basit organizmalar, birey hücreler- her zaman bu hayati "kararları" veriyorlar: kendilerini yok etmek - ve eğer belli bir dereceye kadar DNA'dan sapma ihtiva ediyorlarsa bu, hücre felci diye adlandırılıyor. Eğer intihar girişiminde bulunan genlerden başlıcaları (p53) iyi işlev görmüyorlarsa, yetersiz hücrelerin bazı türleri kendilerini öldürerek (ya da bağışıklık sisteminin kendilerini öldürmesine izin vererek) çekilebilir ve bazen de son derece yıkıcı tümörler oluşturmak üzere üreyebilirler.
"Ölüm içgüdüsü" (doğuştan gelen bir tür kendi kendini yok etme eğilimi) ile ilgili Kleinien metaforlar üzerine spekülatif mantık yürütme (ve bunların sıklıkla klinik kötüye kullanımı) konusunda rahatsızım ancak eğer biyolojik bir anlamı varsa bu kavram, metaforik olarak kısmen genç fetusun kendi yok oluşuna ya arka çıktığı ya da onunla mücadele etmeye çalıştığı bu ilk etkileşimlerin etrafında dolanıyor olabilir. Anne aynı zamanda (menstruasyonu önleyen ve embriyonun gelişip yerleşmesini saplayan luetinizing hormonu salgılayarak) embriyoyu himaye eder.Winnicott'ın (1950) dramatik bir abartıyla açıkça ifade ettiği gibi, "anne bebeğinden tümüyle nefret eder": başlangıçta faal bir biçimde onun niteliğini ve varlığını (kendi bakış açısından) yargılamaya başlar - ilk olarak, oldukça haşin bir şekilde, onun varlığını kolaylaştıracağına mı yoksa sonlandıracağına mı karar verir (Hrdy, 1999; Profet, 1992). [ Bu noktada bunlar sadece haddi aşan ve tacizkar fikirler, daha çok Klein üzerine olanlar ve ondan sonrakiler. Rahmin içindeki gerçek hikaye, gittikçe ilginçleşiyor]
Fetus Annenin İçsel Düzenleme Sistemine Doğru Kendi Plasenta Girişini İnşa Ediyor
Doğal seçim fetusa kendi kaderini kontrol edebilmesi için inanılmaz bir kapasite bahşetmiştir. Bu kontrol zaman içinde annenin hem fetus hem de kendisi üzerindeki kontrolü ile faal biçimde rekabet eder. Bunu duymak şaşırtıcı olabilir ama iyice yakından bakıldığında aslında fetus kendi plasentasını -annenin en derindeki varlığına giden yolu- bana kalırsa en önemli kısmı burası -annenin tam da kendilik regulasyonu kapasitesine giden yolu- kendisi oluşturuyor gibi görünüyor.
Fetus başlangıçta rahmin zengin iç yüzeyine yerleşir ve bilfiil kendisini anneden ayıran duvara uzanarak o duvarı yok edecek olan hücreler yaratmaya koyulur: endometrik spiral atardamarlar biçim değiştirir, annenin rahmindeki kan damarlarının çapı genişler. Bu andan itibaren anne, kendi vücudundaki bu damarları büzemez: çünkü bu damarlar artık fetus için besin sağlayıcı kordonlar olmuştur. Anne bu süreçte kendi içsel vaziyetini adam akıllı değiştirmeksizin ve belki de kendi hücrelerini aç bırakmaksızın besinlerin plasentaya geçişini düzenleyemez (Haig, 1993).
Çoğu araştırmacı, hamileliği oluşturma ve muhafaza etme kontrolünün aslında 7 haftaya kadar anneden bebeğe geçiyor gibi göründüğünü söylüyor. Fetus, kendi plasentasını kurarken hızla kimyasal bir sinyal (yapısal olarak annenin luetinizing hormonunu andıran) human chorionic gonadotropin, hCG'i üretecek olan organı yaratır. Şöyle olabilir: kuvvetli bir şekilde salgılanan hCG, östrojenlerle birleşerek, önce fetusun varlığını sürdürdüğünü haber verir ve daha sonra da anneyi hamileliği sürdürmeye teşvik eder (Nesse ve Williams, 1994; Trevarthan, 1987). İlk üç aylık sürede sabah hastalığına sebep olan da yüksek hCG seviyesi ve östrojenlerdir. Margie Profet'i izleyen bazı araştırmacılar hCG'yi yalnızca fetusun sağlıklı varlığına dair anneye verilen bir işaret olarak değil aynı zamanda annenin öznel konumuyla kurulan gelişmiş bir iletişim olarak da görmektedirler -iştahı, onu yiyecekler konusunda kılı kırk yaran, titiz biri haline getirir ve yaşamının ilk haftalarında potansiyel olarak fetusa zarar verebilecek olan pek çok şeyi artık muhtemelen yemeyecektir. Hamilelik hastalığı enteresan bir şekilde genellikle 14 hafta civarında, yani tam da fetusun yutulmuş olan toksinlerden daha az zarar görmeye başladığı zamanlarda düzelir.
12. haftayla beraber şu kesinlik kazanır: doğrudan annenin en derindeki fizyolojik sistemine giden yolda fetus, kendi sağlam temsilcisini geliştirir. Haig fetusun artık hamileliği önemli ölçüde kumanda ettiğini söyler.
Açıkçası, bu noktada düşükler belirgin biçimde azalır ve gerçek duygusal karmaşa, mahrem ve çatışmalı müzakere başlar. Fetus, doğrudan annenin tüm dolaşım sistemine giden en gizli sınırları ele geçirmiştir; ve ikilide hayati bir gerilim baş gösterir: fetusun gelişimindeki en temel yönlerden bazıları şimdi, geri dönüşsüz bir şekilde muntazaman birlikte yapılandırılır. Fetus kendini, kelimenin tam anlamıyla annenin içinin içinde, mahrem bir müzakerenin başından sonuna karmaşık sürecinde bulur. İşte bu etkileşimsel olayın nasıl karmaşıklaştığıyla ilgili bazı örnekler.
Besin Düzeylerinin Düzenlenmesi ile İlgili Karşılıklı Etkileşimsel Müzakere: Kan Şekeri ve (İnsan Plasentası Laktojeni-hPL).
Anne ve bebek arasında hormonal olarak gerçekleştirilen bu etkileşim (biyokimyasal işaret sistemi) genellikle annenin fetusa ne kadar anahtar besin yatırımı yapacağı ile ilgilidir. Daha kesin bir deyişle, konulardan birisi genellikle, fetusa plasenta yoluyla ne kadar kan sekeri (glikojen) aktarılacağıdır. Haig'in gözlemleri şunu ortaya koyuyor gibidir: her iki katılımcı (iki katılımcının bedenleri) anne ve doğmamış çocuk, bu konuda tamamıyla anlaşamazlar. Büyük ölçüde anlaşırlar fakat tamamen değil -ve bu karışım, yani amaçlardaki bu farklılık, onların etkileşimleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilir.
Temel olarak fetus, annenin her zaman vermek istediğinden (kendi günlük ve gelecekteki enerji harcaması için optimal olan. Gerçek hayattaki diğer çocuklarla ilgilenen, bir eş, diğer akraba ve hatta kendi kaynaklarını gelecekteki kardeşler için saklayan anneyi düşünün) biraz daha fazla kalori yatırımı yapılmasını ister. Fetus, annenin damarlarında ki kana iPL (insan plasentası laktojeni) salgılar ve bu annenin kan şekerini arttırır. Anne, kan şekerini düşürmek için daha fazla insülin salgılar. Fetus, daha fazla laktojen gönderir ki bu, annenin kendi insülinine olan duyarlılığını açıkça bloke eder ve şeker seviyesini yüksekte tutar. Bir ileri bir geri. Bir ileri bir geri. Laktojen seviyesi hamileliğin sonuna kadar 2000 defa artabilir!
Her iki taraf da diğerini optimal ihtiyacın farklılaşan versiyonları konusunda bir uzlaşma için kandırmaya çalışıyor gibi görünmektedir. Anne ve bebek aslında bir müzakere süreci ile meşgul gibi görünmektedirler- öyle ki her biri bu müzakereyi bilinçdışı, bedeni bir seviyede sürdürebilmek için karmaşık ve gelişmiş bir kapasitesiteye sahiptir. Ben, onların etkileşiminin, Beebe ve Lachman'ın (1988) anlattığı karşılıklı düzenleyici sistemin ilginç bir örneğini temsil ettiğine inanıyorum (Beebe, bireysel görüşme). Sistemin bu versiyonundaki, doğal olarak farklılaşan gündemler -kısmen farklı olan ilgiler- sistemin gerekli unsurlarıdır.
Bu müzakerede -tıpkı en gerçek gelişimsel müzakerelerdeki gibi- sağlam ve karşılıklı fayda sağlayıcı bir sonlandırmada, her iki katılımcı için de çok büyük kazançlar, özellikle de kişiler arası ve içsel bir uzlaşım, vardır. Bununla beraber yine de iki taraf da, sonucu etkileyip kendi bireysel yönlerine doğru eğerek daha fazla yarar sağlamak için beklerler.
Aksaklıklar: Hamilelik Diabeti, Preeclampsia, Testosterone Seviyeleri, Kortisol...vs.
Haig'in anlattığı rahimiçi, gelişimsel müzakereler bazen her iki tarafın da diğerinin düzenleme girişimlerine tepki olarak gittikçe daha kuvvetli bir şekilde işaret ettiği stratejik kızışmalara döner ve hormon seviyeleri, her iki tarafa da faydalı olanın üzerine çıkar. Kısacası, müzakere -belki çocuğun stratejisinin enerjisine, belki de annenin insülin metabolizmasının yapısal zayıflığına bağlı olarak- idare edilemez hale gelir. Bu, annede hamilelik diyabeti ile sonuçlanabilir -anne geçici olarak kendi insülin seviyesini düzenleme kapasitesini kaybedebilir. Diyabet, birlikte yaratılmış bir koşuldur ve aslında bu çok erken pazarlıktaki normal çatışmanın ters gitmesinden sonuçlanır. Tabii ki diyabet sonucu, ender rastlanan bir istisnadır. Katılımcılar -anne ve bebek- çoğu zaman muhtemelen başarılı bir başlangıç ilişkisinde anlaşırlar.
Belki de hormonal işaretlerin dilinin, amaçların müzakere edilmesi için bir vasıta veya mekanizmayı temsil ettiğini düşünebiliriz, tıpkı duygulanımsal, bedensel ya da sözel işaretlerin, daha sonradan, gelişim ilerledikçe vasıta olmaları gibi. Bu ilk iletişime dair en ilginç şeylerden biri, onun, ilkel ama yine de inanılmaz ölçüde özel bir pazarlık yoluyla işliyor gibi görünen karşılıklı bir kendilik ve diğeri düzenleme sistemini temsil ediyor oluşudur. Bu pazarlık, yalnızca birbirinin davranışını etkilemenin ötesinde ve ondan daha fazla bir şeydir, her iki taraf da olabildiğince derinlemesine ve doğrudan diğerinin içsel işlemlerine ulaşmaya çalışır. İşte kısa bir örnek.
Yatırım Pazarlığının Devamı:(Artan Kan Akımı ve Kan Basıncı)
24 ten 38e Kadar ki Haftalar: Hatırlayacağınız gibi fetus, kan akımını ayarlayan rahim sinirlerini ve atardamar kaslarını iş yapamaz hale getirerek, anne ve kendisi arasındaki sınırları tam anlamıyla yok etmişti. Kan akışı anneden gelse bile fetus, plasenta aracılığı ile kumandayı neredeyse ele alır. Haig, annenin kan damarlarını büzme yoluyla kan akımını hızlandırmak, böylece de kan basıncını ve kanın plasentaya akışını arttırmak için fetusun nasıl kimyasal işaretler ürettiğini anlatmaktadır. Haig, fetusun ihtiyaç duyduğundan daha az besin aldığını hissettiğinde bazen annenin kan basıncında bir artış talep ettiğini düşünüyor. Doğrusu, (binlerce hamilelikten edinilen) veriler de eğer annenin kan basıncı orta karar bir artış gösterirse fetusun yaşamasının daha büyük ihtimal olduğunu gösterir gibidir (Nesse ve Williams, 1994).
Annenin bu kan basıncı işaretleri karşısında bir şey yapıp yapmadığını ya da ne yaptığını bilmiyoruz. Ancak diyabette olduğu gibi buradaki risk de annenin bu ölümcül iletişime göstereceği nihai tepkinin çok aşırı olmasıdır. Anne kendi kan basıncı seviyesini düzenleme kapasitesini kaybedip preeclampsia geliştirebilir ki bu, hamilelikteki yüksek kan basıncının özel bir türüdür ve hem anne hem de çocuk için tehlikeli olabilir3.
Östrojen, kortisol ve testosteron gibi diğer hormonların da (anne ve bebek için) farklı optimal seviyeleri üzerindeki potansiyel pek çok pazarlığın farkına varmaya başlıyoruz. Daha fazla ayrıntıya girerek sizi sıkmayacağım. Ama tüm bu çalışmalardaki en önemli şey şu; gördüğümüz gibi, bu ikili için olağan sonuçlar ne sabittir ne de bütünüyle üzerine fikir birliğine varılmış durumdadır. Çiftin her iki üyesi için de en iyi sonuçları yapılandırmak daima, ortak ilgileri koruyacak şekilde değişen her iki partnerin de içine derinlemesine ulaşarak, yakın diyalektik pazarlık yapmayı gerektirir.
II. Haig'in Hikayesi Üzerine Düşünmek:
Karmaşık Mahrem Müzakere İçin Kapasite
Haig'in rahim içindeki yaşam öyküsünde başka hangi anlamları bulabiliriz?
İlk olarak, bir meselenin kesinlikle netleşmesini istiyorum. Haig'in hikayesini betimleyişimizden hareketle insan kolaylıkla anne-fetus etkileşiminin -insan etkileşimlerinde olduğu gibi- ileri derecede çatışmalı bir mücadele olduğu izlenimine kapılabilir. Bunun da anlaşılabilir bir izlenim olduğunu düşünüyorum çünkü farklı gündemler arasındaki bu etkileşimi tanımlayışımız, rahim içi yaşamın insanlık durumunda olabildiği kadar mükemmel ve sevgi dolu bir birlik olduğu yolundaki olağan beklentimize ters düşüyor. Yine de Haig'in öyküsü çatışmanın anne fetus arasındaki etkileşimde birincil ya da baskın boyut olduğunu hiçbir şekilde ima etmemektedir. Tam tersine, onu okuduğumda, şunu ima ettiğini söylemek daha doğru geliyor; sıradışı biçimde karşılıklı ve ileri derecede bağımlı olan bu ilişkide bile, yine de, gerçek farkların yayılmacı çizgisi mevcuttur. Bu gerçek farklar etrafındaki karmaşık etkileşimler ve müzakereler, tam da normal olarak sevgi dolu bir "neredeyse-birlik" çerçevesi dahilinde olduklarından özellikle büyük önem taşımaktadır (ve kolayca gözden kaçmaktadır). Tabii ki, hamile bir annenin öznel deneyiminde, içsel hamilelik deneyiminde bazen ön planda olan yakın, kaynaşmış birleşme duygusu baskın olabilir. Bu yüzden, çatışma boyutunu kısa ve diyalektik anlamıyla aklınızda tutmaya çalışmanızı isterdim. Terapötik ilişkideki mahrem müzakerelere göz atmaya devam ederken, "karşılıklılık matriksi içinde kolayca farkedilmeyen, yayılmacı çatışma unsurunu" nasıl adlandıracağımızı düşünüyoruz.
Ben imgelemimde -umarım bazılarınız da öyledir- biraz uçtum. Ünlü genetik uzmanı Barbara McClintock'ın, gözlem nesnesinin ne kadar mikroskopik olduğuna bakmaksızın, sürece sezgisel ve emosyonel olarak katılmasından bahsedişini hatırlıyorum. Daima "organizma için birşeyler hissederek" başlayıp, kendi biliminin "doğa kanunları" elde etme değil, "doğanın kapasiteleri"ni sezinleme olduğunu düşünüyordu ---üstü kapalı, sürecin değişmez parçası olan gelişmiş amaç ve hedefler üzerine çalışılmaktadır (Mayr, 1998).
Benim görüşüme göre kapasiteler üzerine düşünmek, rahim içi etkileşimin içeriğine odaklanmaktan daha ileriye götürüyor - daha önce olanların nasıl gelişimsel olarak doğumdan sonra olanları şekillendirip belirlediğine (ilkel öğrenme veya kimyasal etkiymişçesine) dair herhangi bir görüşten daha ileriye. Bu konudaki az sayıda araştırma yeterince ilgi çekici. Ama özetle bugün bir başka yöne doğru ilerlemeye çalışacağım.
Ben, altta yatan yaşamsal kapasitenin -iki canlı varlık arasında, önceki sınırları yıkıp, diğerinin içine, genellikle belli bir dereceye kadar birinin dışında ve ötesinde, diğerinin ise kontrolünde olan, içsel düzenleyici sürecine ulaşmak için bir giriş yolu inşa etmeyi gerektiren mahrem müzakerenin benzersiz bir türü olan adaptasyon kapasitesi- ilk versiyonunu dile getiren ve gösteren bu rahim öyküsünden fazlasıyla etkilendim. Şimdi kısa bir vak'a ile klinik ortama doğru kocaman bir sıçrama yapacağım. Bu vak'a, mahrem müzakereye dair temel ve arketipal şeylerin klinik uygulamadaki daha zorlayıcı bazı anlarımızda işlemeye nasıl devam ettiğini anlamamıza yardım edebilir.
III. Analitik Süreçte Devam Eden Karmaşık İçsel Müzakereler
En güçlü analitik müzakerelerin çoğunda şöyle bir nitelik vardır; çoğu hasta analistini, tekrar tekrar ve sayısız biçimlerde, onun kendi zihin ve emosyonlarının derindeki kişisel niteliklerini yeniden açmaya ve onunla mücadele etmeye teşvik eder. Bu genellikle en çok, bağ kurma araştırmacılarının dediği gibi, "otonom" terapistlerin dengeli bir kendilik ve diğeri duyumunu kaybetme eğiliminde olup, temel iletişim biçimlerini değiştirdikleri, sözcük kapasitelerini kaybettikleri anlarda görünür hale gelir. Bu tür bir "dönüm noktasında", nasıl, doğuştan rahim içi mahrem müzakereye yakın şeylerin daha geç bir gelişimsel yorumunun olabileceğini göstermeye çalışacağım.
Çökme ve Potansiyel Uzamın Yeniden Müzakere Edilmesi
İşte bir meslektaşın çalışmasından, çoğumuza oldukça tanıdık gelebilecek böyle büyük bir terapötik "dönüm noktasının"özeti.
Terapötik ilişkinin bir güvenlik atmosferinde mütereddit bir şekilde geliştiği, küçük testlerden başarıyla geçen bu ilişkide gerilim aniden korkunç derecede yükseldi. Hasta Hannah terapiste, eskiden beri hep aynı şekilde taciz edildiğine inandığını anlattığı zamanlarda, ondan kabullenici bir emosyonel tepki alamadığını hissettiğini söyledi. Bununla ilgili olarak acı verici, katlanılamaz biçimde olağandışı olan belirli anıları olmadığı halde Hannah, daima tacizden sözettiğini ima ediyordu. Hasta terapistin bu gibi anlarda yanında olmadığı gibi ezici bir duyguya kapılmıştı. Hannah, dehşete düşmüştü ve çok kızgındı çünkü terapisti, kendi ifadesiyle, geçmişindeki bazı şeylerin nesnel olarak gerçek, bir kesinlik olduğunu kabul etmiyordu.
Terapist ise çeşitli şekillerde şunu söylüyordu, "inanıyorum ki bu olayların olması mümkün...ama, o, şunu ima ediyor, biz, birlikte, mümkün ama aynı zamanda muğlak olan şeylere dair gerçek deneyiminin bir resmini oluşturuyoruz." " tanrı biliyor ya, insanlar zalim...ama ben, [sahiden olanlardan]tıpkı senin inandığın gibi tamamen emin olamam." "İsteğim tüm ihtimalleri hesaba katmak."...
Neredeyse kıyamet kopar; karşılıklı yok edişe dair önsezisel bir duyu vardır. Terapist derhal, geçmişte, kabul yoksunluğunun yaşandığı her deneyimden arketipsel olarak yansıyan kocaman "diğeri" oluveriyor. Ne olduğu konusunda bana inanıyorsun ya da inanmıyorsun -diyor hasta. Çalışmak için "buna beraberce bakıyoruz" türünden bir "potansiyel uzam" yok.
Terapist korkmuş hissediyor. Kendi düşüncelerini iletirken bile Hannah'yı delirtiyor mu acaba? Deneyimli ve sofistike bir analist olan terapist yine de kendini iyiden iyiye karışmış ve kendi inançlarından şüphe eder halde buluyor. Herşey "ya/ya da" gibi tam bir seçim halinde. Her katılımcı, terapist ve Hannah, ya kendiliğini (inanç sistemini), ya da ilişkiyi muhafaza edecek.
Terapist, kendi inançlarını muhafaza edecek olursa hastayı kaybedeceğini hissediyor. İlk olarak, Hannah'nın yaşamboyu çatışmasını dolaysız olarak deneyimlediğini hissettiğini söyleyerek bir tepki veriyor: "kendi gerçeğimle benim için çok şey ifade eden seninle ilişkim arasında bir seçim yapabilirim. Bu, tam da çoğu zaman ailene tepki olarak hissettiğin, acı verici ve zorlayıcı şey." Fakat Hannah, "gittikçe artan bir panik ve öfke" ile cevaplıyor. Terapistin (yansıtmalı özdeşleşme ya da rollerin tersine dönüşü ile) Hannah'nın çatışmasını hissetmeye sürüklendiğini söylemesi yalnızca Hannah'nın ıstırabını arttırıyor.
Terapist, cesaret (ve ümitsizlikle), dikkatini esnek bir şekilde yeniden kendine yöneltiyor. Hannah'ya, "benim içimde ne olduğunu düşnüyorsun?" diye soruyor. Hannah ona şöyle diyor: "[kendi] çatışmalı sebepler[iniz] yüzünden 'ihtimallere açık kapı bırakıyor', kesinlik gereksinimini bir kenara bırakıyor olabilirsiniz." Kahretsin ki burada bir gerçeklik var - ve bu da, tüm muğlak ve yapılandırılmış olasılıklara bütünüyle açık olmakla kabul edemeyeceğin bir şey. Terapist -kendi kararsızlığının farkında olarak- onun, belki de haklı olabileceğini, kendi açıklık tarzının, ironik bir şekilde, kendi savunmacılığını, kendi savunmacı sebeplerini gerektirdiğini söyleyerek Hannah'yı yavaşça doğruluyor. 
Uçurumun kenarından geriye çekiliyorlar. Çıkmaz, aşılmış gibi görünüyor. Gerçeklik duyumları artık karşıtlık oluşturmuyor, birbirini yadsımıyor. Hannah kalıyor ve çalışmaya karşı daha açık oluyor.
Terapist, Hannah'nın ihtiyacı doğrultusunda, "tüm ihtimalleri hesaba katma"nın ne anlama geldiği üzerine, gerçeklik ve hafızanın nasıl yapılandırıldığına dair derinine inanılan felsefi düşünceyi, o keyifli durumu, bırakmak, incelemek ve onunla mücadele etmeye gönüllüydü. Bir anlamda, tüm açıklığı ile onun inanç sistemi aslında, Hannah'nın ihtiyaç duyup aradığı gerçek ve "kesin" bir şeyleri araştırmanın önünü kapıyordu.
"Kendi çatışmalı sebepler[iniz] yüzünden 'ihtimallere açık kapı bırakıyor', kesinlik gereksinimini bir kenara bırakıyor olabilirsiniz." Kahretsin ki burada bir gerçeklik var - ve bu da, tüm muğlak ve yapılandırılmış olasılıklara bütünüyle açık olmakla kabul edemeyeceğin bir şey.
Bir şeyleri psikolojik olarak harekete geçiren ve açığa çıkaran şey, terapistin boyun eğmesi, Hannah'nın inancını zorla kabul etme; ya da bir tür basit terapötik bir "silahlarına sarılma" (saldırıdan sağ kurtulma) değildi. Bu kesinlikle terapistin, Hannah'nın terapistin içinde de meydana getirdiği (aynı şey Hannah'ya da yapılmıştı), içsel haliyle iletişim kurabilmek için, Hannah'nın panik ve öfkesini yorumlama gayreti de değildi. Kendi başına bu, işleri daha da kötüleştirmişti. Bu bence daha ziyade meselenin terapist, -karşılıklı bir şekilde yok edici olan bu sessiz korku ve öfke durumunda (aslında yansıtma ile meydana gelmişti)- kendi samimi kapasitesiyle, ortak ve içsel mücadeleye girişmenin, dahil olmanın işaretlerini verdiği zamanki değişme şekliydi. Şunu demek istiyorum: anne-fetus müzakeresini metafor olarak kullanacağım, ondan gerçekten, gelişimsel ve terapötik müzakerede sonraki tezahürlerinin nasıl olabileceğine dair bir köprü paradigma olarak yararlanacağım.
Mahrem içsel müzakere
Kendi deneyimim şöyle; bu kişilerarası kızgınlık ve kafa karışıklığı anlarında, hastalarımız yalnızca (ya da başlıca) kendi patolojik deneyimlerini terapiste ihraç etmezler (gerçi terapist genellikle kendini bunun bir kısmını hissederken bulur). Ya da, kendilik psikolojisi bakış açısından, hasta terapisti sadece, hastanın ihtiyaç ve fikirlerini empatik anlayışındaki başarısızlıklara bakmaya zorlamaz. Hasta genellikle daha ziyade -bu benim için can alıcı nokta- terapistin, kendi gerçek içsel deneyimlerindeki özü hissetmesini, görmesini (ve süreç içinde göstermesini) sağlıyor.
Çoğunlukla şöyle düşünüyorum, hastalarımız (fetal deneyimimizden bu yana çoğumuzda olduğu gibi) kritik müzakerelere girebilmek için, diğerinin nasıl hallettiğini -özellikle de, hem onlar hem de kendimiz için zor ve acı verici olanla yüzleşmeye zorlandığımızda, kendimizle (ve onlarla) içsel olarak ne yaptığımızı- görebilme amacıyla, diğer insana derinliğine ulaşmak ihtiyacındalar. Ancak ondan sonra -fetusta olduğu gibi- bizim kendimizi düzenleyişimizin göbeğinde, bir şeylerle temasa geçebilirler. Müzakerenin dönüşümü için bir kanal açılır: iki içsel kendilik/ diğeri düzenleyici sistemi arasında bir kanal. Dışsal olandan, yaklaşık olarak, altta yatan fetus ve anne paradigmasına daha yakın olan bir şeylere doğru (Bromberg ve Benjamin'in dediği gibi) öznellikler çarpışır.
Yansıtmalı Özdeşleşme ve Rollerin Tersine Döndüğü Aktarımlar
Steve Seligman'ın (1999) yakınlarda dediği gibi, yansıtmalı özdeşleşme kavramını anlamak için Kleinien fantezi dünyasının, annenin bedenine hayali nüfuz etmeleri de içeren mota mot, dürtü temelli dinamiğini kabul etmek gerekmez. Yansıtmalı özdeşleşme kavramı, gözlemlenebilir iki kişi arasındaki araöznel süreci anlatır ve bu tedavi ilişkisinde terapist, belli zorlayıcı ve acı veren ya/ya da anlarını deneyimler.
Bion, Ogden (1990) ve kontrol ustası teorisyenlerin uzun zamandır iddia ettikleri gibi, kendi öznelliklerinin böylesi anlardaki gizemli kopukluğunu, hastanın pasiflikten aktifliğe geçiş biçimi olarak yorumlamak, yani hastanın kendi içsel deneyiminin, gelişimin can alıcı zamanlarındaki tıkanmış ve kaotik niteliğini, tedavinin bu dinamik ve şimdi tersine dönmüş araöznel bağlamında hastaya iletmek, bazen yararlı olabilir (Weiss ve Sampson, 1986).
Bu iletişimsel yeniden çerçevelemede bizi Klein'ın tüm bu dinamiklerin ardında yatan doğuştan saldırganlık hakkındaki motivasyonel teorilerini kabul etmeye sürükleyecek bir ima ya da ebeveyne dair/analitik gerçekliği çarpıtmaya eğilimli tek katılımcı olarak çocuk/hasta üzerine tek taraflı bir vurgu yok.
Yansıtmanın ve yansıtmalı özdeşleşmenin iletişimsel işlevlerine dair görüşlerin doğruluğundan şüphe etmiyorum, ancak benim bugünkü konum, bu iletişimsel dinamikleri, sürecin daha geniş ve uyuma yönelik tarafından anlamanın ve öyle yararlanmanın genellikle daha çok fayda sağladığı (Hannah ve terapistinde olduğu gibi). Bu yansıtmalı olayları, mahrem müzakere -diğerinin içsel yapılarına erişmeye ve eylem halindeki diğerini (kelimelerin ötesini, diğerinin bildiğinden bile ötesini) gözler önüne serip tanımaya çalışma sürecinin- unsurları olarak görmenin yararlı olabileceğini kastediyorum. Böyle bir "erişme", insanlar arasında, bir diğeri ile -öznelliklerin dokusu dahilindeki amaç ve ihtiyaçları doğal olarak saklı, gizli, açık seçik olmayan ve inkar edilen ebeveyn, sevgili, analist ile- mahrem müzakerenin vazgeçilmez bir özelliği olabilir. Mahrem müzakere bir dereceye kadar bu açık ve görülebilir öznel örgütlenmenin kısmen parçalanıp parçalanamayacağını ve nasıl parçalanabileceğini görmeyi gerektirir.
IV. Geniş Resim
Hastaların bizleri genellikle yalnızca kendi deneyimlerinin çözülmüş ya da formule edilmemiş taraflarını öğrenmeye zorladığını varsaymamıza rağmen, şunu hatırlamak daha doğru olacaktır; onlar, -eş zamanlı olarak- Hannah gibi, deneyimlerini bizim kendi gerçek deneyimlerimiz bağlamında -ve kendi içsel kendilik düzenlememize karşı bir meydan okuma yoluyla- öğrenmemiz için çabalıyorlar.
Hannah'nın ki gibi krizlerin, iki kırılgan öznelliğin eş zamanlı deneyimini gündeme getirdiği fikrindeyim. Erken dönemdeki fetus gibi hasta da sınırı yok etmek zorundadır. Rahim dışında bu, bizim kimliğimizi parçalarına ayırmaları gerektiği anlamına geliyor: Tamamen (varoluşsal olan) problemler için daha iyi ve işe yarar çözümler yaratmak (ve bu süreçte genellikle eskilerini parçalara ayırmak) için, -burası önemli diye düşünüyorum- bizim ne yaptığımızla ilgilidirler ve bu sırada da kendimizi bir arada tuttuğumuz ek yerlerinden çekiştirirler.
Bu anlamda pekçok hastayla ilişki, bizi biz yapan bazı temel yönlerimize dair sorular sorarak, kimliğimizin (kendiliğimizin, kendi öznelliğimizin) görünürdeki birlik ve bütünlüğünü potansiyel olarak bozmaya yarar. Bu, Winnicott'ın bir nesneyi kullanmak için gerekli gördüğü yıkıcılığa benzer bir süreçtir. Fakat bunda farklı olarak aslında Diğeri süreç içinde değişir ve bu karşılıklı eylem deneyimi zaruri olabilir.
Bu, -Hannah ve Carolyn'de olduğu gibi- terapistin, bunun olmasına izin vermeye istekli (ve bunu yapmaya muktedir) olması ve bunun nasıl olacağı meselesine dönüşür. Genellikle bu, terapist için içsel olarak oldukça güç olan şeylerle uğraşma sorununudur ama başlı başına bu da değildir çünkü dar anlamda kendi "çözümlenmemiş" (karşıaktarımsal) diye isimlendirdiğimiz meselelerimiz (meydana çıkabilir olmalarına rağmen) şansa bağlıdırlar. Düşüncem şu ki; yeniden açmak zorunda kalabileceğimiz bu bütünleşmeler (yani kimliğimizin çeşitli yanları), aslında, hayatlarımızın yaşanmış kısmında yeterince iyi işlemiş ve tümüyle öznel olan çözümleri temsil etmektedir. Yine de, bu özel hastayla mahrem müzakerenin kendine has zorluğu, bu dünyada kim olduğumuza yönelik işe yarar çözümümüzün başlıca bileşenine meydan okur.
Bu kıymetli türdeki "yenilik" (yeni nesne, yeni deneyim), alana bu şekilde girebilir, çünkü hasta zamanla, diğeri üzerinde gerçek ve karmaşık bir etkiye sahip olduğunu deneyimler; özellikle de bu etki çeşitli şekillerde ve açık bir biçimde, terapistin bazı önemli bağları, bağlılıkları ve otorite duygusu gibi alanlarda olduğu zaman. Hastalarımızın hemen her zaman teorilerimizin bazı taraflarına, kurallara ve terapötik çerçevenin kendi törenlerine bağlılığımız üzerine çok fazla müzakere (ve esnek hareketler) yapmamızı istemelerindeki en büyük nedenin bu olduğunu düşünüyorum.
Umarım, hastanın önemli bir etkiye sahip oluşunun terapistin yalnızca basit anlamda kendi görüşlerini ya da uygulamalarını değiştirdiği anlamına gelmediği açıktır. Terapistin kendi pozisyon ve perspektifinin bazı yanlarına güçlü...derinlikli...sebatkar bir şekilde sadık olması -her iki taraf için de- genellikle can alıcı önemdedir. Merkezden ne kadar uzaklaşırsa, sınırlarını ve merkezini o kadar onaylamalıdır.
Mahrem Müzakerenin Derin Yapısının İşaretleri Olarak Kleinien Nüfuz Etme Fantazileri
Kleinienler, bilinçdışının derinliklerini birincil fantaziler anlamında nitelerken -genellikle annenin hayal edilen bedenine tam anlamıyla nüfuz etme senaryoları- bir anlamda, fetus rahim duvarlarını yok ederek annenin içine doğru tam anlamıyla bir köprü yarattığında, gerçekten olmuş olan şeyin fantezideki ve metaforik bir versiyonunu yapılandırmışlardır.
Kleinienler, yansıtmalı özdeşleşmede mahrem müzakerenin, ki bilinçdışının zorladığı/sebep olduğu haller rol oynayabilir, daha geniş senaryosuna doğru vasıtanın bir parçasını keşfetmiş olabilirler. Hasta, analistin içinde, analistin hem kendini koruma (hem de bütünlüğüne yönelik belli tehtidleri göze alma), ki belli bir hastaya ulaşmak için bunu yapması gerekir, kapasitesini ifşa edecek öznel gerilimleri meydana çıkarmaya çalışır.
Hastalarımız uzun dönemde, kendi içsel düzenleme sürecimize, işlevsel düzeyde plasentaya girişe eşdeğer bir girişe izin verme istekliliğimiz ve kapasitemizin -genellikle üstü kapalı, sembol öncesi ve temsili- kümülatif bir deneyimine sahip olurlar: (aktarımın neden olduğu) ama yine de, kendimizle ilgili oldukça gerçek ve onlarla birlikte mücadele edip, acı çeken bir şeyleri yeniden açığa çıkarmak. O vakit bizimle ilgili temel şeyleri öğrenebilirler: insani karşılıklılığın en eski kaynaklarından yararlandığımda bu bana şöyle geliyor, ortaya çıkan bu öğrenme o zaman onların, kendilerini -ve kendimizi- anlamak için bize izin verme kapasitelerinden hemen hemen ayrı bir şey değildir. Teşekkürler.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder