10 Eylül 2015 Perşembe

"Baştan Çıkarma Kuramı"

"Baştan Çıkarma Kuramı" Etrafında
Freud'un Yapıtındaki Dış Gerçeklik ve Toplumsallık
Bella Habip
Psikanaliz, bireyin kişisel alanının, kamusal olmayan alanının, yani psişenin analizini kapsayan bir pratikse, toplumsallığın ve dış gerçekliğin psikanalizle ne ilgisi var diye sorulabilir. Psikanalizin kuramsal yapısının salt bireyin metapsikolojisi üzerine kurulduğunu göz önünde bulundurursak topluluk olgusunun burada ne işi var diye de sorulabilir.
Freud’un nörofizyolojist araştırmacı olarak çalıştığı laboratuvardan ayrılıp 1885’te aldığı bir bursla Paris’e Charcot’nun yanına staja gidip daha sonra Viyana’da hekim olarak histeriklerle çalışmaya başlamasından itibaren ruhsal rahatsızlıkların temelinde toplumsallığın izlerini takip ettiğini ileri sürebiliriz. Freud için toplumsal alan psişik alan ile aynı ilgi ve merakı içerir gibiydi. Freud ruhsal hastalıkların etiyolojisini salt psişik aygıtın işleyişindeki kimi tuhaflıklara bağlamıyor, bu tuhaflıkların tetikçisini bir dizi dış etkenle de bağlantılandırıyordu. Bu konuşmamda Freud’daki bu toplumsal hassasiyeti öncelikle, epey vulgarize olmuş, özgünlüğü bir kenara bırakılıp popüler yönü muhafaza edilmiş bir kuramı, “Baştan Çıkarma Kuramı”nı öne çıkararak anlatmaya çalışacağım. Bu kuram ve kuramın içerdiği bağ kurma meselesiyle Freud’un toplumsal içerikli metinleri arasında bir paralellik kurarak bu metinlerde kısa bir gezintiyle de konuşmamı sonlayacağım.
Freud’un araştırmalarının başlangıcında, önce hipnoz, sonra katarsis daha sonra da psikanaliz pratiğinin başlangıçlarında ileri sürdüğü, histeriklerin etiyolojisinde önemli yer tutan “baştan çıkarma” olgusunun etrafında geliştirdiği “Baştan Çıkarma Kuramı”nı ele almadan önce baştan çıkarma kavramına eğilmekte fayda var. Ne demek birini baştan çıkarmak? Kısaca birisini etkilemek veya söz konusu kişinin etkilenmesini sağlamak demek. Buraya kadar bir sorun yok... Örneğin bir erkek bir kadına kur yapar: Kültürel bağlamına göre erkek kadının hoşuna gidecek şeyi bulmaya (eğer biraz libidosu narsisizminin önüne geçerse) ve bu şeyi o kadına sunmaya çalışır ki kadın da kendisinde olmayan şeyin (arzusunun nesnesinin) sadece o erkekten ya da o erkek dolayımıyla sağlanacağını sansın. Bu tür bir baştan çıkarma meşrudur ve cinsiyetler arasındaki karşılaşmaların temelindeki sosyo-psiko ve hatta etolojik bir şemaya tekabül eder. Ya da bu sefer kadınla erkek farklı sosyal statülerden olsunlar, örneğin bir üniversite profesörü, kır saçlı ama dinç, genç talebesini baştan çıkarır. Veya bir hastanenin klinik şefi genç bir kadın asistanı baştan çıkarır. Biraz daha ileri gideyim. Bir şirket yöneticisi sekreterine cinsel imalarda bulunarak baştan çıkarmaya çalışır ya da artık kelimeyi söyleyeyim, tacize yeltenir. Ya da erişkin bir erkek veya erişkin bir kadın (örneğin bu bir çocuk bakıcısı olsun) küçük bir kız veya erkek üzerinde cinsel temaslara başvurabilir ki bu temaslar tecavüze kadar gidebilir.
Neden bunları söylüyorum? Bir erkekle bir kadının eşitlik ilişkisi içinde karşılaşmalarıyla bir kişinin otoritesini kullanarak suistimal yoluyla istediğini elde etmeye çalışması arasında önemli bir fark vardır. Bazen bu karşılaşmanın aktörleri görünürde karşılıklı rıza gösterir gibidirler; ama yine de bir mesele var gibidir: Örneğin bir psikotik (kız veya erkek) annesiyle aynı yatağı paylaşıyorsa ve annesine cinsel girişimlerde bulunuyorsa anne ya da sapkın diyebileceğimiz anne de bu durumdan hiç şikayetçi görünmüyorsa kim kimi taciz ediyor sorusuna verilecek yanıt gittikçe zorlaşır. Ama bu da zaten başka bir meseledir.
Görüldüğü gibi baştan çıkarma pratikleri çok çeşitlidir ve karşılıklı haz arayışından tutun da bir kişinin kendi otoritesini ve sosyal statüsünü kullanarak bir diğer kişi üzerinde cinsel şiddet uygulamasına kadar gider. Tabii üzerinde şiddet uygulanan kişi bu duruma hayır diyebilecek serbestliğe sahip değildir: Bir sekreterse işini kaybetmekten korkar, bir ebeveyni tarafından taciz edilen bir çocuksa çocuk sapkın ebeveynini o haliyle sevmeye mahkûmdur...
Mesleğinin ilk yıllarında histerikler Freud’un özel ilgi alanıydı denilebilir. Histeriklerin konversiyonlarındaki, rüya ve çağrışımlarındaki, bilinçli hayat öykülerindeki cinsel travmalara dikkat çeken Freud tıpkı Parisli hocası Charcot gibi “cinsel şey”in izini sürmektedir. “Histerik, anılarından ötürü acı çeker,” diyen Freud travmaların gerçekleştiği tarihe göre bir nosografi bile hazırlar. Örneğin obsesif kompulsif nevrozluların travmasının histeriklerinkinden çok daha eski bir tarihte gerçekleştiğini söyler Freud. Çocuk 4 yaşından önce bir erişkinle (ki bu erişkin sık sık babadır) haz aldığı bir cinsel deneyim yaşamıştır. Histeri için 8 yaşını ileri sürer; daha sonraları bu tarihleri daha geriye alır, 1 yaşına, hatta 6 aya kadar götürür. Travmayı mekanik bir biçimde ele alan Freud, sebep sonuç ilişkisinde bir doğrusallık modeliyle, hastaların anlattıkları öykülerde nesnel gerçekliğin, yani olmuş bitmiş travmanın izlerini bir dedektif gibi arar, hatta ısrarla hastalarına itiraf ettirir. Freud, bu cinsel travmanın çocuğun cinselliğinin çok erken ve zamansız bir biçimde uyanmasına sebep olduğunu, dolayısıyla, çocuğun psikolojik donanımı bu uyarılmayı kaldıracak güçte olmadığı için bu deneyimi halihazırdaki kişiliğine entegre edemediğini, dolayısıyla da çocuğun dürtüsel ve duygusal düzenlemesinin bozulduğunu ileri sürer. 1897 yılına kadar Freud için cinsel travma ruhsal rahatsızlıkların, özellikle histeri ve obsesif kompulsif nevrozun temelindedir.
Dolayısıyla en başından beri Freud hastalarının aile çevresiyle yakından ilgilenmekte, özellikle güç ve otorite ilişkilerine ve bunlardan kaynaklanarak ruhsal hastalıkları doğurduğunu düşündüğü cinsel istismarlara özel bir ilgi göstermektedir. (Dikkat ederseniz baştan çıkarmanın günümüzdeki versiyonunu kullanıyorum: Bu da Freud’un çağdaşlığını –postmodern?- bir kez daha vurgulamak için bir vesile sayılabilir). Güç ve otorite ilişkilerinin ruhsal hayattaki izdüşümlerinin izlerini Freud’un neredeyse tüm eserlerinde bulabilirsiniz; daha ilerideki satırlarda bunlara değineceğim. Ama toplumsallık içeren bu metinlere göz atmadan önce Freud’un “Düşlerin Yorumu” metnine bile bakılacak olsa (bile diyorum, zira bu metinde ruhsal aygıtın işleyişinin neredeyse mühendisliği yapılmıştır), Freud’un kendi kendine yaptığı analizde, yakın çevresiyle olan hesaplaşmalarını ve “güç ilişkilerine mahkûm yalnız birey sorunsalı”nın etrafındaki bu hesaplaşmaların sansüre takılmamak için nasıl kılık değiştirdiklerini bireysel düzeyde okumak olanaklıdır. Yeniden Freud’un 1897 yılına kadar savunduğu “Baştan Çıkarma Kuramı”na dönecek olursak ki bu kurama Freud “benim nörotikam” adını vermiştir, Freud bu kuramdan 1897’de birçok nedenden ötürü vazgeçer; ama hiçbir zaman bütünüyle terk etmez. Vazgeçme nedenleri olarak dört ana neden ileri sürer Freud. Bunlar:
Öncelikle Freud analizlerinin sonlanamadığını söyler: Hastalar zamansız olarak tedaviyi terk ediyorlar; dolayısıyla Freud kuramının tutarlılığını tam olarak doğrulayacak durumda olamıyordu. Bu nedenin konjonktürel bir neden olduğunu ileri sürebiliriz.
İkinci nedenin metapsikolojik olduğu söylenebilir. Freud bilinçdışında gerçeklik ile hayal ve kurgu arasındaki farklılığı oluşturacak bir kategori olmadığını ileri sürer. Dolayısıyla baştan çıkarılma öykülerinin dış gerçeklikle olan bağlantısı meselesi hallolmamıştır.
Tüm histeriklerin sapkın bir babaya sahip oldukları gibi bir saptama Freud’a artık abartılı gözükmeye başlamıştır. O zaman histeriklerin sayısından (histeriklerin birkaç baştan çıkarma olayıyla histerik oldukları düşünülürse) çok sapkın baba sayısı varsaymak gerekir ki bu da yani bu kadar çok sapkın babanın varlığı da Freud’a pek akla yakın gözükmez.
En sonuncu gerekçe de bilinçdışının apaçık olduğu psikozlarda bu tür anılara fazla rastlanmamasıdır.
Histeriklerin babaları tarafından tacize uğradıkları için hastalandıkları şeklindeki kuramı Freud bir kenara bırakır; ama hiçbir zaman tamamıyla terk etmez. Freud kendi kendine yaptığı analizinde başka bir tür gerçeklikle karşılaşır; bu paylaşılabilen bir gerçeklik olmayıp kişiye özel bir gerçekliktir ve hayallerin dünyasını kapsar. Özellikle rüyalarını çözümlediği kendi kendine yaptığı analizde, ilk çocukluk yıllarındaki bakıcısının cinsel uyarmalarını, annesine olan aşk duyguları ile babasına olan düşmanlık duygularını keşfeder. Oidipus trajedisinin küçük insanın toplumsallaşmasının temelindeki temel şema olduğunu ileri sürer. Tabii bütün bu keşifler “Baştan Çıkarma Kuramı”nı yeniden gözden geçirmek için bir fırsattır. Kendi üzerinde keşfettiği çocukluk hayallerini histeriklerde izleyen Freud, “Çocukluk Cinselliği” kuramını ortaya atar. Bu kurama göre çocuk dünyaya yaygın ve çift cinsiyetli bir cinsellikle gelir ve hayal dünyası cinsellikle dopdoludur. Anne ve baba ya da çocuğun bakımıyla ilgilenen kişi çocuk için en ayrıcalıklı cinsel nesnedir. Örneğin kız çocuk önce annesinin her şeyi olmak ister ve annesinin tüm arzu ve tasarısının ondan ibaret olduğunu zanneder. Annesinin kendisinin dışında da ilgi alanları olduğunu -örneğin babayı- keşfeden küçük kız, birden anneyi memnun edemeyeceğini, eksik olduğunu, psikanaliz jargonuyla söyleyeyim, iğdiş olmuşluğunu dehşetle keşfeder. Bu hem gerçek hem de eğretileme olarak küçük kızın ilk hayal kırıklığıdır. Hemen ardından ikinci bir hayal kırıklığı, cinsiyet farklılığının fark edilmesiyle ortaya çıkar. Penis eksikliğini salt kendinde değil ama annesinde de keşfeden küçük kız babasına doğru döner ve annesinin ona veremediklerini babasından ister: Önce bir penis daha sonra bir bebek olarak. Bu değişikliğe “nesne değiştirmek” diyoruz. İşte böyle cinsellik çocukların kafasını meşgul eder ve üreme de çocukların (kız ya da erkek) belli başlı kafa yordukları bir meseledir. İşte bu cinsellik üzerine meşguliyetler ki çocuklukta hayal olarak mevcutken ve daha sonra bastırılmışken (ki bu bastırma medeniyetin dürtüler üzerindeki yasaklayıcı etkisidir), ikinci bir zamanda, ergenlikte bir ikinci örgütlenme yoluna girer. Freud buna “sonradan etki” (Nachträglich) zamanı der. Bu, bu sahnelerin hatırlanma zamanıdır ve hatıralar birden travmatik etki gösterirler, bir başka deyişle nesnel ve tarihsel olay (travmatik olay) hatıralar yoluyla sonradan travmatik etkisini gösterir. Bu sonradan etki kavramına biraz açıklık getirmek amacıyla Freud’un “Bilimsel Bir Psikolojinin Eskizi” (1895) adlı metinindeki örneğini anlatacağım. Emma dükkânlara yalnız başına girmekten korkan genç bir kadındır. 13 yaşında bir dükkâna girdiğinde, orada çalışan iki tezgâhtarın güldüğünü görmüş ve kendi kıyafetiyle alay ettiklerini düşünmüştür. Bu arada bu iki tezgahtardan biri Emma’nın ilgisini çeker; Emma onu çekici bulduğunu hatırlar. Ama Freud’la yaptığı analizden sonra Emma bir diğer sahneyi hatırlar: Sekiz yaşındayken bir şekerci dükkânında, satıcının tacizine uğramış ve bu sonuncusu Emma’nın cinsel organlarını ellemişti. Bu teması Emma, o sırada ve hemen akabinde unutmuş yani bastırmıştı. Freud’un açıklaması şöyledir: Bu cinsel temas, yaşından ötürü, küçük kız tarafından o şekilde adlandırılmamıştır ve cinsellik öncesi bir deneyim, böyle bir deneyimle ilgili olarak çocuğun herhangi bir tasarımlaması ve duygulanımı var olmadığından dolayı, anlamlandırılamadan bastırılmıştır. Ergenlikte ikinci bir sahne, ilkini yakından hatırlatır, onu canlandırır ve bu hatırlama, söz konusu o ilk sahneyi “sonradan” travmatik hale sokar. Freud şöyle der: “Olay gerçekleştiği sırada ortaya çıkamayan; ama daha sonradan olayın anısıyla canlanan cinselliğin itkisi kaygıya dönüşür.” Bastırılmış bir anının daha sonradan travmaya dönüştüğünü neredeyse hep görürüz. Ergenliğin geç bir zamanda oluşması birincil süreçlerin zamanından sonra üretilmesini olanaklı kılar.
Bu örnekten de görüldüğü gibi bir olayın travmatik olup olmadığı ÖZNE’nin o olayla ne yaptığına, o olayı nasıl yaşadığına bağlıdır. Bir başka deyişle öznenin dürtüsel donanımının, psişik ekonomisinin bu olaya nasıl tepki verdiği ile ilgilidir. “Olayın kendisi” değil “öznenin o olayı yaşama biçimi” bizi doğrudan “psişik gerçeklik” diye adlandırılan, salt özneye ait bir alana yönlendirir. Bu anlamda “sonradan etki” kavramı salt psikanalize aittir, psikanalizin dayandığı temel alandır. Bu kavramı anlayabilen ve kuramda bir yere koyabilen bir kişi, psikanalizin nasıl bir şey üzerinde çalıştığını anlamıştır diyebilirim.
“Sonradan etki” kavramıyla, tabii ki, “Baştan Çıkarma Kuramı” bir revizyona uğrar: Artık söz konusu olan, travmatik olayın salt kendisi değil, öznenin onu yaşama biçimidir. 1903 yılına gelelim ve Freud’un dürtüsel hayat ve libido kuramı üzerine yazdığı “Cinsellik Kuramı Üzerine 3 Deneme”yi ele alalım. Bu metinde Freud çocuklukta cinsel bir hayatın varolduğunu ileri sürer ve bu cinselliğin, genital öncesi kısmi dürtülerden oluştuğu için, sapkın türden olduğunu ileri sürer. Bilimsel çevrelerde skandal yaratan bu kuram bir ikinci skandalı da içinde barındırmaktadır; o da annenin çocuğun ilk baştan çıkarıcısı konumunda olmasıdır. Anne sevgisi o kadar masum ve özgeci değildir, çocuğun cinselliğini ilk ateşleyen bir “ilk baştan çıkarıcı”dır. Freud bu etiyolojiden hiç vazgeçmez. Anne, çocuğuna bahşettiği bakım, sevgi sözcükleri ve şefkat dolu dokunuşlarıyla çocuğun cinselliğini uyarır. Burada histeriyi neredeyse çocuğuna bulaştıran sapkın suçlu babanın yerine anne tüm masum görünümünün ardında baştan çıkarıcı olarak sahneye çıkar. Anne, çocuğun erojen bölgelerini uyararak kendi cinselliğini de kendisine rağmen sergiler: Çocuğu onun için neredeyse bir sevgili gibidir ve ona karşı bir sevgiliymiş gibi davranır. Her ne kadar Freud işin bu yönünü fazla irdelemediyse de annenin cinselliğini burada vurguluyorum. Unutmayalım ki ilk baştan çıkarıcının izleri aynı zamanda çocuğun psikolojik ve cinsel gelişimine biçim vermesiyle kendisini belli eder.
Freud’dan sonra çağdaş Fransız psikanalisti Jean Laplanche “Baştan Çıkarma Kuramı”nın bu son halini daha zenginleştirerek “Kökensel Baştan Çıkarıcılık” (séduction originaire) diye adlandırdığı ilginç bir kuram ortaya atar. Annenin baştan çıkarıcı cinselliğini bir “bilmece” ya da “muamma” gibi yaşayan çocuk, ebeveynlerin ya da yaşamındaki tüm erişkinlerin ona sunduğu bilmeceler dizisiyle istilaya uğrar. Bu bilmece yüklü mesajlar çocuğu erişkinlerin dünyasına ve onların cinselliğine açar.
Freud’un ileri sürdüğü dış etken etiyolojisinin altını çizmek için epeyi dolaylı bir yol seçmiş olabilirim. Ama şu ince ayırımı yeniden vurgulamak isterim. Freud dış etken derken, dışarda, özneden bağımsız olup bitenlerden söz etmez. Örneğin, dürtü kuramında dürtüler bir iç uyarandır ve benliğin onlardan bir dış etkenden kaçar gibi kaçabilmesi söz konusu değildir. Bu durum da dürtülere bir dışsallık özelliği atfeder. Çocuk dürtülerini dışardan geliyormuşçasına algılar, zira onlarla henüz tanışmamıştır; nevrozlu da öyledir, onları bastırdığı için ya da Freud’un deyişiyle, başını onlardan başka yöne çevirdiği için... Freud, çocuk olsun, nevrozlu olsun, insanın dürtülerle nasıl başa çıktığını soruşturur. Ruhsal hayatta cinsel dürtüyü algılayışımızdaki şaşırma ve itiraz boşuna değildir. Bu durum, içeride ve bize ait olanı (Freud bunu “yabancı cisim” diye adlandırır) yabancılaştırmakla ilgilidir.
Dürtü, somatik olanla psişik olan arasındaki ince sınırda yer alır Freud’a göre. Bir üçüncü alan olarak sosyal alan vardır. Bu alan kamusal alan, dürtüsel öznelerin bir araya gelip birlikte bir şeyler yapıp ettikleri alan, dürtülerin ihraç olduğu alandır. Bunun için savaş haberlerine, politik hayattaki tutkulu çekişmelere, fallik güç arayışına, arkadan güç kazanmaya yönelik sinsi iktidar oyunlarına (anal nüfuz), kadınların kamusal hayattan dışlanmalarına (kadınsının reddi) ve totaliter rejimlere (farklılığı, çeşitliliği ve çelişkiyi yok sayan ideolojiler) bakmak yeterlidir. Dürtülerle çevriliyiz ve bunlarla baş etmemizin yolunun her zaman rasyonel yöntemlere başvurmak olmadığını da gördük. Dürtülerin ihraç olduğu alanda dürtüler deşifre olmayı bekleyen bir atık yığınına benzerler. Toplulukların, medeniyetlerin de bu cinselliği takip etmek, izlemek (Michel Foucault), yönetmek ve kodlamak gibi bir misyonları var gibidir. İlişkiler ister heteroseksüel olsun ister homoseksüel olsun, her zaman için 2 farklı psişizmin buluştuğu bu cinsellik farklılıklar ve çoğulluklar içerir (her ne kadar sevgililer karşılıklı ülküleştirdikleri -idealize ettikleri- aşklarında “biz ikimiz biriz” deseler de).
Tekrar Freud’a dönecek olursam “Baştan Çıkarma Kuramı”na göre, baştan çıkaran ister sapkın baba olsun isterse bakım ve sevgisiyle anne olsun, dürtünün toplumsal alanla kesiştiği noktadayız. Bu bizim Freud’u sosyolog bir düşünür olarak da okumamızı sağlar.
Freud’un toplumsallığı bir diğer metinde daha da belirginleşir. 1913 yılında yayımladığı Totem ve Tabu’da ilk insanın örgütlenmesini kurgular. “İlkel Kabile Miti” diye adlandırdığı bu kurguda Freud insanlığın başlangıcında zalim bir kabile şefinin hükümranlığındaki bu ilk toplulukta –ki bu kabile şefi erkek çocuklarını ona rakip çıkacak yaşa geldiklerinde öldürüyordu- bir gün erkek kardeşler baş kaldırıp bir araya gelirler ve kabilenin tüm kadınlarına sahip olan babayı öldürürler; totemik bir ziyafetle de babayı yerler ve akabinde ant içerler: Bundan böyle kimse kimsenin kadınına el sürmeyecek ve kadınlar eşit bir şekilde paylaşılacaktır. Neredeyse Rousseauist denilecek bu ilk “toplumsal sözleşme”de yasanın ve bu yasayı işler hale getirecek kuralların temelleri atılır. Bu arada bu ilk sözleşmenin kadınların paylaşımı üzerine olduğunu da hatırlatalım ve o günden beridir ki toplumlar cinselliğin yönetimini kadınlar aracılığıyla yaparlar, bu da bir başka konudur. Ama Totem ve Tabu “toplumsal bağlar” ve bu bağlarda yaşanılan zorluklar üzerinedir. Bir de bu metnin yazıldığı sırada psikanaliz hareketinin içindeki bölünmelerin Freud’un kafasını epeyi meşgul ettiğini kolayca görebiliriz (Jung ve Adler’in kopuşları).
Toplumsallık üzerine bir diğer metin de Freud’un 1.dünya savaşının akabinde ortaya çıkan ulusal kimliklerin arka planında, 1921 yılında yayımladığı, “Kitlelerin Psikolojisi ve Benliğin Analizi”dir. Bu metinde Freud şöyle bir soru sorar: Kitleleri, halkları, toplulukları bir arada tutan şey nedir? Yanıtı ise libidodur, yani cinsel enerjidir; insanları baştan çıkaran cinsel enerjidir yine konumuza dönecek olursak! Bir topluluğun üyeleri libidinal enerji sayesinde birleşirler ve o topluluğun şefi yerinde olan kişiyle özdeşleşerek birbirleriyle özdeşleşirler. Özdeşleşme, unutmayalım ki, sevdiğimiz bir kişinin özelliklerine sahip çıkmaktır; tabii sevdiğimiz derken cinsel bir sevgiden, aşktan söz ediyorum. Bu aşkla sevilen şefle özdeşleşen topluluk üyeleri, şefin ideallerini de doğrudan, uç durumlarda hiç sorgulamadan benimserler: Kolektif hipnoz diye de adlandırılabilecek bu durum kitlelerin şiddetle sevme ve sevilme arzularını yansıtır gibidir, tıpkı bireyde olduğu gibi ya da daha çok çocukta olduğu gibi! Yine Freud’un çok hassas olduğu baştan çıkarma ve güç ilişkileri konusuyla karşılaşıyoruz!
Bu iki metin insanlar arası ve kuşaklararası kurulan bağların kökenindeki cinselliği ve baştan çıkarıcılığı tespit ederler. Baştan çıkarma kuramı Freud’un yakasını hiç bırakmaz: Önce hipnoz ilişkisinde, daha sonra da aktarım ilişkisinde, sarhoş kalabalıklarda, hep baştan çıkmış kişiler cömertçe sergiledikleri dürtüleriyle karşımıza çıkarlar... Baştan çıkma bir yandan toplumsal hayata katılımın bir koşulu olarak dursa da idealizasyon yönelimli olduğunda libidoyu da kilitleyen faktörlerden birini oluşturur.
Baştan çıkarma kuramı ve tüm Freud yapıtındaki gelişimi ile etkileri, imaj toplumu çağı diyebileceğimiz postmodern çağımız üzerine düşünmemiz için bir fırsat yaratır: Bilgisayarlarla ve datalarla kuşatılmış kitleler, kurulan kişisiz bağlarda, imgeler aracılığıyla toplu bir cinsellik yaşarken baştan çıkarak hipnotize olmuş gibi değil midirler?
TARTIŞMA
Yavuz Erten
Sayın Bella Habip’in zengin ilhamlar yaratıcı –hadi çekinmeden söyleyeyim- “baştan çıkarıcı” sunumunu dinledikten sonra, kendimi “tartışmacı” konumunda buluyorum. Doğrusu bu kelime “tartışmacı” mı yoksa “tartışan” mı olmalı, ondan da çok emin değilim. “Göçmen” ve “göçebe” kelimelerinin arasındaki yakınlık ve uzaklığa benzer bir şey var “tartışan” ve “tartışmacı” arasında. Ben “göçmen” ve “tartışan” olmayı tercih edenlerdenim.
Çoğunuzun bildiği gibi, uzun zamandır “Kendilik Psikolojisi” ve “İlişkisel Psikanaliz” ile ilgilenmekteyim. “İlgilenmekteyim” ifadesinin anlamını kendi konumum açısından doğru buluyorum, çünkü bu bakış açıları ile aramda hala duran bir fren mesafesi olduğunu gösteriyor. Onlar ve diğer psikanaliz ekolleri arasındaki etkileşimlere açık olmayı da seviyorum.
Sayın Bella Habip’in belli bir paradigmanın kavramlarını geçerlilik ve tutarlılıklarını gözeterek sunduğu bu malzemeye, özellikle Kendilik Psikolojisi perspektifinden yaklaşarak tartışmaya başlamak isterim.
Kendilik Psikolojisi’ne göre, yenidoğanın gelişim programı kendiliğin bütünlük, süreklilik, uyum ve esnekliğe ulaşmasını içerir. Kendiliğin yapısal özellikleri dış dünyada kendilik deneyimleri (self experiences) ile tebarüz eder. Kişinin kendiliğinin durumunu ifade ettiği kendilik deneyimleri ve bunların zarfları olan “hal”lerini görürüz. Bizi bu “hal”lerin kalbine götüren kırmızı iplikler ise duygulanımlardır.
Bebeğin gelişim öyküsünün önemli bir boyutu Stern’ün tanımı ile onun “Kişilerarası Dünya”ya (Interpersonal World) yerleşmesidir. Stolorow, Atwood ve Orange’ın deyimi ile “Çocuk dünyaya yerleşirken, dünya da ona yerleşir.” “Kişilerarası Dünya”nın temeli ilk bakıcıların, bebeğin kendilik deneyimlerini yani ağırlıklı olarak duygulanımlarını izleyerek, alarak, kabul ederek, taşıyarak ve işleyerek ona geri vermelerini içerir. Kohut buna “içinden geçirme” (passing through) demişti. İlk bakıcılar, bebekten yüzlerine, gözlerine, sözlerine duygulanımsal ifadeler “almak”la kalmazlar –ki bu “alma”lara aynalama, yankılama, hassas ayar kurma gibi isimler veriyoruz- onlara her zaman bir şeyler ekleyerek, onları işleyerek bebeğe geri verirler. Winnicott’ın etkileşimsel squiggle oyununu anımsayalım.
Stolorow ve Socarides, bu olguyu bebeğin duygulanımlarının, ilk bakıcı etkinlikleri ile kendilik deneyimine entegre edilmesi olarak adlandırırlar. Bu işlemlerden geçmeyip kendilik deneyimlerine entegre edilmeyen duygulanımlar ve daha kapsayıcı bir ifade ile haller, kendiliğin içinde, bütünlüğe katılmayan ilkel enkapsülasyonlar olarak kalıp ileriki psikopatolojinin temellerini oluştururlar.
Kohut ilk bakıcıların bu işlevlerine “kendiliknesneliği” (selfobject) adını verir. Kendiliknesnesi bir insan değil, bir işlevdir. Winnicott’ın “geçiş nesneliği” kavramı ile yakınlıklar içeren “kendiliknesneliği”, sadece “ilk bakıcı-bebek” ilişkisinin hammaddesi değil, aktarımsal süreçlerin rol oynadığı her yerin, özellikle analiz ve terapinin dokusunu oluştururlar. (Küçük bir parantez açarak eklemek gerekirse aktarım kavramında “gereksinim aktarımı” ve “tekrar aktarımı” gibi bir farklılaşmaya da yol açarlar. Kohut’un “Her tekrar aktarımdır; ancak her aktarım tekrar değildir.” sözünü anımsayalım.)
Bugünkü konumuzla ilgili yere gelmek isterim. Kendilik Psikolojisi ekolü kuramının gelişim ayağını her zaman çağdaş 0-3 yaş anne-bebek gözlemlerine dayandırmıştır. Başını Daniel Stern gibi kuramcı ve araştırmacıların çektiği bu zengin bulgular alanı, bebeğin yaşamın başlangıcında sergilediği bir özelliğe dikkat çeker. Bu özellik herhangi bir kategorik duygulanım durumu ile tanımlanamayacak bir hali işaret eder.
Bu özel hali yaşayan bebek yaşama açıklık ve hazır oluş içindedir. Uyarılmaya, etkileşime, ilişkiye açlık durumunu yansıtır. Gözlerindeki yaşam kıvılcımı ateşe dönmek için annenin katkısını bekler. Bebeğin herhangi bir kategorik duygulanıma ve onu içinde ifade edeceği eyleme geçmeden hemen önceki bu yüksek enerjili potansiyel hali, Stern’e göre yaşamsallığın başlangıcıdır ve diğer tüm duygulanımların kaynağıdır. Stern bu olguya “canlılık duygulanımı” (vitality affect) adını verir. Canlılık duygulanımı, tek başına yaşama geçmeyi, canlı olmayı, yaşamsallığı sağlamaz. Gerekli şarttır; ama yeterli şart değildir. Anne bu duygulanımı kendiliknesnesi etkinliği ile işlerse vitalizasyon çemberi tamamlanır. Bebek, potansiyeli performansa geçirir ve yaşama tutunmaya başlar. Kıvılcım ateşe dönüşür. Annenin, “canlılık duygulanımı” üzerinde kendiliknesnesi işlevlerini sağlamaması sonucunda ise, canlılık duygulanımı sönmeye başlar ve ortaya “cansızlaşma” (devitalization) çıkar.
“Cansızlaşma” bebeğin yaşamdan geri çekilmesi, içine kapanması gibi bir sonuç doğurur. Böyle bir durum otistik ve/veya psikotik bir iç dünya yaratır. Guntrip’in “nesnesiz regrese ego” diye adlandırdığı hal böyle bir iç dünya özelliğini yansıtır.
“Cansızlaşma” bazen sadece “psişik ölüm”le sınırlı kalmaz. Zaman zaman bu cansızlaşma Guntrip’in kardeşi Percy’nin bahsinden anımsayacağımız gibi, bebeğin fiziksel ölümüne bile sebebiyet verebilir.
Aşırı cansızlaşmış bebeğin nesnesiz bir dünyaya geri çekilmesi ne demektir? Bu otistik dünya “arzusuz” bir varoluşu yansıtır. Arzu, canlılığın kendi sınırları ötesindekine yani ötede olana, öteki’ne yönelişinin dinamiğidir. Ben’in ben olmayan’a (tüm dünyaya) açlığı ve iştahıdır. Arzu nesnesi ulaşılabilen; ama hiçbir zaman bütünü ile elde edilemeyendir. O yakalandıkça kaçandır.
Her arzu bir vaadin peşinden gider. Bu vaadin doğası baştan çıkarmadır. Annenin bebeği vitalize etmesini “baştan çıkarma” olarak görebiliriz. Anne bebeği yaşam adına, yaşam için, yaşama doğru baştan çıkarır. Anne bebeğin dünden –ezelden- razı olduğunu tamamına erdirir. Ve tamamına erince, bebeğin yaşamı boyunca işleyecek arzu zembereği gerilir.
Başlangıçta bir süre, amaç ve araç nitelikleri üst üste binmiş görünse de optimal gelişimde, annenin bu baştan çıkarışı bir araç olarak kalmalıdır. “Yeterince iyi anne” arzu zembereğini gerer ve geri çekilir. Bebek baştan çıkarıcıda takılı kalabilir. “Baştan çıkarıcı” diyorum, “baştan çıkaran” demiyorum. Konuşmamın başından anımsayacağınız “göçmen” ve “tartışan”a bir de “baştan çıkaran”ı ekleyelim. “Baştan çıkarıcı” baştan çıkarmada ısrarlıdır. Bu onun için bir araç değil bir amaç olmuştur. Onun büyüsü, efsunu, hipnozu çözülemez.
Buradan sayın Bella Habip’in değerli derlemesi “Bensizbiz”in içeriği ile bağlantılı noktaya geçelim.
Sigmund Freud’un grup psikolojisi üzerine öne sürdüklerini hatırlarsak onun bireysel psikolojik devinimlerde bile belli bir anlamda grup psikolojisi dinamiği gördüğünü idrak ederiz (her sevişme altı kişiliktir…). Psikanalitik bakış açısı bireysel olanla daha geniş çaplı olanlar, yani toplumsal, kültürel, siyasi olgular arasında köprüler kurar. Özünde bireysel intrapsişik bir perspektife sahip olan psikanaliz, toplulukların kaderini incelerken, bu mikro evrenle makro plan arasında paralellikler kurar.
Bu ruhtan hareketle, konuşmamın başında zikrettiklerimin grup süreçleri ile ilgisini kurarak, bir yüzü “canlılaştırma”, diğer yüzü “baştan çıkarma” olan olgunun, toplumsal süreçlerin de önemli bir parçası olduğunu iddia ediyorum.
Topluluğun lideri (burada, değişik liderlik türlerini tek bir potada eriterek ifade ediyorum), topluluk üyelerini bir ülküye, bir hedefe, bir ideolojiye, bir tutkuya doğru canlandırır ve/veya baştan çıkarır. Belli bir canlılığa ulaşmış grup süreçlerinin (burada, “canlılık” ile dini, siyasi, ideolojik “enerjik oluşu” kastediyorum) çoğunun temelinde bunu görürüz. Topluluk bir bütün olarak, ama aynı zamanda, onun içinde yer alan bireyler kendi öyküleri ile topluluğun kaderinin kesişme noktalarında liderin işaret ettiğini arzularlar. Liderin işaret ettiği ile lider sıklıkla bir kondansasyona yani yoğunlaşmaya uğrar. Bu tür yoğunlaşma örneklerine pek çok dini, siyasi ve ideolojik oluşumda rastlarız. “İdeolojimizin hedefi (veya içeriği), liderimizin kişiliğinde somutlaşmıştır.” ifadesi herhalde çoğumuza tanıdık gelmektedir. Böyle bir yönelimin doğası aktarımdır. Topluluk üyeleri oldukça karmaşık versiyonlara bürünebilen şekillerde, narsisistik ve libidinal kateksislerle liderlerine bağlanırlar.
İnsanlığın medeniyet tarihinin ve onun özündeki kültürel oluşumların çekirdeğinde bu aktarımlar yatar. İnsanoğlunun dünyaya kurduğu bağlar, onun sosyal varoluşu perspektifinde bu aktarımları zorunlu kılmıştır. Bu baştan çıkma, canlılığı, umudu ve arzuyu yaşayabilmek ve taşıyabilmek için şart olan bir koşuldur.
Bu topluluk ruhu, bir başka ifade ile topluluğu bir arada tutan bu telkin ve illüzyon ortamı, insanoğlunun yağız toprak ve mavi gök arasındaki belirsiz varoluşunda bir mitoloji yaratır ve ona belli bir öykü verir. İnsanlık tarihinin bebekliği sayabileceğimiz dönemlerde bu tip aktarımların yoğun bir şekilde varolması boşuna değildir. Bu aktarımlar medeniyetin kuruluşu için bir araçtır.
İnsanın doğası ve bu doğanın içerdiği dürtüler her zaman onu bu aktarımın içindeki devinimlere doğru iter. Bu aktarım sabit bir durumda kalamaz. Tatmin yaşantısı süreklilik arz edemez. Bir zaman sonra, topluluk ruhu hipnozun dışına doğru taşmaya başlar. Bazı durumlarda, başlangıçta grubu baştan çıkaran ve ona canlılık veren araç amaçlaşır ve bu hipnoz bir evrime uğrayamaz, çözülemez ve topluluğu zamansız bir birincil süreç fanusuna kilitler görüntüsü verebilir. Böyle durumlarda, lider ve onunla özdeşleştirilen ideoloji, inanç veya siyaset idealize edilir. Topluluğun dürtüler kaynaklı doğal çözülme türevleri ise topluluk dışına yansıtılır. Lider ve onunla özdeşleştirilen ideoloji temiz ve pak kalır; üzerine şüphe bulutlarının gölgeleri düşmez. Böyle durumlarda, dışarıda “kötü ötekiler” bulunur. Gitgide kapanan topluluk “ötekiler”i paranoid bir şekilde gözetlemeye başlar.
İnsanlık tarihinde sayısız kez tekrarlanmış olan bu olgunun sadece geçtiğimiz yüzyılda Kıta Avrupası’nda kaç kez ortaya çıktığını ve milyonlarca insanın yaşamına mal olan soykırımlara dönüştüğünü hatırlayalım. Böylece, başlangıçta topluluğa can veren baştan çıkarma, artık onu yaşayan bir ölü haline getirmiştir (yukarıda hatırlattığımız örneklerde milyonlarca insanı da “yaşamayan ölü” haline getirmiştir!). Yaşayan, canlı olan ülkü/lider yoğunlaşmasıdır. Topluluk üyeleri ise değersiz zombilere dönüşmüşlerdir.
Aktarımın kaderi onu hep yukarılardan aşağılara doğru iter, ancak bu onun her zaman aşağılara ineceği anlamına gelmez. İdealizasyonlar içlerindeki deidealizasyon kaşıntıları ile süperidealizasyonlara dönüşebilirler ve yukarılara, daha yukarılara kanat çırpabilirler. Analiz veya terapi odalarındaki aktarım süreçlerinde bu “aşağı-yukarı” dinamiği üzerine çalışan bir bilinç ve onun organları olan yorumlar vardır (veya umut ederiz ki vardır). Bu bilinç, olgunlaşmanın, büyümenin, telkin duvarları dışına çıkmanın anahtarıdır. Peki, topluluğun aktarım süreçlerinde topluluğun hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir? Bu işlev gene lider/ülkü yoğunlaşmasından mı beklenecektir? Yoksa bu güç topluluğun kendi içindeki doğal dönüşüm süreçlerinin önünü açan bir şeffaflık, demokratikleşme ve düşünce toplumu olma mıdır? Burada topluluğun bağışıklık sistemi alerjik bir tepki oluşturabilir (alerjik reaksiyon metaforu paradoksal bir duruma işaret eder. Bünyeyi hastalıklara karşı koruyan bu olgu, bazen başlı başına bir hastalığa, hatta ölüme sebebiyet verir). Topluluk, tüm bu grup-içi bilinç yükselmesini bir dağılma tehdidi olarak yaşayabilir ve hainleri lanetliler bahçesindeki “ötekiler”in yanına püskürtebilir. Böyle bir durumda, belli bir süre için rahat edilir, düşmanlar lanetlenir, lidere ve ülküye tekrar sadakat yeminleri edilir. Bir sonraki krize kadar… Ancak endişeye gerek yoktur; çünkü dünyada “hain”den bol şey bulunmaz. Stalin dönemi Sovyetler Birliği ve Mac Arthur dönemi Amerika Birleşik Devletleri’nde yazılan jurnal mektuplarını birbirine eklesek dünyanın çevresini pek çok kez turlayan bir kuşak yaratırdık.
Dünyanın boğazını sıkan bir kuşak.
SORU VE YANITLAR
Başa çıkamadığımız dürtüler grup ortamında nasıl ortaya çıkıyor?
BH : Bunu söylediğiniz sırada Hanna Segal’in bir cümlesi geldi aklıma. Hanna Segal halen hayatta olan, çok yaşlı, Melanie Klein’ın takipçilerinden, İngiliz bir psikanalist ve İngiliz ekolünde grupların psikanalitik incelemesi Bion sayesinde çok ilerledi. Hanna Segal de bu teorilerin içinde düşünen bir kadın. Bir grup nasıl işler? Schizo-paranoid bölünmeler çok vardır mesela grubun içinde, iyiler, kötüler; ondan sonra idealizasyonlar, lideri yüceleştirmeler… Hanna Segal der ki: Eğer bir grubun işleyişini alıp da onu bir bireye adapte ederseniz bütün bu mekanizmaları bir kişide görürsek o kişiyi biz bunak diye adlandırabiliriz. Ama bir toplulukta gördüğümüz zaman, bize gayet normal geliyor, değil mi? Mesela şu son zamanlarda partilerin, DSP’nin bölünmeleri, o çekişmeler falan. Bütün o işleyişleri bir kişinin içine alıp da o kişiyi ortaya çıkardığımızda, nevrotik değil, yarı psikotik, yarı megalomanyak bir kişi çıkar ortaya. Dolayısıyla bu ne demek? Bir grup ortamı olduğunda - ki bu örgütlü bir grup da olabilir, bir yasal parti gibi, bir kilise gibi, bir ordu gibi ya da amaçsız, bir sebepten ötürü bir araya gelmiş insanlar da olabilir – bir zamandan sonra, o grubun amacı birden şaşar. Yani o insanlar bir araya niye geldiklerini unuturlar ve tamamıyla farklı yerlere doğru gider o grup. Böyle bir şey gözlemleniyor gruplarda, böyle bir olgu var. Bu niye oluyor? Çünkü diyor mesela Hanna Segal ya da Bion (bu birçok kişinin gözlemlediği bir şey), bireylerin kendi içlerinde barındıramadığı, halledemediği, split’e uğramış, kabullenemediğimiz bir tarafımız var. Çalma arzumuz mesela, birisini öldürme arzumuz, bütün bunlar medeniyet tarafından bastırılıyor. Ama grup ortamında, anonim bir ortam olduğu için grupta söz alabilirsiniz. Mesela şu anda belki hepiniz birbirinizi tanıyorsunuz, söz alıp bir şey söyleme cesaretini bulamayabilirsiniz, ama büyük bir grupta birbirinizi tanımıyor olsanız hemen kendinizi ifade yoluna gidebilirsiniz ve bir şekilde bastırmış olduğunuz, split ettiğiniz yönlerinizi ortaya çıkarabilirsiniz. Grup ortamı anonim olduğu için bunu sağlıyor, hemen bu yönlerinizi realize etmeye başlıyorsunuz. Dolayısıyla dürtülerin çöplüğü diyorum ben ona, grup ortamı bunları topluyor. Zaten topluluk da enteresan bir şey, topluyor bütün bunları. Dolayısıyla dürtülerin iş gördüğü, ortaya çıktığı uygun bir ortam oluyor.
Dışsallıktan bahsederken, yabancılaşma dediniz. Yabancılaşma nasıl oluyor, bastırarak mı yapıyoruz?
BH: Bunu dürtüyü yabancı cisim olarak görme bağlamında söyledim. Çünkü birtakım uyarılmalar oluyor çocukta, hareketleniyor ve buna bir anlam veremiyor. Anne babadır bunlara anlam veren. “Uykusu geldi, çişi geldi, huzursuz, acıktı…” derler. Çocuk kendisi neler olduğunu bilemez. Dolayısıyla, kendi içindeki bütün bu dürtüleri yabancı bir cisim olarak algılar ya da dışarıda görmeye başlar. Mesela der ki “bebeğimin karnı acıktı, o çok öfkeli”, masaya bir tekme atar, “kızgın” der… Yani bütün bu dürtülerini dışarıda görür. Aynı şekilde topluluklarda da böyle mekanizmalar işler. Dışarıya ihraç ettiğimiz bütün bu dürtülere en güzel örnek tarikatlardır. Tarikat lideri bir şekilde putlaştırılır ve kötüler de dışarıdadır; mesela o tarikatın işleyişine engel olmaya çalışan bir takım mercilerdir. Kötüler dışarıda ve içerisi ideal bir ortamdır. İçimizde olan bir şeyi yabancı gibi algılarız.
İlk uyarılma, annenin ilk baştan çıkarması önemli tabii, ama özellikle toplulukları anlamaya çalışırken, daha ileriki safhalarda ortaya çıkan duygulanımlar da önemli.
BH: Tabii. Benim söylemek istediğim sadece şuydu: Bunu model olarak alırsak baştan çıkaran annenin modelini göz önünde bulundurursak -ki ilk defa çocuğun cinselliğini uyarıyor ve onu bir şekilde sosyal alana doğru itebiliyor uyarması sayesinde- çocuğun orada anneyi bir algılayışı var. Anne onun için her şey, bütün dünyası. Aynı şekilde topluluklarda da baştan çıkarma her zaman var, baştan çıkmıyoruz dersek yalan, her an baştan çıkıyoruz, gördüğümüz bir vitrinle, okuduğumuz bir kitapla, karşılaştığımız bir kişiyle her an baştan çıkmaya hazırız, baştan çıkabildiğimiz için de ilerleyebiliyoruz. Önemli olan o baştan çıkaranın baştan çıkarıcı olmaması Yavuz’un da dediği gibi. O zaman bunu meslek haline dönüştürüp insanları fikse edebilir bir kişi üzerine. Önemli olan bir kişiden bir diğerine geçebilmek. Dolayısıyla anne modelini ben bunun için aldım. Çünkü hep o model üzerinden devam ediyoruz ondan sonra… Birisini beğenip birisini idealize edip ondan bir şey öğrenmeye çalışıyoruz. İdealize etmediğimiz bir insana doğru gitmiyoruz hiçbir zaman. Aynı şekilde bu siyasal partilerde de böyle oluyor, bilimde de böyle oluyor, baştan çıkarılıyoruz ve o yöne doğru gidiyoruz. Bunu bir model olarak sundum. “Anneden ötürüdür ki...”, diye bir sebep-sonuç ilişkisi içinde düşünmedim.
Liderin rolü, baştan çıkaranlığı – baştan çıkarıcılığı nedir?
YE: Bella gibi düşünüyorum ben de. Bir şekilde bir enerji yaratmak için, topluluğu bir araya getirmek için, topluluğa bir arzu, bir hedef koymak için, bir baştan çıkaran gerekiyor. Lider bunu yapıyor.
Vitalize etmek için yani...?
YE: O enerjili canlılığa isterseniz vitalizasyon da diyebilirsiniz. Çünkü bir şekilde bir hareketlenme getiriyor. Grubun yöneleceği hedefi yaratıyor. Kendilik psikolojisi perspektifinden sorduğunuz için, oradan cevap vereyim. Nedir Kohut’un modelinde narsisistik gelişimin süreci? Başlangıçta bir narsisistik yatırım olur; varsayalım ki bu idealizasyon olsun. Bir zaman sonra, belli kopmalarla kırılmalarla früstrasyonlarla o idealizasyon doğal bir süreçte deidealizasyona dönüşmeye başlar. Yani o yoğun narsisistik füzyon daha sonra defüzyona uğrar ve yavaş yavaş çocuk -idealize eden, aşık, ona ne isim verirsek- aşkından, idealizasyonundan, annesinden, bu narsisistik yatırım anlamında uzaklaşmaya başlar. Doğal süreç budur. Bir başka baştan çıkarana gider. Anneden ayrılıp babaya gider belki. Veya bir zaman sonra aileden okula gider, sevgiliye gider, öğretmene gider. Politik olarak da mesela Kuzey Kore’yi düşünürsek bir idealizasyona kitlenmiş durumda ülke. Her tarafta heykel, resim, ulu adam, en büyük adam... Bir şekilde o idealizasyon, gelişim sürecinde deidealizasyona ihtiyaç duyuyor. Ama çözülme süreci içerde organik olarak olsa da mekanik karşılığını bulamadığı için, dışarıda “kötü ötekiler” buluyor. Yani lidere kızmıyor, düşmanlara kızıyor, Güney Kore’ye kızıyor, dünya emperyalizmine, yani bir ötekine kızıyor. Ne yapıyor mesela? Kim Il-Sung’u o büyük, yüce halde tutuyor. Ama öte yanda herkes düşman, herkes onlara saldırıyor.
BH: Melanie Klein’ın depresif konum dediği süreç tam da bundan sonra gelen süreçtir. Anne omnipotan, her şeye yeten, çocuğu için dört dörtlük bir kişi olmaktan çıkıyor, bazı eksiklikleri görülüyor deidealizasyona doğru gidişlerde. Onun için Kore’de olduğu gibi büyük çaptaki sosyal oluşumlarda o kadar kolay değil heykelleri indirmek, çünkü bir depresif süreci de beraberinde getiriyor. Kayıpları da göz önüne almak gerekiyor. Öteki, karşı taraftaki heykelleri yıktığınız zaman kendinizi depresyondan korumuş oluyorsunuz.
YE: Bütünlüğü de koruyorsunuz belki.
BH: Aynı zamanda kohezyonu, bütünlüğü de korumuş oluyorsunuz. Halbuki depresif durum da parçaların kimilerinin kaybolmasını, kimilerinin yasının tutulmasını gerektiren bir şey.
YE: Orada bir zaman sonra kendini doğrulayan kehanetler de ortaya çıkıyor. Grup dışarıda düşmanlar yaratarak, ötekine kızarak kohezyonu sağlıyor, bir arada duruyor, fakat bu bir zaman sonra öyle bir patolojik boyuta ulaşıyor ki (zaman da önemli bir boyut tabii burada) gerçekten o grubu paranoid durumdan depresif pozisyona çekme dekompansasyona, dağılmaya bile yol açabilir. “Ben bu patolojik inançlarımda ısrarlı olacağım, çünkü (biraz önceki konuşmada söylediğim gibi) ben Yugoslavya gibi olmak istemiyorum.” dediği zaman, bu tamamen de haksız bir şey değil. Gerçekten Yugoslavya gibi dağılabilir de.
BH: Aynı şekilde, onun için de analizler uzun sürer. Bu depresif çekirdek diyebileceğimiz kısma ulaşmak ve onu çalışmak, zaman içinde de yol kat etmek demektir. Onun için analiz süreci uzundur. Bunun bilinçlenmesi, transfer içinde yaşanması, bunun konuşulması lazım, buna bir zaman ayırmak lazım. Onun için idealize olmuş analistin de deidealize olması lazım. Bu da bir süreç gerektirir.
Baştan çıkarıcıdan kopmak için yeni bir baştan çıkarıcı mı bulunması gerekiyor? O zaman yeni bir idealizasyon oluyor ve eskisi çok çabuk deidealize oluyor, süreci hasta yaşamamış oluyor.
BH: Hipnoz gibi. Yavuz’un da böyle bir sorusu var, o soruyu tekrar okuyayım: “Peki topluluğun aktarım süreçlerinde topluluğun hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir? Bu işlev yine lider-ülkü yoğunlaşmasından mı beklenecektir? ‘Demokrasi gerekiyorsa onu da biz kurarız.’ diyen generali hatırlayalım.” diyor Yavuz Erten. Ben de bunun üzerine birşeyler karaladım:
İdeal nesnelerden topluluklara geçiyorum ve bir topluluğun aktarım süreçlerinde hipnozu aşmasını sağlayacak kimdir, nedir, sorusuna geliyorum. Hipnoz ilişkisinde, hastasının hipnozdan çıkmasını sağlayacak kişi hipnotizördür. Hipnotizör, komutunda hipnoz durumundan çıkaracak sihirli kelimeyi hipnotize olan kişiye verir. Şöyle der örneğin: “Şimdi beşe kadar sayacağım ve kendinize geleceksiniz ve tüm bu anlattıklarınızı unutacaksınız.” O kişi hipnoz uykusundan uyanır ve her şeyi de unutmuştur hakikaten. Peki, topluluklar, toplumlar, toplu hipnozlarından nasıl çıkıyorlar? Bu konu çok derin, çok boyutlu ve bu konuşmanın kapsamı bunu kaldıracak güçte değil. Bir iki noktaya değinebilirim sadece: Birincisi, bir topluluk bir diğerini fark etmeye başlayıp onu kendi görüş alanının içine dahil etmeye başladığı andan itibaren, yani ötekini, farklı olanı görüp tek dünyanın kendininki olmadığını görmeye başladığı an bir değişim olur. Bundan önceki zaman, Anzieu’nün deyimiyle (Bensizbiz’de bir makalesi vardır) “topluluk yanılsaması”ydı. Yani toplumun başlangıcında, topluluk yanılsaması dediği bir zamanı var. Orada bütün topluluk üyeleri “Biz ne kadar mutluyuz bir arada yaşamaktan, bir arada olmaktan.” derler ve o grubun ne kadar iyi bir grup olduğunu, ne kadar mutlu olduklarını söyler “Böyle olmalıydı bütün gruplar, bütün hayat…” dedikleri bir süreç yaşarlar. Bunu mutlaka yaşamışsınızdır; kimi okullarda, kimi sınıflarda, kimi dönemlerde ya da kimi arkadaş topluluklarında... Bu ideal. Fakat bu bir zaman sürer, ondan sonra öyle olmadığı ortaya çıkar ve hipnozdan yavaş yavaş çıkmaya başlarlar. Bu süreç de sancısız geçmez, zira söz konusu olan putların alaşağı edilmesidir. Tabii yeni putlar eskilerin yerini tutuncaya kadar. Deidealizasyon sürecinden bahsediyorum. Her toplumun bir ideale ve o idealin beden bulduğu bir şefe gereksinimi vardır. En azından deneyim onu gösteriyor. Bion, şefsiz bir topluluk olabilir mi diye bir deney yapmış ve o deney başarısızlığa uğramış. Hipnozdan çıkmanın yolu, paradoksal bir biçimde, yeni ideal nesne arayışlarıyla olanaklı gibi. Bu kötümser bir gözlem. Çünkü unutmayalım, biz yas tutmayız, “Yas tutuyoruz.” deriz ama yas tutmayız, sadece kayıp nesnelerin yerine yenilerini yerleştiririz. Bunu Freud çok genç yaşta kızını veremden kaybettikten sonra, Ferenczi’yle olan bir mektuplaşmasında ifade ediyor. Esasında olan, kayıp nesnelerin yerine yenilerinin yerleştirilmesidir. Ben buradan şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Tabii bu kadar da kötümser değil, yeni putlar bulacağız, eskilerinin yerine yerleştireceğiz, bu kadar değil. Ama hiç olmazsa böyle arayışlar içinde olduğumuzun bilincinde olmak belki kişiler için önemli. “Bundan sonra başkası da olacak.” düşüncesi olursa hiç olmazsa o anda olan aktarım ilişkisinde, kişi tek kişi olmadığını düşünebilir belki. Bunu düşünebilmemiz belki bu hipnoz sürecinden çıkmamızı sağlayabilir. Bu bilinç bireysel olarak kişilerde yerleşebilir, ama önemli olan toplumlara da yerleşmesi. Demokrasi esas böyle bir şey. Bir kişinin ömür boyu aynı yerde kalması değil mesela. Geçişler olacak, farklılıklar olacak, çatışmalar olacak, ama karşılıklı alışverişler olarak. Kimse kalıcı değil. Bir şekilde bir fonksiyonu ve yeri işgal ediyor insanlar ve bu geçişli olacak. Winnicott’ın “geçiş nesnesi” de o anlamda çok önemli, çünkü hep bir geçişliliği ve bir şekilde zamanın geçişini vurguluyor. Topluluk yanılsamasında zaman da durur ve zaman hiç geçmiyormuş gibi “Ne kadar mutluyuz.” deyip dururlar narsisistik bir büyülenmeyle.
YE: Belki bir şey eklenebilir: Her yas sürecinde kaybedilenin yerine bir başkası konur, ama yine de daha iyimser bir taraftan bakınca, o yerine koymalarda da bir olgunlaşma sürecinden de söz edilebilir.
BH: Tabii. Depresif durumun çalışılmasıyla, kayıp nesnenin acısı yaşanınca... Çünkü bazı insanlar hiç yas tutmamış gibidir. Birisini kaybeder, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eder. Ondan sonra, on sene sonra, mesela bir kalp rahatsızlığıyla ya da bir aşırı sinirlenmeyle ortaya çıkar. Yası yaşamak demek, klasik olarak dendiği gibi ölümü kabullenmek demek değil, acıyı çekmek, insanın içinde yaşaması o acıyı, kaybettiğini. Kaybettiği şey bir kişi mi, bir ideal mi, bir hayat biçimi mi, bir hayal mi... Ancak o acıyı, o depresif durumu yaşarsa belki bir ikinci hamlede daha gerçekçi olabilir ilişki.
YE: Geçiş nesnesine kurulan bağ bence çok önemli, çünkü geçiş nesneliğinde bir kıyıdan öbür kıyıya giderken, sürekli daha sofistikeleşen bir varoluşa doğru, daha incelen, daha gelişen bir varoluşa doğru gidiş var. Kayıplardan sonraki yeni nesneler de aslında, demokrasi kavramından hareketle düşünürsek tek adama bağlılıktan, belki daha soyut bir düzene, inanca, ideolojiye bağlılık, bir sisteme bağlılık, demokrasiye bağlılık vs. haline gelebilir.
BH: Yani kişiliği aşan... Camus’nün öyle bir sözü vardı: Kişinin yapıp ettikleri, ancak bir amaç altında, bir başlık altında toplanırsa o hedef ancak anlamlı olabilir. Yoksa bir kişiyle olduğu şey değil. O kişi hedeflediği şey olacak ki anlam taşıyacak.
“Demokrasi gerekiyorsa onu da biz kurarız” cümlesi değişime kapalılıktan çok perversitedir. Bunu biraz açmak istiyorum, bu çok önemli bir şey. Mademki bunu genareller yapacak, diğer taraftan bakanlar için bu, değişime kapalılık gibi gözüküyor. Halbuki bu çok ustaca bir şey. Değişime kapalılıktan çok, değişim kisvesi altında sopa göstererek sadizmi meşru kılan, sapkın bir girişimdir. Sapkın derken, dürtünün tali yollara takılıp kısmi dürtüyü genital dürtü diye pazarlaması. Çünkü sapkın bunu yapar “Benim cinselliğim en üstünü, en güzeli, en iyisi” der ve “Genitalin de üstündedir.” der. Sapkın bunu tıpkı illüzyonistler gibi yapar. Orada “Demokrasiyi de biz yaparız”, dediği zaman tam bir illüzyon esasında bu. “Onu da yaparız, bunu da yaparız.”
YE: Evlenmek isteyen kızına babanın “Koca gerekiyorsa ben olurum.” demesi gibi...
BH: Aynen onun gibi. Mesele sanki kocanın gerekmesiymiş gibi.
...
BH: Çocuk da bir şekilde geçiş nesneleriyle annenin ayrılığını derinlemesine çalışıyor. Nesne bir şekilde anneyi sembolize eden şey. Dolayısıyla hem kaybı, hem kendi içinde yaratmayı deneyimliyor. Çünkü her depresif süreç de yaratıcı bir süreçtir.
Liderin baştan çıkartılanları kitle olduğuna göre, kaybettiği zaman daha ağır bir yas mı yaşıyor? Çünkü onun yerine gelmesi çok daha zor.
BH: Evet, liderin psikolojisini hiç düşünmedik. Herkesin kendi ekonomisi buna nasıl izin veriyorsa... Mesela böyle bir çözülmeye gittiği görülünce toplu intiharlar var bazı tarikatlarda. O zaman ölüm dürtüsü çıkıyor ortaya bütün potansiyeliyle ve hem kendisini yok ediyor, hem de müritlerini yok ediyor o nefretle.
Bunu yapamazsa yas mı giriyor devreye?
YE: O derece organsız kalırsa topluluğu öldüremiyorsa kendini de öldürebiliyor. Ama herkesin psişik ekonomisi farklı.
BH: Bir liderden ayrılmak da o kadar kolay değil, çünkü onda parçalarımız var. Ona yansıttığımız ya da onda olduğunu düşündüğümüz şeyler ki onun için onu beğeniyoruz. Birden o adam olmayınca, biz de şaşkına dönüyoruz. Onun için kolay değil bu ayrılık süreçleri. Belki separasyon-individüasyonla ilgili bir şey.
Biraz da bağlanma teorisinden bakarsak grubu oluşturanların bağlanma yetileri de farklı olacaktır. Bu farklılıkların getirdiği bilinçle, ne kadar bireyselliği yaşayıp ne kadar liderin içinde kaybolacaklar? Bu da liderin kabullenilmesini etkileyecek bir süreç olabilir. Bu kadar geniş bakınca birey yok oldu içinde. Oysa birey var, birey olmanın biçimleri var. Grubun içinde ne tür bireyler olduğu da grubun yaşadığı hipnozun rengini, boyutunu belirleyecektir.
BH: Tabii, zaten bir grupta bireyleşme ne kadar çoksa, o kadar demokrasiye doğru giden bir gruptur. Herkes kendi adına kendi sözüne sahip çıkıp konuşabiliyorsa ve dinlenebiliyorsa diğerleri tarafından, liderin rengi de ona göre olacaktır zaten. Ama yirmi kişilik bir toplulukta iki üç tane duruş varsa ve on yedi tane duruş da o üç kişiye ya da bir kişiye endekslenmişse o da farklı bir grup olacaktır. Tabii genel konuşuyoruz, ama mesela Bion lider tiplemeleri yapmıştır. Bireyleşme ve bireyleşememe arasında geçiş tonları var. Bir eşleşme grubu var mesela, iki kişi arasında, çift oluyor ve “aristokratik ruh” diyor ona Bion. Bu iki kişi, sanki grubun geri kalanı yokmuş gibi, kendi aralarında bir şeyler kaynatıyorlar ve sürekli bir lider arayışı içindeler. Bir lider gelecek. Buna “mesihçi bekleyiş” adını veriyor Bion çok güzel bir biçimde. Yani ilerde gelecek olan lider ve o geldiği zaman her şey hallolacak ve bütün sorunlarımıza çare bulunacak. Böyle bir bekleyiş. Esasında bence Türkiye’nin durumu böyle bir şey, bana onu çağrıştırdı. Hep bir lider bekliyoruz ve hiç kimse o yeri dolduramıyor tam olarak. O iki kişinin duruşunda aristokratik bir duruş da var. Birbirlerine de çok hayranlar. Zaten ancak öyle bir mesih gelirse onları ihya eder, gerisi çok banal olur. O iki kişi de grubun kenarında dururlar ve diğerlerine hafif bir hor görüyle bakarlar. Bion’un böyle çeşitlemeleri var.
Jean Laplanche’ın teorisi çok enteresan. Bebeğin şöyle bir psişik durumunu tarif ediyor: Dünyaya geliyor ve bir sürü uyaranla karşı karşıya. Annenin bakımı olsun, çevredeki sesler olsun... Ve uyarılıyor çocuk, baştan çıkarılıyor kökensel olarak. Baştan çıkarmada, ebeveynlerin ona karşı tutumlarında ve ebeveynlerin birbirlerine karşı olan tutumlarındaki bir takım şeyleri kendisine mesaj olarak algılıyor. Çocukluğunuzu düşünün, küçükkenki büyükleri algılayış biçiminizi. Ben mesela tiyatroya gitmiştim ilk defa olarak. Tiyatroda salona doğru konuşurlar aktörler. Çok şaşırmıştım “Ona söylüyor, niye ona doğru konuşmuyor?” diye. Bu yaşımızda bunu sorgulamayız. Onun için çocuk büyüklerinin her türlü davranışlarını, hal ve hareketlerini, tonunu bir mesaj olarak alıyor.
YE: Baştan çıkarıcı bulmacalar.
BH: Ve bunları bir bulmaca gibi görüyor ve o bulmacaları çözmeye çalışıyor.
YE: Çok Kleinian aslında. Çünkü Klein’da da bilme iştahı cinsellik iştahı gibi bir şey.
BH: Epistemofilik dürtü. Ve bütün onları anlamaya çalışıyor, merakla izliyor. Bütün bunlar da bir şekilde onu büyüklerin, ebeveynlerin dünyasına adım adım atıyor. Her bir bilmeceye yanıt bulduğunda, onların dünyasına bir adım daha atmış oluyor.
YE: Bütün bulmacalarda kendini yarı açan bir şey var, yarı açık bir yatak odası kapısı gibi, biraz ortaya koyan ama aynı zamanda gizleyen. O anlamda da bir baştan çıkarıcılık var.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder