Anne-Bebek
Etkileşiminin Biyolojisi ve
Terapötik
İlişkideki Mahrem Pazarlığın Doğası Üzerine Düşünceler
Malcolm Owen
Slavin, Ph.D.
I.Giriş
Bebeği kulağına yaklaştır
Bir deniz kabuğuymuşçasına
Asırların sesini duyarsın
Gelecek asırları öngören
Kim çözebilir bebeğin esrarını?
Ve hangisi daha yaşlıdır,
Dinleyici mi yoksa onun ufak
ağırlığı mı?
Kucaklanan mı yoksa kucaklayan mı?
E.B. White
Rahim-içi yaşamla ilk bebeklik
arasında, muhteşem doğum eylemi durağının zannettirdiğinden daha fazla
süreklilik vardır.
S. Freud
Birkaç yıl önce David Haig isminde Harvard'lı bir
biyoloğun yürüttüğü uzun süreli bir araştırma projesini okumaya başladım
(1993-1995). Sizin de duyacağınız gibi Haig'in araştırması, iki bireyin -fetus
ve anne- karşılıklı biçimde hassasiyetle ayarlanmış bedenleri arasında sessizce
akıp giden ve ürkütücü biçimde karmaşık olan iletişim sistemini ortaya koyuyor.
Haig'in anne-fetus etkileşimi üzerine araştırması, neredeyse ana rahmine düşme
anından doğum olayına kadar, karşılıklı hassas etkinin, regülasyonun ---ve her
yerde aşikar biçimde hazır ve nazır olan çatışmanın (farklı gündemler,
perspektifler ve ihtiyaçlar anlamında) --- ve ilkel bedensel-temelli
"öznelliklerin", makul olarak gezegendeki en mahrem ve karşılıklı
ilişkinin sanal "birliği" dahilindeki gizli anlaşmalarının karmaşık
hikayesini ortaya koyuyor.
Haig'in, doğum öncesinin bu ilk dansındaki moleküler
med-cezirde neler duyduğuna dair sözlerini merakla dinledim. Bir erkek olarak
her nasılsa sınırların azıcık dışında hissederek - dışardan bir gözlem yapmama
izin verilmesi gibi bir ayrıcalığım oldu- evrimsel bir perspektiften, insan
gelişimi ve psikoterapi üzerine on yıllardır süregelen düşüncede, insan
deneyiminde neyin uyuma yönelik olduğuna dair kavramları dinlemeye hazırlandım
(Trivers, 1974; Slavin, 1986; Slavin ve Kriegman, 1992, 1998). İzleyen
satırlar, bir ölçüde teorik meditasyon ve duyduklarımın olası anlamlarının
klinik uzantıları. Lütfen teorik imgeleminizin serbestçe gezinmesine izin verin
ve bana katılın Peki. Haig'i izleyerek gidelim ve ziyarette bulunalım.
II. Haig'in Hikayesi
İlk Yaşamda Kalma : Annenin Kararı ve Olası Cenin
Rolü
Çoğumuz -yeni yeni hayat kazanmış- insan
embriyosunun, yolculuğunun ilk gün ve haftalarında, türe özgü olarak genellikle
güvenlikli çevre olduğunu düşündüğümüz rahime doğru emniyetsiz geçişine -kendi
hayatlarımızdan, arkadaşlarımızın ve hastalarımızın deneyimlerinden- üzülerek
tanık olmuşuzdur. Tüm embriyoların %78 kadarı, bu ilk haftalarda düşerler. Olan
şey şudur: anneler, embriyodaki potansiyel kusurları araştırmak, bulmak ve
rahime yerleşmesini önleyerek yok etmek üzere hayati ve gelişmiş bir kapasiteye
sahiptirler (Nesse ve Williams, 1994).
Yine de annenin bu ilk araştırmasının bile yalnızca
nesnel ve tek-taraflı bir değerlendirme olduğuna inanmak için bir sebep yok.
Haig'in araştırması şunu ima ediyor; annenin, hayatını, deyim yerindeyse, belli
bir fetusa bağlamaya dair içsel hormonal değerlendirmesi, bir dereceye kadar
fetusun kendi etkinliğinden kaynaklanıyor olabilir (Nesse ve Williams, 1994).
Embriyonun kendi karakterinin farkına varmaya ve
düşük vasıtasıyla, aslında "intihar eğilimli yok olma" denebilecek
şeye potansiyel olarak ne kadar katıldığını bilmiyoruz. Şu an biliyoruz ki daha
basit varlıklar - basit organizmalar, birey hücreler- her zaman bu hayati
"kararları" veriyorlar: kendilerini yok etmek - ve eğer belli bir
dereceye kadar DNA'dan sapma ihtiva ediyorlarsa bu, hücre felci diye
adlandırılıyor. Eğer intihar girişiminde bulunan genlerden başlıcaları (p53)
iyi işlev görmüyorlarsa, yetersiz hücrelerin bazı türleri kendilerini öldürerek
(ya da bağışıklık sisteminin kendilerini öldürmesine izin vererek) çekilebilir
ve bazen de son derece yıkıcı tümörler oluşturmak üzere üreyebilirler.
"Ölüm içgüdüsü" (doğuştan gelen bir tür
kendi kendini yok etme eğilimi) ile ilgili Kleinien metaforlar üzerine
spekülatif mantık yürütme (ve bunların sıklıkla klinik kötüye kullanımı)
konusunda rahatsızım ancak eğer biyolojik bir anlamı varsa bu kavram, metaforik
olarak kısmen genç fetusun kendi yok oluşuna ya arka çıktığı ya da onunla
mücadele etmeye çalıştığı bu ilk etkileşimlerin etrafında dolanıyor olabilir.
Anne aynı zamanda (menstruasyonu önleyen ve embriyonun gelişip yerleşmesini
saplayan luetinizing hormonu salgılayarak) embriyoyu himaye eder.Winnicott'ın
(1950) dramatik bir abartıyla açıkça ifade ettiği gibi, "anne bebeğinden
tümüyle nefret eder": başlangıçta faal bir biçimde onun niteliğini ve
varlığını (kendi bakış açısından) yargılamaya başlar - ilk olarak, oldukça
haşin bir şekilde, onun varlığını kolaylaştıracağına mı yoksa sonlandıracağına
mı karar verir (Hrdy, 1999; Profet, 1992). [ Bu noktada bunlar sadece haddi
aşan ve tacizkar fikirler, daha çok Klein üzerine olanlar ve ondan sonrakiler.
Rahmin içindeki gerçek hikaye, gittikçe ilginçleşiyor]
Fetus Annenin İçsel Düzenleme Sistemine Doğru Kendi
Plasenta Girişini İnşa Ediyor
Doğal seçim fetusa kendi kaderini kontrol edebilmesi
için inanılmaz bir kapasite bahşetmiştir. Bu kontrol zaman içinde annenin hem
fetus hem de kendisi üzerindeki kontrolü ile faal biçimde rekabet eder. Bunu
duymak şaşırtıcı olabilir ama iyice yakından bakıldığında aslında fetus kendi
plasentasını -annenin en derindeki varlığına giden yolu- bana kalırsa en önemli
kısmı burası -annenin tam da kendilik regulasyonu kapasitesine giden yolu-
kendisi oluşturuyor gibi görünüyor.
Fetus başlangıçta rahmin zengin iç yüzeyine yerleşir
ve bilfiil kendisini anneden ayıran duvara uzanarak o duvarı yok edecek olan
hücreler yaratmaya koyulur: endometrik spiral atardamarlar biçim değiştirir,
annenin rahmindeki kan damarlarının çapı genişler. Bu andan itibaren anne,
kendi vücudundaki bu damarları büzemez: çünkü bu damarlar artık fetus için
besin sağlayıcı kordonlar olmuştur. Anne bu süreçte kendi içsel vaziyetini adam
akıllı değiştirmeksizin ve belki de kendi hücrelerini aç bırakmaksızın
besinlerin plasentaya geçişini düzenleyemez (Haig, 1993).
Çoğu araştırmacı, hamileliği oluşturma ve muhafaza
etme kontrolünün aslında 7 haftaya kadar anneden bebeğe geçiyor gibi
göründüğünü söylüyor. Fetus, kendi plasentasını kurarken hızla kimyasal bir
sinyal (yapısal olarak annenin luetinizing hormonunu andıran) human chorionic
gonadotropin, hCG'i üretecek olan organı yaratır. Şöyle olabilir: kuvvetli bir
şekilde salgılanan hCG, östrojenlerle birleşerek, önce fetusun varlığını
sürdürdüğünü haber verir ve daha sonra da anneyi hamileliği sürdürmeye teşvik
eder (Nesse ve Williams, 1994; Trevarthan, 1987). İlk üç aylık sürede sabah
hastalığına sebep olan da yüksek hCG seviyesi ve östrojenlerdir. Margie
Profet'i izleyen bazı araştırmacılar hCG'yi yalnızca fetusun sağlıklı varlığına
dair anneye verilen bir işaret olarak değil aynı zamanda annenin öznel
konumuyla kurulan gelişmiş bir iletişim olarak da görmektedirler -iştahı, onu
yiyecekler konusunda kılı kırk yaran, titiz biri haline getirir ve yaşamının
ilk haftalarında potansiyel olarak fetusa zarar verebilecek olan pek çok şeyi
artık muhtemelen yemeyecektir. Hamilelik hastalığı enteresan bir şekilde
genellikle 14 hafta civarında, yani tam da fetusun yutulmuş olan toksinlerden daha
az zarar görmeye başladığı zamanlarda düzelir.
12. haftayla beraber şu kesinlik kazanır: doğrudan
annenin en derindeki fizyolojik sistemine giden yolda fetus, kendi sağlam
temsilcisini geliştirir. Haig fetusun artık hamileliği önemli ölçüde kumanda
ettiğini söyler.
Açıkçası, bu noktada düşükler belirgin biçimde azalır
ve gerçek duygusal karmaşa, mahrem ve çatışmalı müzakere başlar. Fetus,
doğrudan annenin tüm dolaşım sistemine giden en gizli sınırları ele
geçirmiştir; ve ikilide hayati bir gerilim baş gösterir: fetusun gelişimindeki
en temel yönlerden bazıları şimdi, geri dönüşsüz bir şekilde muntazaman
birlikte yapılandırılır. Fetus kendini, kelimenin tam anlamıyla annenin içinin
içinde, mahrem bir müzakerenin başından sonuna karmaşık sürecinde bulur. İşte
bu etkileşimsel olayın nasıl karmaşıklaştığıyla ilgili bazı örnekler.
Besin Düzeylerinin Düzenlenmesi ile İlgili Karşılıklı
Etkileşimsel Müzakere: Kan Şekeri ve (İnsan Plasentası Laktojeni-hPL).
Anne ve bebek arasında hormonal olarak
gerçekleştirilen bu etkileşim (biyokimyasal işaret sistemi) genellikle annenin
fetusa ne kadar anahtar besin yatırımı yapacağı ile ilgilidir. Daha kesin bir
deyişle, konulardan birisi genellikle, fetusa plasenta yoluyla ne kadar kan
sekeri (glikojen) aktarılacağıdır. Haig'in gözlemleri şunu ortaya koyuyor
gibidir: her iki katılımcı (iki katılımcının bedenleri) anne ve doğmamış çocuk,
bu konuda tamamıyla anlaşamazlar. Büyük ölçüde anlaşırlar fakat tamamen değil
-ve bu karışım, yani amaçlardaki bu farklılık, onların etkileşimleri üzerinde
önemli bir etkiye sahip olabilir.
Temel olarak fetus, annenin her zaman vermek
istediğinden (kendi günlük ve gelecekteki enerji harcaması için optimal olan.
Gerçek hayattaki diğer çocuklarla ilgilenen, bir eş, diğer akraba ve hatta
kendi kaynaklarını gelecekteki kardeşler için saklayan anneyi düşünün) biraz
daha fazla kalori yatırımı yapılmasını ister. Fetus, annenin damarlarında ki
kana iPL (insan plasentası laktojeni) salgılar ve bu annenin kan şekerini
arttırır. Anne, kan şekerini düşürmek için daha fazla insülin salgılar. Fetus,
daha fazla laktojen gönderir ki bu, annenin kendi insülinine olan duyarlılığını
açıkça bloke eder ve şeker seviyesini yüksekte tutar. Bir ileri bir geri. Bir
ileri bir geri. Laktojen seviyesi hamileliğin sonuna kadar 2000 defa artabilir!
Her iki taraf da diğerini optimal ihtiyacın
farklılaşan versiyonları konusunda bir uzlaşma için kandırmaya çalışıyor gibi
görünmektedir. Anne ve bebek aslında bir müzakere süreci ile meşgul gibi
görünmektedirler- öyle ki her biri bu müzakereyi bilinçdışı, bedeni bir
seviyede sürdürebilmek için karmaşık ve gelişmiş bir kapasitesiteye sahiptir.
Ben, onların etkileşiminin, Beebe ve Lachman'ın (1988) anlattığı karşılıklı
düzenleyici sistemin ilginç bir örneğini temsil ettiğine inanıyorum (Beebe,
bireysel görüşme). Sistemin bu versiyonundaki, doğal olarak farklılaşan
gündemler -kısmen farklı olan ilgiler- sistemin gerekli unsurlarıdır.
Bu müzakerede -tıpkı en gerçek gelişimsel
müzakerelerdeki gibi- sağlam ve karşılıklı fayda sağlayıcı bir sonlandırmada,
her iki katılımcı için de çok büyük kazançlar, özellikle de kişiler arası ve
içsel bir uzlaşım, vardır. Bununla beraber yine de iki taraf da, sonucu
etkileyip kendi bireysel yönlerine doğru eğerek daha fazla yarar sağlamak için
beklerler.
Aksaklıklar: Hamilelik Diabeti, Preeclampsia,
Testosterone Seviyeleri, Kortisol...vs.
Haig'in anlattığı rahimiçi, gelişimsel müzakereler
bazen her iki tarafın da diğerinin düzenleme girişimlerine tepki olarak
gittikçe daha kuvvetli bir şekilde işaret ettiği stratejik kızışmalara döner ve
hormon seviyeleri, her iki tarafa da faydalı olanın üzerine çıkar. Kısacası,
müzakere -belki çocuğun stratejisinin enerjisine, belki de annenin insülin
metabolizmasının yapısal zayıflığına bağlı olarak- idare edilemez hale gelir.
Bu, annede hamilelik diyabeti ile sonuçlanabilir -anne geçici olarak kendi
insülin seviyesini düzenleme kapasitesini kaybedebilir. Diyabet, birlikte
yaratılmış bir koşuldur ve aslında bu çok erken pazarlıktaki normal çatışmanın
ters gitmesinden sonuçlanır. Tabii ki diyabet sonucu, ender rastlanan bir
istisnadır. Katılımcılar -anne ve bebek- çoğu zaman muhtemelen başarılı bir
başlangıç ilişkisinde anlaşırlar.
Belki de hormonal işaretlerin dilinin, amaçların
müzakere edilmesi için bir vasıta veya mekanizmayı temsil ettiğini
düşünebiliriz, tıpkı duygulanımsal, bedensel ya da sözel işaretlerin, daha
sonradan, gelişim ilerledikçe vasıta olmaları gibi. Bu ilk iletişime dair en
ilginç şeylerden biri, onun, ilkel ama yine de inanılmaz ölçüde özel bir
pazarlık yoluyla işliyor gibi görünen karşılıklı bir kendilik ve diğeri
düzenleme sistemini temsil ediyor oluşudur. Bu pazarlık, yalnızca birbirinin
davranışını etkilemenin ötesinde ve ondan daha fazla bir şeydir, her iki taraf
da olabildiğince derinlemesine ve doğrudan diğerinin içsel işlemlerine ulaşmaya
çalışır. İşte kısa bir örnek.
Yatırım Pazarlığının Devamı:(Artan Kan Akımı ve Kan
Basıncı)
24 ten 38e Kadar ki Haftalar: Hatırlayacağınız gibi
fetus, kan akımını ayarlayan rahim sinirlerini ve atardamar kaslarını iş yapamaz
hale getirerek, anne ve kendisi arasındaki sınırları tam anlamıyla yok etmişti.
Kan akışı anneden gelse bile fetus, plasenta aracılığı ile kumandayı neredeyse
ele alır. Haig, annenin kan damarlarını büzme yoluyla kan akımını hızlandırmak,
böylece de kan basıncını ve kanın plasentaya akışını arttırmak için fetusun
nasıl kimyasal işaretler ürettiğini anlatmaktadır. Haig, fetusun ihtiyaç
duyduğundan daha az besin aldığını hissettiğinde bazen annenin kan basıncında
bir artış talep ettiğini düşünüyor. Doğrusu, (binlerce hamilelikten edinilen)
veriler de eğer annenin kan basıncı orta karar bir artış gösterirse fetusun
yaşamasının daha büyük ihtimal olduğunu gösterir gibidir (Nesse ve Williams,
1994).
Annenin bu kan basıncı işaretleri karşısında bir şey
yapıp yapmadığını ya da ne yaptığını bilmiyoruz. Ancak diyabette olduğu gibi
buradaki risk de annenin bu ölümcül iletişime göstereceği nihai tepkinin çok
aşırı olmasıdır. Anne kendi kan basıncı seviyesini düzenleme kapasitesini
kaybedip preeclampsia geliştirebilir ki bu, hamilelikteki yüksek kan basıncının
özel bir türüdür ve hem anne hem de çocuk için tehlikeli olabilir3.
Östrojen, kortisol ve testosteron gibi diğer
hormonların da (anne ve bebek için) farklı optimal seviyeleri üzerindeki
potansiyel pek çok pazarlığın farkına varmaya başlıyoruz. Daha fazla ayrıntıya
girerek sizi sıkmayacağım. Ama tüm bu çalışmalardaki en önemli şey şu;
gördüğümüz gibi, bu ikili için olağan sonuçlar ne sabittir ne de bütünüyle
üzerine fikir birliğine varılmış durumdadır. Çiftin her iki üyesi için de en
iyi sonuçları yapılandırmak daima, ortak ilgileri koruyacak şekilde değişen her
iki partnerin de içine derinlemesine ulaşarak, yakın diyalektik pazarlık
yapmayı gerektirir.
II. Haig'in Hikayesi Üzerine Düşünmek:
Karmaşık Mahrem Müzakere İçin Kapasite
Haig'in rahim içindeki yaşam öyküsünde başka hangi
anlamları bulabiliriz?
İlk olarak, bir meselenin kesinlikle netleşmesini
istiyorum. Haig'in hikayesini betimleyişimizden hareketle insan kolaylıkla
anne-fetus etkileşiminin -insan etkileşimlerinde olduğu gibi- ileri derecede
çatışmalı bir mücadele olduğu izlenimine kapılabilir. Bunun da anlaşılabilir
bir izlenim olduğunu düşünüyorum çünkü farklı gündemler arasındaki bu
etkileşimi tanımlayışımız, rahim içi yaşamın insanlık durumunda olabildiği
kadar mükemmel ve sevgi dolu bir birlik olduğu yolundaki olağan beklentimize
ters düşüyor. Yine de Haig'in öyküsü çatışmanın anne fetus arasındaki
etkileşimde birincil ya da baskın boyut olduğunu hiçbir şekilde ima
etmemektedir. Tam tersine, onu okuduğumda, şunu ima ettiğini söylemek daha
doğru geliyor; sıradışı biçimde karşılıklı ve ileri derecede bağımlı olan bu
ilişkide bile, yine de, gerçek farkların yayılmacı çizgisi mevcuttur. Bu gerçek
farklar etrafındaki karmaşık etkileşimler ve müzakereler, tam da normal olarak
sevgi dolu bir "neredeyse-birlik" çerçevesi dahilinde olduklarından
özellikle büyük önem taşımaktadır (ve kolayca gözden kaçmaktadır). Tabii ki,
hamile bir annenin öznel deneyiminde, içsel hamilelik deneyiminde bazen ön planda
olan yakın, kaynaşmış birleşme duygusu baskın olabilir. Bu yüzden, çatışma
boyutunu kısa ve diyalektik anlamıyla aklınızda tutmaya çalışmanızı isterdim.
Terapötik ilişkideki mahrem müzakerelere göz atmaya devam ederken,
"karşılıklılık matriksi içinde kolayca farkedilmeyen, yayılmacı çatışma
unsurunu" nasıl adlandıracağımızı düşünüyoruz.
Ben imgelemimde -umarım bazılarınız da öyledir- biraz
uçtum. Ünlü genetik uzmanı Barbara McClintock'ın, gözlem nesnesinin ne kadar mikroskopik
olduğuna bakmaksızın, sürece sezgisel ve emosyonel olarak katılmasından
bahsedişini hatırlıyorum. Daima "organizma için birşeyler hissederek"
başlayıp, kendi biliminin "doğa kanunları" elde etme değil,
"doğanın kapasiteleri"ni sezinleme olduğunu düşünüyordu ---üstü
kapalı, sürecin değişmez parçası olan gelişmiş amaç ve hedefler üzerine
çalışılmaktadır (Mayr, 1998).
Benim görüşüme göre kapasiteler üzerine düşünmek,
rahim içi etkileşimin içeriğine odaklanmaktan daha ileriye götürüyor - daha
önce olanların nasıl gelişimsel olarak doğumdan sonra olanları şekillendirip
belirlediğine (ilkel öğrenme veya kimyasal etkiymişçesine) dair herhangi bir
görüşten daha ileriye. Bu konudaki az sayıda araştırma yeterince ilgi çekici.
Ama özetle bugün bir başka yöne doğru ilerlemeye çalışacağım.
Ben, altta yatan yaşamsal kapasitenin -iki canlı
varlık arasında, önceki sınırları yıkıp, diğerinin içine, genellikle belli bir
dereceye kadar birinin dışında ve ötesinde, diğerinin ise kontrolünde olan,
içsel düzenleyici sürecine ulaşmak için bir giriş yolu inşa etmeyi gerektiren
mahrem müzakerenin benzersiz bir türü olan adaptasyon kapasitesi- ilk
versiyonunu dile getiren ve gösteren bu rahim öyküsünden fazlasıyla etkilendim.
Şimdi kısa bir vak'a ile klinik ortama doğru kocaman bir sıçrama yapacağım. Bu
vak'a, mahrem müzakereye dair temel ve arketipal şeylerin klinik uygulamadaki
daha zorlayıcı bazı anlarımızda işlemeye nasıl devam ettiğini anlamamıza yardım
edebilir.
III. Analitik Süreçte Devam Eden Karmaşık İçsel
Müzakereler
En güçlü analitik müzakerelerin çoğunda şöyle bir
nitelik vardır; çoğu hasta analistini, tekrar tekrar ve sayısız biçimlerde,
onun kendi zihin ve emosyonlarının derindeki kişisel niteliklerini yeniden
açmaya ve onunla mücadele etmeye teşvik eder. Bu genellikle en çok, bağ kurma
araştırmacılarının dediği gibi, "otonom" terapistlerin dengeli bir
kendilik ve diğeri duyumunu kaybetme eğiliminde olup, temel iletişim
biçimlerini değiştirdikleri, sözcük kapasitelerini kaybettikleri anlarda
görünür hale gelir. Bu tür bir "dönüm noktasında", nasıl, doğuştan
rahim içi mahrem müzakereye yakın şeylerin daha geç bir gelişimsel yorumunun
olabileceğini göstermeye çalışacağım.
Çökme ve Potansiyel Uzamın Yeniden Müzakere Edilmesi
İşte bir meslektaşın çalışmasından, çoğumuza oldukça
tanıdık gelebilecek böyle büyük bir terapötik "dönüm
noktasının"özeti.
Terapötik ilişkinin bir güvenlik atmosferinde
mütereddit bir şekilde geliştiği, küçük testlerden başarıyla geçen bu ilişkide
gerilim aniden korkunç derecede yükseldi. Hasta Hannah terapiste, eskiden beri
hep aynı şekilde taciz edildiğine inandığını anlattığı zamanlarda, ondan
kabullenici bir emosyonel tepki alamadığını hissettiğini söyledi. Bununla
ilgili olarak acı verici, katlanılamaz biçimde olağandışı olan belirli anıları olmadığı
halde Hannah, daima tacizden sözettiğini ima ediyordu. Hasta terapistin bu gibi
anlarda yanında olmadığı gibi ezici bir duyguya kapılmıştı. Hannah, dehşete
düşmüştü ve çok kızgındı çünkü terapisti, kendi ifadesiyle, geçmişindeki bazı
şeylerin nesnel olarak gerçek, bir kesinlik olduğunu kabul etmiyordu.
Terapist ise çeşitli şekillerde şunu söylüyordu,
"inanıyorum ki bu olayların olması mümkün...ama, o, şunu ima ediyor, biz,
birlikte, mümkün ama aynı zamanda muğlak olan şeylere dair gerçek deneyiminin
bir resmini oluşturuyoruz." " tanrı biliyor ya, insanlar zalim...ama
ben, [sahiden olanlardan]tıpkı senin inandığın gibi tamamen emin olamam."
"İsteğim tüm ihtimalleri hesaba katmak."...
Neredeyse kıyamet kopar; karşılıklı yok edişe dair
önsezisel bir duyu vardır. Terapist derhal, geçmişte, kabul yoksunluğunun
yaşandığı her deneyimden arketipsel olarak yansıyan kocaman "diğeri"
oluveriyor. Ne olduğu konusunda bana inanıyorsun ya da inanmıyorsun -diyor
hasta. Çalışmak için "buna beraberce bakıyoruz" türünden bir
"potansiyel uzam" yok.
Terapist korkmuş hissediyor. Kendi düşüncelerini
iletirken bile Hannah'yı delirtiyor mu acaba? Deneyimli ve sofistike bir
analist olan terapist yine de kendini iyiden iyiye karışmış ve kendi
inançlarından şüphe eder halde buluyor. Herşey "ya/ya da" gibi tam
bir seçim halinde. Her katılımcı, terapist ve Hannah, ya kendiliğini (inanç
sistemini), ya da ilişkiyi muhafaza edecek.
Terapist, kendi inançlarını muhafaza edecek olursa
hastayı kaybedeceğini hissediyor. İlk olarak, Hannah'nın yaşamboyu çatışmasını
dolaysız olarak deneyimlediğini hissettiğini söyleyerek bir tepki veriyor:
"kendi gerçeğimle benim için çok şey ifade eden seninle ilişkim arasında
bir seçim yapabilirim. Bu, tam da çoğu zaman ailene tepki olarak hissettiğin,
acı verici ve zorlayıcı şey." Fakat Hannah, "gittikçe artan bir panik
ve öfke" ile cevaplıyor. Terapistin (yansıtmalı özdeşleşme ya da rollerin
tersine dönüşü ile) Hannah'nın çatışmasını hissetmeye sürüklendiğini söylemesi
yalnızca Hannah'nın ıstırabını arttırıyor.
Terapist, cesaret (ve ümitsizlikle), dikkatini esnek
bir şekilde yeniden kendine yöneltiyor. Hannah'ya, "benim içimde ne
olduğunu düşnüyorsun?" diye soruyor. Hannah ona şöyle diyor: "[kendi]
çatışmalı sebepler[iniz] yüzünden 'ihtimallere açık kapı bırakıyor', kesinlik
gereksinimini bir kenara bırakıyor olabilirsiniz." Kahretsin ki burada bir
gerçeklik var - ve bu da, tüm muğlak ve yapılandırılmış olasılıklara bütünüyle
açık olmakla kabul edemeyeceğin bir şey. Terapist -kendi kararsızlığının farkında
olarak- onun, belki de haklı olabileceğini, kendi açıklık tarzının, ironik bir
şekilde, kendi savunmacılığını, kendi savunmacı sebeplerini gerektirdiğini
söyleyerek Hannah'yı yavaşça doğruluyor.
Uçurumun kenarından geriye çekiliyorlar. Çıkmaz,
aşılmış gibi görünüyor. Gerçeklik duyumları artık karşıtlık oluşturmuyor,
birbirini yadsımıyor. Hannah kalıyor ve çalışmaya karşı daha açık oluyor.
Terapist, Hannah'nın ihtiyacı doğrultusunda,
"tüm ihtimalleri hesaba katma"nın ne anlama geldiği üzerine,
gerçeklik ve hafızanın nasıl yapılandırıldığına dair derinine inanılan felsefi
düşünceyi, o keyifli durumu, bırakmak, incelemek ve onunla mücadele etmeye
gönüllüydü. Bir anlamda, tüm açıklığı ile onun inanç sistemi aslında,
Hannah'nın ihtiyaç duyup aradığı gerçek ve "kesin" bir şeyleri
araştırmanın önünü kapıyordu.
"Kendi çatışmalı sebepler[iniz] yüzünden
'ihtimallere açık kapı bırakıyor', kesinlik gereksinimini bir kenara bırakıyor
olabilirsiniz." Kahretsin ki burada bir gerçeklik var - ve bu da, tüm
muğlak ve yapılandırılmış olasılıklara bütünüyle açık olmakla kabul
edemeyeceğin bir şey.
Bir şeyleri psikolojik olarak harekete geçiren ve
açığa çıkaran şey, terapistin boyun eğmesi, Hannah'nın inancını zorla kabul
etme; ya da bir tür basit terapötik bir "silahlarına sarılma"
(saldırıdan sağ kurtulma) değildi. Bu kesinlikle terapistin, Hannah'nın
terapistin içinde de meydana getirdiği (aynı şey Hannah'ya da yapılmıştı),
içsel haliyle iletişim kurabilmek için, Hannah'nın panik ve öfkesini yorumlama
gayreti de değildi. Kendi başına bu, işleri daha da kötüleştirmişti. Bu bence
daha ziyade meselenin terapist, -karşılıklı bir şekilde yok edici olan bu
sessiz korku ve öfke durumunda (aslında yansıtma ile meydana gelmişti)- kendi
samimi kapasitesiyle, ortak ve içsel mücadeleye girişmenin, dahil olmanın
işaretlerini verdiği zamanki değişme şekliydi. Şunu demek istiyorum: anne-fetus
müzakeresini metafor olarak kullanacağım, ondan gerçekten, gelişimsel ve
terapötik müzakerede sonraki tezahürlerinin nasıl olabileceğine dair bir köprü
paradigma olarak yararlanacağım.
Mahrem içsel müzakere
Kendi deneyimim şöyle; bu kişilerarası kızgınlık ve
kafa karışıklığı anlarında, hastalarımız yalnızca (ya da başlıca) kendi
patolojik deneyimlerini terapiste ihraç etmezler (gerçi terapist genellikle
kendini bunun bir kısmını hissederken bulur). Ya da, kendilik psikolojisi bakış
açısından, hasta terapisti sadece, hastanın ihtiyaç ve fikirlerini empatik
anlayışındaki başarısızlıklara bakmaya zorlamaz. Hasta genellikle daha ziyade
-bu benim için can alıcı nokta- terapistin, kendi gerçek içsel deneyimlerindeki
özü hissetmesini, görmesini (ve süreç içinde göstermesini) sağlıyor.
Çoğunlukla şöyle düşünüyorum, hastalarımız (fetal
deneyimimizden bu yana çoğumuzda olduğu gibi) kritik müzakerelere girebilmek
için, diğerinin nasıl hallettiğini -özellikle de, hem onlar hem de kendimiz
için zor ve acı verici olanla yüzleşmeye zorlandığımızda, kendimizle (ve
onlarla) içsel olarak ne yaptığımızı- görebilme amacıyla, diğer insana
derinliğine ulaşmak ihtiyacındalar. Ancak ondan sonra -fetusta olduğu gibi-
bizim kendimizi düzenleyişimizin göbeğinde, bir şeylerle temasa geçebilirler.
Müzakerenin dönüşümü için bir kanal açılır: iki içsel kendilik/ diğeri
düzenleyici sistemi arasında bir kanal. Dışsal olandan, yaklaşık olarak, altta
yatan fetus ve anne paradigmasına daha yakın olan bir şeylere doğru (Bromberg
ve Benjamin'in dediği gibi) öznellikler çarpışır.
Yansıtmalı Özdeşleşme ve Rollerin Tersine Döndüğü
Aktarımlar
Steve Seligman'ın (1999) yakınlarda dediği gibi,
yansıtmalı özdeşleşme kavramını anlamak için Kleinien fantezi dünyasının,
annenin bedenine hayali nüfuz etmeleri de içeren mota mot, dürtü temelli
dinamiğini kabul etmek gerekmez. Yansıtmalı özdeşleşme kavramı, gözlemlenebilir
iki kişi arasındaki araöznel süreci anlatır ve bu tedavi ilişkisinde terapist,
belli zorlayıcı ve acı veren ya/ya da anlarını deneyimler.
Bion, Ogden (1990) ve kontrol ustası teorisyenlerin
uzun zamandır iddia ettikleri gibi, kendi öznelliklerinin böylesi anlardaki
gizemli kopukluğunu, hastanın pasiflikten aktifliğe geçiş biçimi olarak
yorumlamak, yani hastanın kendi içsel deneyiminin, gelişimin can alıcı
zamanlarındaki tıkanmış ve kaotik niteliğini, tedavinin bu dinamik ve şimdi
tersine dönmüş araöznel bağlamında hastaya iletmek, bazen yararlı olabilir
(Weiss ve Sampson, 1986).
Bu iletişimsel yeniden çerçevelemede bizi Klein'ın
tüm bu dinamiklerin ardında yatan doğuştan saldırganlık hakkındaki motivasyonel
teorilerini kabul etmeye sürükleyecek bir ima ya da ebeveyne dair/analitik
gerçekliği çarpıtmaya eğilimli tek katılımcı olarak çocuk/hasta üzerine tek
taraflı bir vurgu yok.
Yansıtmanın ve yansıtmalı özdeşleşmenin iletişimsel
işlevlerine dair görüşlerin doğruluğundan şüphe etmiyorum, ancak benim bugünkü
konum, bu iletişimsel dinamikleri, sürecin daha geniş ve uyuma yönelik
tarafından anlamanın ve öyle yararlanmanın genellikle daha çok fayda sağladığı
(Hannah ve terapistinde olduğu gibi). Bu yansıtmalı olayları, mahrem müzakere
-diğerinin içsel yapılarına erişmeye ve eylem halindeki diğerini (kelimelerin
ötesini, diğerinin bildiğinden bile ötesini) gözler önüne serip tanımaya
çalışma sürecinin- unsurları olarak görmenin yararlı olabileceğini
kastediyorum. Böyle bir "erişme", insanlar arasında, bir diğeri ile
-öznelliklerin dokusu dahilindeki amaç ve ihtiyaçları doğal olarak saklı,
gizli, açık seçik olmayan ve inkar edilen ebeveyn, sevgili, analist ile- mahrem
müzakerenin vazgeçilmez bir özelliği olabilir. Mahrem müzakere bir dereceye
kadar bu açık ve görülebilir öznel örgütlenmenin kısmen parçalanıp parçalanamayacağını
ve nasıl parçalanabileceğini görmeyi gerektirir.
IV. Geniş Resim
Hastaların bizleri genellikle yalnızca kendi
deneyimlerinin çözülmüş ya da formule edilmemiş taraflarını öğrenmeye
zorladığını varsaymamıza rağmen, şunu hatırlamak daha doğru olacaktır; onlar,
-eş zamanlı olarak- Hannah gibi, deneyimlerini bizim kendi gerçek
deneyimlerimiz bağlamında -ve kendi içsel kendilik düzenlememize karşı bir
meydan okuma yoluyla- öğrenmemiz için çabalıyorlar.
Hannah'nın ki gibi krizlerin, iki kırılgan öznelliğin
eş zamanlı deneyimini gündeme getirdiği fikrindeyim. Erken dönemdeki fetus gibi
hasta da sınırı yok etmek zorundadır. Rahim dışında bu, bizim kimliğimizi
parçalarına ayırmaları gerektiği anlamına geliyor: Tamamen (varoluşsal olan)
problemler için daha iyi ve işe yarar çözümler yaratmak (ve bu süreçte
genellikle eskilerini parçalara ayırmak) için, -burası önemli diye düşünüyorum-
bizim ne yaptığımızla ilgilidirler ve bu sırada da kendimizi bir arada
tuttuğumuz ek yerlerinden çekiştirirler.
Bu anlamda pekçok hastayla ilişki, bizi biz yapan
bazı temel yönlerimize dair sorular sorarak, kimliğimizin (kendiliğimizin,
kendi öznelliğimizin) görünürdeki birlik ve bütünlüğünü potansiyel olarak
bozmaya yarar. Bu, Winnicott'ın bir nesneyi kullanmak için gerekli gördüğü
yıkıcılığa benzer bir süreçtir. Fakat bunda farklı olarak aslında Diğeri süreç
içinde değişir ve bu karşılıklı eylem deneyimi zaruri olabilir.
Bu, -Hannah ve Carolyn'de olduğu gibi- terapistin,
bunun olmasına izin vermeye istekli (ve bunu yapmaya muktedir) olması ve bunun
nasıl olacağı meselesine dönüşür. Genellikle bu, terapist için içsel olarak
oldukça güç olan şeylerle uğraşma sorununudur ama başlı başına bu da değildir
çünkü dar anlamda kendi "çözümlenmemiş" (karşıaktarımsal) diye
isimlendirdiğimiz meselelerimiz (meydana çıkabilir olmalarına rağmen) şansa
bağlıdırlar. Düşüncem şu ki; yeniden açmak zorunda kalabileceğimiz bu
bütünleşmeler (yani kimliğimizin çeşitli yanları), aslında, hayatlarımızın
yaşanmış kısmında yeterince iyi işlemiş ve tümüyle öznel olan çözümleri temsil
etmektedir. Yine de, bu özel hastayla mahrem müzakerenin kendine has zorluğu,
bu dünyada kim olduğumuza yönelik işe yarar çözümümüzün başlıca bileşenine
meydan okur.
Bu kıymetli türdeki "yenilik" (yeni nesne,
yeni deneyim), alana bu şekilde girebilir, çünkü hasta zamanla, diğeri üzerinde
gerçek ve karmaşık bir etkiye sahip olduğunu deneyimler; özellikle de bu etki
çeşitli şekillerde ve açık bir biçimde, terapistin bazı önemli bağları,
bağlılıkları ve otorite duygusu gibi alanlarda olduğu zaman. Hastalarımızın
hemen her zaman teorilerimizin bazı taraflarına, kurallara ve terapötik
çerçevenin kendi törenlerine bağlılığımız üzerine çok fazla müzakere (ve esnek
hareketler) yapmamızı istemelerindeki en büyük nedenin bu olduğunu düşünüyorum.
Umarım, hastanın önemli bir etkiye sahip oluşunun
terapistin yalnızca basit anlamda kendi görüşlerini ya da uygulamalarını
değiştirdiği anlamına gelmediği açıktır. Terapistin kendi pozisyon ve
perspektifinin bazı yanlarına güçlü...derinlikli...sebatkar bir şekilde sadık
olması -her iki taraf için de- genellikle can alıcı önemdedir. Merkezden ne
kadar uzaklaşırsa, sınırlarını ve merkezini o kadar onaylamalıdır.
Mahrem Müzakerenin Derin Yapısının İşaretleri Olarak
Kleinien Nüfuz Etme Fantazileri
Kleinienler, bilinçdışının derinliklerini birincil
fantaziler anlamında nitelerken -genellikle annenin hayal edilen bedenine tam
anlamıyla nüfuz etme senaryoları- bir anlamda, fetus rahim duvarlarını yok
ederek annenin içine doğru tam anlamıyla bir köprü yarattığında, gerçekten
olmuş olan şeyin fantezideki ve metaforik bir versiyonunu yapılandırmışlardır.
Kleinienler, yansıtmalı özdeşleşmede mahrem
müzakerenin, ki bilinçdışının zorladığı/sebep olduğu haller rol oynayabilir,
daha geniş senaryosuna doğru vasıtanın bir parçasını keşfetmiş olabilirler.
Hasta, analistin içinde, analistin hem kendini koruma (hem de bütünlüğüne
yönelik belli tehtidleri göze alma), ki belli bir hastaya ulaşmak için bunu
yapması gerekir, kapasitesini ifşa edecek öznel gerilimleri meydana çıkarmaya
çalışır.
Hastalarımız uzun dönemde, kendi içsel düzenleme
sürecimize, işlevsel düzeyde plasentaya girişe eşdeğer bir girişe izin verme
istekliliğimiz ve kapasitemizin -genellikle üstü kapalı, sembol öncesi ve
temsili- kümülatif bir deneyimine sahip olurlar: (aktarımın neden olduğu) ama
yine de, kendimizle ilgili oldukça gerçek ve onlarla birlikte mücadele edip,
acı çeken bir şeyleri yeniden açığa çıkarmak. O vakit bizimle ilgili temel
şeyleri öğrenebilirler: insani karşılıklılığın en eski kaynaklarından
yararlandığımda bu bana şöyle geliyor, ortaya çıkan bu öğrenme o zaman onların,
kendilerini -ve kendimizi- anlamak için bize izin verme kapasitelerinden hemen
hemen ayrı bir şey değildir. Teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder