10 Eylül 2015 Perşembe

Freud’un Rüyası Olarak Oidipus Kompleksi

Freud’un Rüyası Olarak Oidipus Kompleksi

Özgür Öğütcen

Freud sonrası dönemde psikanalitik hareketin yönü, bir bağlamda, Oidipus öncesi dönemdeki annenin rolüne ve önemine artan bir vurguyla dikkat çekilmesi olarak tanımlanabilirse şayet (Ego Psikolojisi’nde bu böyledir belki, ama Melanie Klein’da ve bütün bir Nesne İlişkileri ekolünde durum tamamen böyledir) Jacques Lacan tam tersi bir yönde hareket etmiş, Baba figürünü -başta simgesel işlevi olmak üzere- başat role yerleştirmiştir. Lacan için bu, post-Freudcu konformist bozuşmanın Freud’a dönüş içindeki telafisini, en azından bir ilk dönem boyunca, ifade eden ara uğraklardan birisidir. Lacan’ın yapısalcı ilk döneminde belirttiği üzere çocuk/bebek/insan yavrusu bu yörüngede fallus olmaktan fallusa sahip olmaya doğru hareket etmektedir.
 
 
Freud’un çalışması boyunca –başlangıçtaki Rüyaların Yorumu’ndan Totem ve Tabu’ya, oradan Uygarlığın Huzursuzluğu’na ve en sonunda da Musa ve Tektanrıcılık’a kadar- babanın işlevi, pozisyonu ve gücü değişkenlik göstermektedir. Bununla, görünürde karşıtlık oluşturan olgusal bir durum ise Freud’un vaka öykülerinde gözlemlenebilir: vakalarda anlatılan kadınların ve erkeklerin babaları, kuramsal güçlerine karşın, genelde güçsüz, iktidarsız ve sorunlarla malul durumda erkeklerdir[1]. Bunun semptomatik bir anlamı olsa gerek.

Freud’un Oidipus kompleksini evrensel bir olgu olarak ortaya koyma girişiminde, kritik önemdeki iddiası, arzudan kaçmanın arzunun gerçekleşmesine yol açmasıdır. Arzu arzudan kaçarken gerçekleşir. Bütün insanlar zaten çoktan orada olan bu evrensel kurala dahil olurlar. Ne kadar hızlı koşarsak koşalım arzumuzu geride bırakamayız.

Lacan,merkezi bir Freudcu kavram olan Oidipus kompleksini yeniden formüle ederken fallusun penisin eşdeğeri olmadığını ve gösteren olarak her üç düzende de (imgesel, simgesel ve gerçek) farklı işlevler gördüğünü dile getirmiştir. Benzer şekilde bir gösteren olarak baba da gerçek bir kişi olmaktan çok bir metafordur. Babanın-Adı [The-Name-of-the-Father], anne-çocuk çiftini ayırır ve çocuğun, arzunun ve eksikliğin simgesel düzenine girmesini sağlar. Oidipus kompleksinde babanın işlevi aracılığıyla süperego şekillenir. Süperego babanın içselleştirilmesinin sonucudur.
Freud’un Oidipus kompleksi kavramı, muhtemelen psikanalizin en popüler  kavramıdır. Bilindiği üzere Sofokles tarafından eski Yunan trajedisinden derlenen Kral Oidipus’ta, Oidipus farkında olmadan babasını öldürür ve annesiyle evlenerek kral olur; Freud, en derin bilinçdışı arzumuzun babamızı öldürmek ve annemizle evlenmek olduğunu öne sürmüştür. Freud’un girişimi çocuğun anne-babasına yönelik çiftedeğerli [ambivalence] –sevgi ve düşmanlıkla dolu olan- hissiyatlarının bir açıklamasını sağlamaya yöneliktir. Kompleksin pozitif formunda arzu bir rakibin (aynı cinsiyetten olan ebeveynin) ölümünü arzulamak olarak ortaya çıkar ve buna karşıt cinsiyette olan ebeveyne yönelik bir cinsel arzu eşlik eder. Kompleksin negatif formunda ise bunun tersi olur; aynı cinsiyetten ebeveyn arzulanır ve karşı cinsten olandan nefret edilir. Aslında, ‘normal’ Oidipus’ta hem pozitif hem de negatif öğeler bir arada bulunmaktadır. Oidipus kompleksinde önemli olan, çocuğun ebeveynlerine yönelik çiftedeğerli hissiyatlarını müzakere etmesi ve çözmesidir. Freud bu sürecin üç ila beş yaşları arasında gerçekleştiğini gözlemlemiştir. Oidipus kompleksinin çözülmesiyle birlikte cinsellikte ‘latans/gizillik’ denilen döneme girilir; ta ki puberteyle birlikte cinsellik tekrar ortaya çıkıncaya kadar bu evre sürer. Ek olarak Freud, Oidipus kompleksinin evrensel, tarih-aşırı ve kültür-aşırı bir fenomen olduğunda ısrar etmiştir.
Oidipus kompleksi, anne ve çocuk arasında imgesel olarak kurulan ilişkiyi ortadan kaldırmaktadır ve üçlü bir yapıyı temsil etmektedir, ancak hep bahsedildiği üzere imgesel de asla basit bir ikili ilişki değildir –her zaman bir üçüncü öğeyi içermektedir: Öteki. Çocuğun en erken deneyimleri, anneye çocuğun beslenme, bakım ve büyütülme gereksinimleri açısından mutlak bir bağımlılıkla karakterizedir. Aynı zamanda çocuk annenin/Öteki’nin arzusu etrafındaki muammayla da yüz yüzedir (Ben Öteki’nin arzusunda neyim?). Çocuğun cevapları Oidipus kompleksinin çözülmesi ile birlikte gelecektir.
Freud’da Oidipus kompleksi, sonucunda süperegonun zuhur ettiği bir kimlik kazanma ve dürtü düzenlemesi sürecidir.
Babanın müdahalesi aracılığıyla çocuk zamanından önce, bolluk içindeki bebeksi imgesel dünyasından eksikliğin simgesel evrenine düşer. Oidipus kompleksi işte bu imgeselden simgesele geçişi imlemektedir veya başka bir deyişle Freud’un Totem ve Tabu (1913) ve Uygarlığın Huzursuzluğu (1930)’nda kuramsallaştırdığı gibi doğadan kültüre geçişi imlemektedir. Freud’a göre, Oidipus kompleksi uygarlığın, dinin, ahlakınve sanatın kökenlerini işaret etmektedir. Simgesel düzen ve gösterme süreci, Lacan’a göre, ‘fallik’tir ve paternal metafor ve paternal yasanın dayatılmasıyla inşa edilir. Baba, sosyo-simgesel yasanın cisimleşmesi olarak görülür ve paternal metafor işlevi anne ile babanın yasası için arzudaki yer değiştirmedir. Bu aynı zamanda bilinçdışının kurucu anıdır ve fallusun bilinçdışının merkezi göstereni olarak kaydedildiği andır. Paternal metaforun içselleştirilmesi başka bir şeyi daha yaratır: Süperego.
Süperego, ensest tabusunun içselleştirildiği ve buna sıklıkla ahlaki vicdanın gelişiminin eşlik ettiği doğadan kültüre geçiş yoluyla ortaya çıkar. Lacan, süperego ve yasa arasındaki bu ilişkiyi elinde tutmaktadır ve Freud’un geliştirmediği bir paradoksa işaret etmektedir. Totem ve Tabu’da  Freud, enseste karşı olan yasağın sonraki bütün toplumsal yasalar için dayanak oluşturduğunu iddia etmektedir. Başka bir deyişle, bütün insan öznelerinin en kökensel arzusu ensest için duyulan arzudur ve bunun yasaklanması bütün toplumların kurucu ilkesini temsil etmektedir. Lacan, süperegonun simgesel düzende yer aldığını ve yasayla yakın ama paradoksal bir ilişki içinde olduğunu söylemektedir. Yasak sadece kültürün alanında işlemektedir ve bunun amacı ensesti daima dışlamaktır.
Farklı bir şekilde söyleyecek olursak, yasak kendisinin dışarda bırakılmasının arayışı üzerine kuruludur veya yasağı çiğnemek yasağın varlığının önkoşuludur. Bir yandan, süperego öznenin arzusunu düzenleyen simgesel bir yapıyken, öte yandan bu kendinden geçmiş, kör emirdir. Lacan’ın XX. Seminer’i olan Encore’da söylediği gibi, süperego dışında hiçbir şey bir kişiyi zevk almaya zorlamaz: “Süperego jouissance`ın emridir –Keyif al!”. Bu yüzden süperego aynı anda hem yasadır hem de onun kendi yıkımıdır ya da yasanın alt yüzüdür. Süperego, kamusal veya toplumsal yasanın- başarısız olduğu yerde ortaya çıkar; bu yetersizlik anında, yasa –Zizek’in dediği üzere- bir illegal jouissance içinde destek aramaya zorlanır. Yani, süperego kamusal yasanın diyalektik karşıtıdır; Zizek buna müstehcen ‘karanlık’ yasa demektedir –bu karanlık alt yüzey her zaman zorunlu olarak kamusal yasaya eşlik etmektedir. Psikanalize göre, öznenin yasak ve arzu arasındaki bu gerilimden kolayca kaçınabilmesinin ya da onu çiğnemesinin yolu yoktur. Bu yapılırsa kendini suçluluk olarak hissettirecektir. Aslında, eğer bu yasağı çiğnersek ve ensest yaparsak kendimizi sadece suçlu hissetmeyiz; ensest yapmış olmaktan dolayı neredeyse daima suçlu hissedeceğimiz/hissettiğimiz sonsuz bir duruma girmiş oluruz. Bu yüzden, Zizek’in sık sık belirttiği gibi, süperegonun nihai paradoksu şudur: ‘süperegonun emirlerine ne kadar boyun eğersek onun baskısı o kadar artar, süperegonun emirlerine ne kadar çok itaat edersek kendimizi o kadar çok suçlu hissederiz’.
Oidipal babayla özdeşleşme yoluyla ensest yasağı içselleştirilir ve Oidipal arzu terk edilir. Freud’a göre bu süreç sonucunda süperego kurulmaktadır. Ama biz burada Freud’da bir baba kavramı değil iki tane baba kavramı görüyoruz.
Oidipus miti ve Totem ve Tabu’nunilk baba miti, çoğunlukla aynı mitin iki versiyonu olarak kavranır, yani ilk baba miti, öznenin bireyoluşunun temel ifadesi olarak Oidipus mitinin mitik, tarihöncesi geçmişine yapılan soyoluşsal bir yansıtma olarak görülür. Gelgelelim daha yakından bakıldığında, iki mitin fena halde asimetrik, hatta birbirlerine karşıt oldukları görülecektir. Oidipus miti, keyfe (yani enseste, anneyle cinsel ilişkiye) ulaşmamızı önleyenin yasaklayıcı fail sıfatıyla baba olduğu öncülüne dayalıdır. Alttaki ima, baba katlinin bu engeli ortadan kaldıracağı ve böylece yasak nesnenin keyfini tam olarak çıkarmamızı sağlayacağı şeklindedir. İlk baba miti bunun neredeyse taban tabana zıttıdır: Baba katlinin sonucu bir engelin kaldırılması değildir, keyif en nihayet menzilimize giriyor değildir. Tam tersine, ölü babanın yaşayandan daha güçlü olduğu ortaya çıkar. Baba katlinden sonra, Babanın-Adı sıfatıyla, yasak keyif meyvesine ulaşmayı geri çevrilemez biçimde meneden simgesel yasa faili sıfatıyla ölü baba hüküm sürer.
Zizek’in sorusunu tekrar edecek olursak, “Bu çiftleme neden zorunludur?”İmkansız olanın yasak olarak bir kez daha kaydedilmesi neden gereklidir? Oidipus mitinde, keyfin yasaklanması, son kertede, hala dışsal bir engel işlevi görür; bu engel olmasa tam anlamıyla keyif sürebilmemiz olasılığını açık bırakır. Ama keyif zaten, kendi içinde imkansızdır. Lacancı teorinin klişelerinden biri, konuşan varlığın, tam da konuşan bir varlık olduğu için keyfe ulaşmasının mümkün olmadığıdır. Baba figürü, içkin imkansızlığa simgesel bir yasak biçimi vererek bizi bu açmazdan kurtarır. Totem ve Tabu’daki ilk baba miti, bu imkansız keyfi müstehcen Keyfin-Babası figüründe, yani tam da yasaklayıcı fail rolü üstlenen figürde cisimleştirerek Oidipus mitini tamamlar –daha doğrusu bu mite eklenir. Yanılsama, tam anlamıyla keyif sürebilen en azından bir öznenin (bütün kadınlara sahip olan ilk babanın) var olduğu yanılsamasıdır; bu haliyle Keyfin-Babası figürü, babanın en baştan beri ölü olduğunu –yani hiçbir zaman yaşamadığını, tabi çoktan ölmüş olduğunu bilmemesini saymazsak- göz ardı eden nevrotik bir fantazidir.
Oidipus kompleksinde yasa baba katlinden önce vardır, ilk baba mitinde ise baba öldürülünce yasa ortaya çıkar. Freud niye önce Odipus mitine, sonra da Totem ve Tabu’daki ilk baba mitine gereksinim duymuştur? Bunun yanıtı kliniktir: Oidipus histeriği kliniğine, ilk baba ise obsesyon kliniğine Freud’un reaksiyonudur. Lacan histeriklerin babalarıyla ilişkilerinin çekirdeğinde bir tür “idealize edilmiş baba”, “babaların babası” [Le père perrie, The father fathers] figürü olduğunu iddia etmiştir. Freud, Oidipus kompleksini histeri kliniğine yanıt olarak devreye sokarak histeriklerin bu idealize babasını kuramsal bir statüye yükseltmiştir.
Bundan çıkarılacak ders, süperegonun baskısının, onun sözde “akıldışı”, “verimsiz”, “katı” baskısının yerine akılcı bir biçimde kabul edilen feragatler, yasalar ve kurallar koyularak kesinlikle azaltılamayacağıdır. Mesele daha çok, keyfin bir kısmının daha en baştan yitirilmiş olduğunu, tam keyfin “başka bir yerde”, yasaklayıcı failin konuştuğu yerde yoğunlaşmış olmayıp doğası gereği imkansız olduğunu kabul etme meselesidir. Oidipal baba –simgesel yasanın faili sıfatıyla, Babanın-Adı sıfatıyla hüküm süren baba- kendi içinde zorunlu olarak çiftlenmiştir, otoritesini ancak süperegoya ait Keyfin-Babası figürüne yaslanarak kullanabilir. İşte tam da Oidipal babanın –düzen ve uzlaşmayı garanti altına alan simgesel yasa failinin- bu bağımlılığı yüzündendir ki Lacan sapıklığı (perversion), perè-version, yani babanın versiyonu diye yazmayı tercih eder.
Günümüzde babanın simgesel otoritesinin zayıfladığından, hatta öldüğünden bahsetmek neredeyse bir zorunluluk haline gelmiştir. Peki ölen bu baba hangisidir? Sınırsız bir jouissanceı deneyimlememizi yasaklayan baba mıdır bu sözü edilen veya ölümüyle bu yasanın maddileşmesini sağlayan baba mıdır? Baba figürünün içsel bölünmesini göz önüne almadan bu sorulara verilecek cevaplar politik olarak muhafazakar bir duruşa gerilemeye yol açma tehlikesini içermektedir. Politik olarak Efendi/patriyark/sapkın babanın uygulayabileceği potansiyel şiddet ancak maternal bir süperegonun hakimiyetindeki sosyo-simgesel yapının ortaya çıkaracağı şiddetle karşılaştırılabilir. Anneye bir gerileme özgürleştirici olmamasının ötesinde babasal yasanın dağılıp gitmesiyle birlikte bütün öznel dayanak noktalarımızı da dağıtabilir: kendimizi bir anda pre-psikotik bir evrende bulabiliriz.
Babanın simgesel otoritesinin dağılması meselesi güncel bir sorun değildir; Freud’un yaşadığı dönem Viyana’sı onun bu olaya tanıklığıdır. Freud’un Oidipus Kompleksi kavramına Lacan’ın getirdiği eleştirdiği, bunun Freud’un rüyası olduğunu söylemesi tam da bu noktayla ilgilidir. Freud bilindiği üzere öncelikle histerik kadın hastalarla çalışmıştı. Bu kadın hastalar babalarından memnun değillerdi, babalarını daha ‘iyi birer baba’ olmaya davet ediyorlardı. Bunun nedeni ise aslında onlar için önemli olanın anne olmasıydı, kadınlar için önemli olan diğer kadınlardır.Kadınların gözü diğer kadınlardadır, bir erkeği başka bir kadının varlığında arzularlar. Hepimiz için arzu ötekinin arzusudur, ama bir histerik için bu iki kere böyledir. Freud’un ‘güçlü baba’yı korumak istemesinin iki kaynağı olduğu söylenebilir: birincisi rüyalarında ortaya çıkan babasına duyduğu özlem ve aşk[2], ikincisi ise histeri kliniği karşısında kapıldığı şaşkınlık (bu ikincisi kısmen Freud analizden geçmediği için oluşan bir eksiklikti). ‘Güçlü baba’ isteği nevrotik bir semptomdur: çocuklar hep babalarının diğer babalardan daha güçlü, daha yakışıklı, daha neşeli, daha uzun boylu vs. olmasını isterler: Benim babam senin babanı döver. O halde Oidipus Kompleksi Freud’un rüyasıdır dediğimizde, bu kompleksin aynı rüya gibi yorumlanması gereken bir malzeme olduğunu söylemiş oluyoruz. Oidipus Kompleksi evrensel değil kısmi bir klinik olgudur: nevrozlar için geçerli olduğu kadar sapkınlıklar ve psikozlar için geçerli değildir. 
Freud’un Oidipus teorisi nevrotiklerin asli fantazisini “bilimsel” olarak doğrulmaktan başka bir şey değildir. Aynı şeyin nevrotiklerin aile romanslarında da görülmesi tesadüf değildir. Babamızı anne/kadına yerleştirdiğimiz tehlikeyle savaşan biri olmasının cazibesine sürekli kapılırız, bu tehlike daima jouissance ile ve bizim onun kurbanı olmamızla ilgilidir.
Muktedir baba figürü, -bütün kadınlara sahip olan, bütün keyfin sahibi- bir yanılsamadan ibarettir. Bütün kadınlar ve erkekler için varolan basit gerçek jouissanceın herkes için imkansız olmasıdır. İşte toplumsal karmaşa bu imkansızlığın yasak şekline çevrilmesinin garantörüdür.
Lacan 1960’ların sonuna kadar azalan bir sempatiyle yaklaştığı Freudcu Oidipus kompleksi mitini XVI., XVII ve XVIII. Seminerlerinden itibaren tamamiyle kullanışsız ve alakasız ilan etmiştir; daha da kötüsü klinik için ciddi hatalar oluşturabileceğinden bahsetmiştir. Bu seminerlerden sonra Oidipus kompleksini “Freud’un rüyası” olarak tanımlamaya başlamıştır. Ve eğer bu bir rüyaysa haliyle daha uzun süre kuramsal bir inşa olarak görülemez; bu rüya ancak yorumu davet eden bir bilinçdışı formasyondur. Bu dönüşüm niye oldu? Bunun pek çok nedeni var: birincisi Lacan’ın bu seminerlerle birlikte dört söylemi (efendi, analist, histerik ve üniversite söylemleri) kuramsal sözlüğüne eklemiş olmasıdır.
Lacan, Oidipus kompleksi Freud’un rüyasıdır demekle bunu mitten tamamen farklı yasalara tabi bir oluşum olduğunu dile getirmektedir. Freud Totem ve Tabu’da ikinci bir miti, ilk baba mitini, devreye sokma ihtiyacı duymuştur.
Lévi-Strauss, Oidipus ve Antigone mitlerine iki temel, ilksel problemin yarattığı çelişkiyi çözmek üzere başvurulduğunu ileri sürmüştür: bu sorunlardan birincisi “Bir kişi bir kişiden mi doğar, iki kişiden mi?” sorusudur. Bu insan üremesinin kaçınılmaz ve muammalı sorusudur. İkincisi ise “Aynı aynıdan mı ya da farklı bir şeyden mi doğar?”dır.
Lacan’da mitlerin bir tür imkansızlığı ifade ettiği görüşüne katılır, ama ona göre bu imkansızlık gerçeke yerleşmiş olan cinsel ilişkinin imkansızlığıdır. Lacan burada bilim ve miti de karşıtlaştırarak bilimin imkansızlığı indirgediğini ve elimine ettiğini, mitin ise sezgi ve anlam ürettiğini söyler. Bilim, mitin onu söyleyebileceğinden daha fazla imkansızı yazamaz. Psikanaliz bilime daha yakındır.
Bir rüya mit değildir, eğer Lacan’ın dediği doğruysa ve Oidipus kompleksi Freud’un rüyasıysa o da artık mit değildir. Eğer rüyaysa farklı yasalara tabidir; rüya çalışmasıyla çarpıtılmış bilinçdışı arzuyu içerir ve bu çarpıtmada en başta yoğunlaştırma ve yer değiştirme iş başındadır. Veyahut Lacan’ın terimleriyle söyleyecek olursak rüyanın oluşumunda metafor ve metonimi işgörmektedir.
KAYNAKLAR
-          Evans, Dylan (1996), An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, Routledge, London&NY
-          Freud, Sigmund (2001), Düşlerin Yorumu, I. Cilt, çev. Emre Kapkın, Payel, İstanbul
-          Freud, Sigmund (1996), Düşlerin Yorumu, II. Cilt, çev. Emre Kapkın, Payel, İstanbul
-          Freud, Sigmund (1998), Olgu Öyküleri, I. Cilt, çev. Ayhan Eğrilmez, Payel, İstanbul
-          Freud, Sigmund (1996), Olgu Öyküleri, II. Cilt, çev. Ayhan Eğrilmez, Payel, İstanbul
-          Freud, Sigmund (2002), Totem ve Tabu, çev. K. Sahir Sel, Sosyal, İstanbul
-          Grigg, Russell (2006), Beyond the Oidipus Complex, Jacques Lacan and the Other Side of Psychoanalysis (ed. Justin Clemens, Russell Grigg) içinde, Duke University Press, Durham and London, sayfa 50-68.
-          Lacan, Jacques (1994), The Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis, çev. Alan Sheridan, Penguin, London
-          Lacan, Jacques (2007), The Seminar of Jacques Lacan: The Other Side of Psychoanalysis (Vol. Book XVII), çev. Russell Grigg, Norton, London&New York
-          Lacan, Jacques (1990), Television: A Challenge to the Psychoanalytic Establisment, çev. D. Hollier, R. Krauss, A.  Michelson, Norton, New York
-          Sofokles (2002), Kral Oidipus, çev. Güngör Dilmen, Mitos Boyut, İstanbul
-          Verhaeghe, Paul (2006), Enjoyment and Imposibility: Lacan’s Revision of the Oidipus Complex, Jacques Lacan and the Other Side of Psychoanalysis (ed. Justin Clemens, Russell Grigg) içinde, Duke University Press, Durham and London, sayfa 50-68.
-          Zizek, Slavoj (2006), How to Read Lacan, Granta, New York
-          Zizek, Slavoj (2007), Gıdıklanan Özne, çev. Şamil Can, Epos, Ankara


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder