15 Eylül 2015 Salı

Öteki Korkusu

Murat Paker ile Söyleşi: Öteki Korkusu

(08.10.2007)
Aslında Türkiye pek çok tahammülsüzlük olayı yaşadı. Maraş olaylarından Çorum kadi-amına ve Sivas Katliamı'na kadar... Son olarak Kağıthane'de Ramazan ayında sigara içen iki gencin dövülmesi kendinden olmayana tahammülsüzlüğün boyutunu gösteriyor. Toplumda 'öteki' kavramını nasıl açıklarsınız?

Sanırım bu sorunun cevabı kısmen soruda gizli. “Kendinden olmayan” dediğimizde benden/bizden başka birilerini, diğer deyişle “öteki”ni kastediyoruz. Benim dışımdaki herkes benim için ötekidir. “Biz” diye gördüğüm toplumsal gruplar varsa bu grupların dışındaki gruplar bizim grup için ötekidir. Yani bireysel düzeyde de toplumsal düzeyde de “öteki” hep vardır, var olacaktır. Mesele, ötekinin varlığı değil, ben/biz olarak tanımladığımız şeyle öteki arasındaki sınırların ne kadar katı veya geçişken olduğunda yatıyor. Eğer ben/biz katı/otoriter bir şekilde kurulmuşsa, özgüven yoksunluğu yaşıyorsa, öteki saydıklarıyla arasında hiç bir ortak insani zemin varsaymıyorsa, kendi içindeki öteki konumlarının ya da potansiyellerinin farkında değilse ya da onları inkar etme ihtiyacındaysa, öteki, yani benden/bizden farklı olan, beni/bizi de etkileşim içinde geliştirebilecek bir zenginlik olarak görülmez, onun yerine derinden derine teğelleri zar zor tuttuğu sezinlenen beni/bizi bozacak bir tehdit unsuru olarak görülür. Bu durumda en hafif tepki öteki sayılanla hiç bir anlamlı ilişki kurmamak, onu merak etmemek, ondan ayrı ve uzak durmaktır. Daha ağır bir tepki, ötekini kendimize benzetmeye çalışmak, farklılıklarını inkar etmek, asimile etmeye çalışmaktır. En ağır tepki ise ötekini “tehlikeli düşman” olarak kodlayıp saldırganlaşarak yok etmeye çalışmaktır. Bu tepkilerin hepsi en genel anlamıyla zenofobik eksende yer alırlar. Tehdit algısı ve buna yönelik tepki dozu ağırlaştıkça psikolojik/sembolik şiddetten açık/fiziksel şiddete doğru bir geçiş görülür. Zenofobiyi genel anlamda “öteki korkusu” diye tanımlarsak, Türkiye’de her rengiyle bol miktarda bulunduğunu ve biraz önce bahsettiğim değişik tepki türlerinin hepsiyle her gün karşılaştığımızı, sosyo-politik hayatımızın bu anlamda zenofobik bir cendere içinde eyleştiğini söyleyebilirim. Egemen konumların, bir tehdit olarak algılayıp tahakküm altında tutmak istediği, bunu beceremediğini hissettiği durumlarda da daha açıktan şiddet uyguladıkları çok sayıda mağdur konumu var Türkiye’de. Hepsi kağıt üstünde bu ülkenin eşit yurttaşları olarak kabul ediliyormuş gibi yapılmalarına rağmen, egemen burjuva konumundan emekçilere/yoksullara, egemen Türk konumundan Türk olmadığını ifade edenlere, egemen Sünni İslam konumundan sünni müslüman olmayanlara, egemen İslam konumundan gayrimüslimlere, egemen erkek konumundan kadınlara, egemen ebeveyn konumundan çocuklara, egemen heteroseksüel konumdan eşcinsellere, egemen insan konumundan hayvanlara ve çevreye yönelik açık ya da örtük ayrımcılıklar ve taciz/şiddet gösterileri gündelik hayatımızın maalesef vazgeçilmez bir parçası olmayı sürdürüyor.

Tahammül meselesi üzerine bunları söyledikten sonra şunu da eklemem gerek: Tahammül tabii ki sınırsız bir şey olamaz. Tahammül sınırlarının nereden çekileceği politik ve kültürel bir müdacele konusudur. Varoluşları öteki korkusundan beslenenler, sınırı net ve katı olarak ben/biz ile öteki arasından geçiriyorlar ve ötekine tahammül etmiyorlar. Bunun alternatifi, bu sınırı tahakküm ve sömürü peşinde koşanlarla koşmayanlar arasından geçirmek ve tahammülden saygıya geçişi zorlamaktır. Çünkü tahammül, çok önemli olsa da eninde sonunda kırılgandır, farklı olana yönelik içselleştirilmiş bir saygıyı kapsamaz.
Tabii ki tahammülsüzlüğün boyutu linçe kadar vardı.
Linç, bu değindiğim tepki spektrumunun en uç noktası. Aşırı tehdit algısı, yoğun düşmanlaştırma, linç ve benzeri yok etme eylemleriyle sonuçlanabiliyor. Linç, evet, uç bir nokta ama yine de bu tepki spektrumunun bir parçası ve genel sosyo-politik iklimin bir sonucu. Sadece bir kaç “kendini bilmez”in istisnai marifeti değil. “Kendini bilmez” insanlar her zaman her yerde olabilir, marifet sosyo-politik yapının, toplumun “kendini bilmez” insanları “kendilerini bilir” hale getirebilmesi, “kendini bilmezliğe” prim vermemesidir. Bu konudaki son örnek geçen Pazartesi günü Hrant Dink suikastı sanıklarının yargılandığı davada yaşandı. Sanıkları getiren resmi cezaevi aracının önüne bir takım “kendini bilmezler,” öteki korkusunu ve bundan kaynaklanan saldırganlığı en iyi özetleyen sloganı, “ya sev ya terket”i bir etiket olarak yapıştırmışlardı. Basın farkedince skandal oldu. Çok manidar bir skandaldır bu. Bu küçük gibi görünen olayda aslında Türkiye Devleti’nin hali çok iyi özetlenmektedir. Birileri Hrant Dink’i katletmiş ve yargılanırken, bu devletin Adalet Bakanlığı’na bağlı resmi cezaevi aracına böyle bir etiket yapıştırılabilmektedir. Küstahlığın, meydan okumanın, pervasızlığın düzeyini görüyoruz burada. Kimin eli kimin cebinde bellidir. Daha önce de benzer sayısız örnek yaşanmıştır. Katili kahraman sayabilen, linçci kalabalıkları “milliyetçi hassasiyet sahibi vatandaşlar” olarak değerlendiren, suça suç diyemeyen çok sayıda üst düzey devlet memurunun olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Demokratik kültürü ve kurumları yerleşmiş başka bir ülkede, böylesine hassas ve önemli bir davada bu tür etiket skandalı yaşansa, sorumlular (sadece etiketi oraya yapıştıranlar değil, o cezaevi aracının bakımından, denetiminden sorumlu olan “ihmalkar” görevliler bir kaç kademe halinde) anında cezalandırılır ve iş Adalet Bakanı’nın manevi/etik sorululuğu nedeniyle istifasına dek uzanabilirdi. Burada ise bildik bir “soruşturma açacağız” kuruluğu dışında bir açıklama duyamadık. Bu tür olaylar ve sonrasında devletin yaptıkları ve yapmadıkları önemli birer mesajdır. Ve şimdiye kadar bu mesajlar ne yazık ki hep katilleri, linçcileri, katil ve linçci adaylarını, ırkçıları ve genel olarak öteki korkusundan beslenenleri cesaretlendirmiştir, en azından caydırıcı bir nitelik taşımamıştır.
Sizce bu süreç ne zaman başladı? Geçmişle kıyas yaparsanız şayet şiddet eylemlerinin arttığını söyleyebilir misiniz?
Şimdi bir kere bu şiddeti de içeren ötekine tahammülsüzlük/saygısızlık damarı Türkiye için hiç de yeni bir damar değil. Öteden beri şu ya da bu düzeyde ve formda varolan şişkin bir damar söz konusu olan. Yeni olan, muhtemelen, modernleşme, kentleşme, neoliberalleşme ve AB sürecinde çok kısmi de olsa bir miktar demokratikleşme gibi süreçler sonucunda devlet ve toplum düzeyinde geleneksel iktidar alışkanlıklarının değişime zorlanması ve bu geleneksel yapıların yerine konacak kurumsal ve kültürel mekanizmaların henüz pek devreye girememiş oluşuna bağlı olarak savunmacı bir şiddet artışı. Kadınlara yönelik şiddetten örnek vereyim: Türkiye’de eskiden beri kadına yönelik şiddet yaygındı. Kocalar karılarını döverdi, namus cinayetleri işlenirdi, vb. Şimdi yeni olan ise eskiye göre bu tür muamelelere karşı çıkan, sesini yükselten, boşanmak isteyen, erkek sözüne illa da itaat etmeyen kadınların giderek fazlalaşması. Koca zulmüne eskiye göre daha çok “hayır” diyor kadınlar. Başka bir yenilik de, mesela, dayak atan kocanın evden uzaklaştırılmasına imkan tanıyan yasal düzenlemeler yapıldı. Bütün bunlar sınırlı da olsa gayet olumlu gelişmeler, ancak kültürel ve kurumsal değişiklikleri somut durumlarda kadınların güvenliğini ön planda tutup taşıyacak mikro mekanizmalar ve bu değişikliklere uyum sağlayabilecek bir resmi görevli profili henüz yok. O yüzden kadınlar evet daha bilinçli, dayağa daha çok “hayır” diyor, hatta yeni yasal düzenlemelere dayanarak daha çok şikayette bulunuyor, ama çoğu durumda gerek ekonomik, gerekse de mekanizma ve personel zihniyeti yetersizlikleri nedeniyle bu şikayetçi olan kadınların güvenliği sağlanamıyor ve saldırganlık dozu iyice yükselmiş koca tekrar devreye girebiliyor ve gazetelerde kocaları tarafından katledilmiş kadın haberlerini daha çok okumaya başlıyoruz. Benzer bir durum, başka “öteki” kategorileri için de söz konusu. Örneğin Kürtler, Ermeniler eskiye göre daha çok ses çıkardıklarında, geleneksel iktidar şemasında kendilerine biçilen konumları sorgulamaya başladıklarında ve belli hak taleplerinde bulunduklarında onlara yönelik sembolik ve açıktan şiddetin arttığına tanık oluyoruz.
Söyleşi: Tacim Açık
Birgün, 6.10.2007


Öteki...
Onlar her şeyleriyle vaatkar ve çekicidir; bakışlarıyla, kokularıyla, duruşlarıyla, “Sev Beni” derler, “sev beni, kimse benim gibi sevişemez, benim gibi öpüşemez kimse, kimin dudaklarında böyle karadut tadı var, kim bu kadar güzel kokuyor; ayışığında çırılçıplak dolaşırım, yağmurlarda gülerim; dokun saçlarıma, hiç bu kadar parlağını gördün mü, seni öyle çok severim ki kimse benim gibi sevemez.”
Kleopatra’dır onlar, Mara Hari’dir, Messelina’dır, Hürrem Sultan’dır.
‘Muse’ler gibi her yolcuyu şarkılarıyla sarhoş eder, yolundan döndürürler; her gemi onların sesini dinleyebilmek için felaketlere uğramaya razı olur.
Her yerdedirler, her yanda; başınızı çevirdiğinizde bir ışık bulutunun içinden çıkıverirler.
Onlar göründüğü andan itibaren bütün duygular, bilinen ne kadar duygu varsa hepsi, saklandıkları köşelerden kuytulardan çıkarak size doğru çılgın bir koşu tutturur; hepsini tadarsınız, en yakıcı olanları, en baharatlıları, en lezzetlileri.
Ve, onlar gözyaşı demektir.
Acı çektirir ve acı çekerler.
Kadınlar için, onlar, bir gün bir yerde mutlaka karşılaşacaklarını bildikleri, bu karşılaşmayı yürek çarpıntılarıyla, korkarak bekledikleri karanlık ve uğursuz hayaletlerdir.
‘Öteki kadın’ın çeşit çeşit kılıklara girebileceğini bilir kadınlar; en yakın arkadaş, komşu, bir başka erkeğin sevgilisi, iş arkadaşı, bir davetteki misafir kılığında yaklaşabilirler; bütün kadınlar diğer bütün kadınlara kuşkuyla, ‘acaba bu mu, bu en yakınımda duran mı öteki kadın çıkacak’ diye diye bakar, bu meşum ihtimale karşı daima hazır bekler, gizlice silahlanır, her kadının rastladığı diğer bütün kadınlar için yaptığı küçük yorumlar, eksikliklerinin yada fazlalıklarının altını usulca çizip her an olabilecek bir çatışmaya karşı biriktirilen cephane olarak tutulur bir yanda.
Kadınların en yakın arkadaşlarını bile hafifçe çekiştirmesi, minik alay oklarıyla daha sonra vurulacak yerleri önceden işaretlemesi, vefasızlıklarından, kötü kalpliliklerinden değildir; ‘öteki kadın’ ın hangi kisvenin altından aniden fırlayabileceğini bilemediklerinden ama her yerden çıkabileceğinden emin olmalarındandır.
Kızıl bir şeytan, kara bir büyücü, kötü kalpli bir orospudur ‘öteki kadın’ kadınlara göre; ‘öteki kadın’ ın hep güldüğünü, hep eğlendiğini, hep kurbanlarını aşağıladığını düşünürler; ‘öteki kadın’ ın nasıl ağladığını, erkeği gecenin bir vakti evine dönmek zorunda kaldığında kendini nasıl yenik hissettiğini, yalnızlığı nasıl bir yenilmişlik duygusuyla yaşadığını, kimsesiz gecelerde Kleopatra’ nın masum ve güçsüz bir kız çocuğuna nasıl döndüğünü bilmezler, bunu umursamazlar da.
Birisi onlara ‘öteki kadın’ ın acı çektiğini söylese, en iyi yetişmişi, en kibarı bile bir anda değişip, “Ne acı çekecek o orospu” deyiverir, “o amacına ulaşamadığı için ağlıyor yalnızca, müstehaktır ona.”
‘Öteki kadın’ ise herkese karşı dövüşür; sevdiği erkeğe, sevdiği erkeği seven kadına, o kadını destekleyen bütün kadınlara, kalabalıkların ahlakına, kendi çevresine, ailesine karşı tek başına vuruşmak ve bu olağanüstü savaştan galip çıkmak zorundadır; ‘öteki kadın’ ın yenilgisi çok acıdır çünkü, savaş meydanına bir kez çıktıktan sonra oradan yenilmiş olarak ayrılırsa ona bu meydana çıkmasını pahalıya ödetirler, laf dokundurmalarla, alaylarla, dedikodularla onu parçalar, bu savaşa girme cesaretini gösterdiğine pişman ederler.
O yüzden bu savaş çok şiddetli geçer.
Arthur Miller’ ın ‘Cadı Kazanı’ nda olduğu gibi yenileceğini düşünen ‘öteki kadın’ bütün bir kasabayı şeytanların istila ettiğini ve baş şeytanın da kendisinin yenilmesine yol açan erkek olduğunu söyleyebilir, Catherine de Medici gibi rakibelerinin yemeklerine zehir koydurabilir.
Hiçbir erkeğin anlayamadığı, bilemediği, inanılmaz yöntemlerle istihbarat faaliyetleri yürütülür, iki kadın birbiri hakkında neredeyse en mahrem bilgileri bile kimsenin anlayamayacağı kaynaklardan öğrenir, bu bilgileri değerlendirir, erkeğe ihbar eder, ihaneti, hatta cinayeti kışkırtır.
Eğer bu savaşta iki kadın yenişemeyeceğini anlarsa, erkek bir türlü karar veremez ve savaşın biri lehine bitmesini sağlayamazsa o zaman beklenmedik bir şey olur ve iki kadın birden o erkeği yok etmek için uğraşır; öyle hırpalarlar ki erkeği, onu öldürmekle kesin bir karar vermek arasında bir seçime bütün vahşetleri, bütün cazibeleri, bütün silahlarıyla zorlarlar.
‘Öteki kadın’ ın ortaya çıkmasıyla birlikte aslında herkes acı çeker.
Bir eğlencenin, bir isteğin, bir sevginin, bir bağlılığın bu kadar süratle acı ve kedere dönüşebildiği belki de hayatımızda başka hiçbir örnek yoktur.
VIII. Henry gibi hükümranlığını ve krallığın cakasını en pervasızca, en şımarıkça yaşamış bir kral bile Katolik karısı Catherine ile sevgilisi Anne Boleyn arasındaki savaşta sıkışıp yeni bir din icat etmek ve bütün memleketin dinini değiştirip yıllarca bitmeyecek kanlı bir din savaşının başlamasın neden olmak zorunda kalır.
Ama o, kral olduğu ve krallar da kadınlar kadar vahşileşebileceği için, kadınlar arasındaki savaşı kazanan Anne Boleyn’ i daha sonra o güzel başını vurdurarak cezalandırır.
Her türlü duygunun ayaklanıp ortaya çıktığı, bu yer yer çok zevkli, yer yer çok acı, şefkatle şiddetin iç içe geçtiği neredeyse ölümcül macerada, tanrıların ve kadınların erkeklere yaptığı en büyük şaka ise, aslında her kadının ‘öteki kadın’ olmasıdır.
Bütün kadınlar aynı zamanda ‘öteki kadın’ dır.
En sıradanı, en durağanı, en kibarı, en sadesi, en dürüstü, en güvenilir olanı bile bir anda ‘öteki kadın’ a dönüşebilir, hayattaki rolünü kendini bile şaşırtabilecek bir süratle değiştirir, bir savaşta kalabalıkları yanına alıp ‘öteki kadın’ a karşı savaşırken, bir başka savaşta kalabalıkları karşısına alıp herkesle savaşa girebilir; ‘öteki kadın’ olmanın fettanlığına, çekiciliğine, yalnızlığına ve acısına bir anda kendini bırakabilir, bakışı, konuşuşu, yürüyüşü, saçlarının kesimi, görünüşü, dudaklarına sürdüğü rujun rengi aniden değişebilir.
‘Öteki kadın’ her kadının içindeki ve belki de bu yüzden onu o kadar iyi tanıyıp ondan o kadar nefret eder.
Zevk denizlerinin ‘muse’leridir öteki kadınlar.
HER KADIN ‘ÖTEKİ KADIN’ A DÜŞMANDIR.
VE, HER KADIN ‘ÖTEKİ KADIN’ OLMAYI ÇILGINCA SEVER.

07,08,2002 ÇARŞAMBA
SAAT: 22,40
Ahmet Altan

hanimiş beyaz tavşan....
Friday, January 26, 2007
Okuyup gerçekten etkilendiğim bir makaleyi paylaşmak istedim. Bülent Somay' a ait bir makale
Bir kaç araştırma yaptığımda da makale ile ilgili nette bir bilgi bulamadım, yayınlayayım da insanlar da benim gibi aramaya çalıştıklarında ulaşsınlar diye düşündüm. Keyifli okumalar.

Öteki Öznenin Kuruluşu "Heterosubjektivite"

Hetero-, Yunancada "başka", "öteki" ya da "farklı" anlamına gelen heteros kelimesinden türetilen bir ön takı. En yaygın popüler kulla­nımı olan "heteroseksüel" terimi, "diğer/öteki cinsi arzulayan" anla­mına geliyor, zıddı olan "homoseksüel" ise "eş/aynı cinsi arzulayan" anlamına. Ama "hetero" öntakısının tuhaf bir kaderi de var: "Hetero" her zaman "homo"nun zıddı olarak kullanılmıyor (heteroseksüel/ homoseksüel ya da heterojen/homojen gibi); bazen "ortho"nun da zıddı olabiliyor: Ortodoks/heterodoks. Ortho Yunancada düz, dik, düzgün, doğru demek; Ortodoks ise "doğru inanç". Bunun zıddı olan "heterodoks" ise egemen inanç sisteminden farklılaşan Batıni inanç­lar için kullanılıyor. Demek ki hetero, "düzgün"ün zıddı anlamına geliyor bu durumda. Ama kaderin cilvesine bakın ki, "heteroseksü­el" kelimesi popüler kullanımda kısalarak "hetero"ya dönüşüyor ve İngilizcede "heteroseksüel" anlamına gelen başka bir kelimenin, straight'in eşanlamlısı oluyor. Straight ise ortho ile tamı tamına eşanlamlı: Düzgün. Böylece hetero popüler kullanımda "düzgün", ama aslında "sapkın", farklı, Batıni gibi, taban tabana zıt iki anlamı içinde barındırabiliyor.

Ama işin aslına bakılacak olursa, Yunancada "heteros"un kate­gorik zıddı "idios": "Ben" ya da "kendi". O zaman, örneğin "hetero-seksüel"in zıddı da "idioseksüel" oluyor: "Ötekini arzulayan"a karşı "yalnızca kendini arzulayan", narsist. "Hetero"yu yerli yerinde kul­landığımızda, ikilikler üzerine kurulu düşünce sistemini de terk et­memiz gerek: Kadın/erkek, düzgün/sapkın gibi, kerameti kendin­den menkul, kültürel olarak türetilmiş, performatif ikilikler, "hete-ro"nun "öteki" anlamını belirli bir temsil ile sınırlıyor, hadım ediyor. Oysa "öteki", ancak "ben"in öznelliği dışında kalan her şey olarak tanımlandığında gerçek anlamına kavuşabilir. Dolayısıyla, "özne"-nin kuruluşunu ikilikler üzerine kurulu bir kimlikler sisteminin için­den değil de, "ben/öteki(ler)" yapısının içinden tasarladığımızda, gerçek anlamda altüst edici (subversive) bir dünya görüşünün çatısı­nı da kurmaya başlamış oluruz.


Kendimizi "Türk", "erkek", "heteroseksüel", "Müslüman", "Sün­ni" olarak tanımlamaya başladığımızda, "öteki"lerimiz de ister iste­mez "Kürt" (ya da "Alman" veya "Ermeni"), "kadın", "eşcinsel", "Hıristiyan" (ya da "Yahudi"), "Alevi" olarak belirir. Ancak tersi kimlikler de aynı ikili/simetrik yapının içinde yer alırlar: "Kürt", "kadın", "eşcinsel", "ateist" kimlikleri de aynı "öteki"leri, bu kez di­ğer bakış açısından üretir. Başka bir deyişle, "Türk" performansı, bir "yabancı" (örneğin Avrupalı) performansını ya da bir "azınlık" per­formansını (örneğin Yahudi ya da Kürt) yaratmadan varolamaz. "Güçlü erkek", "zayıf, çaresiz kadını" önvarsayar. "Müslüman" ola­bilmemiz için, tarihsel dönemin koşullarına bağlı olarak, bir "gavur" ya da "laikçi" olması gerekir. "Eşcinsel" olmadan "heteroseksüel" olamaz. Bütün bu ikili örneklerde, "öteki"yi kategorik olarak dışla­yan bir "biz" öznesi tanımlanır ve kimlik bu dışlama üzerine kuru­lur. Tersten gidecek olursak, bir kimlik olarak "eşcinsellik" de hete­roseksüelliği dışlayarak kurulur. Liberal Özne kuruluşunda, bu dışla­nan öteki'ye tolerans göstermek, onunla birlikte, yan yana varolma­ya, dişlerini sıkarak da olsa tahammül etmek gerekir. Ancak burada bile, ikiliğin sınırlarını bozan, delip geçen, muğlaklaştıran ara du­rumlara tolerans gösterilemez: Örneğin esas olarak heteroseksüel (heteroseksist) bir dünyada yaşamak zorunda olduğunu bildiğinden ister istemez liberal bir biçimde kurulmak durumunda olan eşcinsel kimlik, çoğu kez biseksüelliğe tahammül edemez. Heteroseksüel kimlik ise biseksüelleri ancak "bunlar aslında bizden, ama arada sı­rada sapıtıyorlar," diyerek, içerme yoluyla kabullenebilir. Yahudile­re tolerans göstermek öğrenilebilir, ama "dönme"ler kafa karıştırır. Kadın ve erkek performansları daha baştan birbirine tahammül et­mek üzerine kuruludur (yoksa toplum diye bir şey varolamazdı), an­cak "transvestit" bu tahammül mekanizmasının altında yatan çirkin sırrı ifşa ederek işleri karıştırır, o yüzden "artık bu kadarına da ta­hammül edilemez".


Kendisine bir "öteki", bir yabancı yaratarak varolabilen kimlik performansları, daima özneldirler, ama daima da nesnellik peşinde koşarlar. Kadının "nesnel olarak" zayıf, aptal, karaktersiz, dönek ol­duğunu "nesnel olarak" kanıtlamaya kalkışan saygıdeğer filozofları hatırlayalım (örneğin Rousseau, Nietzsche). Ya da Yahudilerin (ya da zencilerin, Kızılderililerin) "aşağı" ırklar olduğunu "nesnel ola­rak" kanıtlamaya çalışan etnolojik araştırmaları düşünelim. Ya da günümüzde eşcinselliği genetik bilimi yoluyla, "nesnel olarak" açık­lamaya çalışan bilimcilere bir bakalım. Kendi öznelliğini nesnellik olarak yeniden tasarlamak için girişilen bütün bu çabalar, bize bu "nesnel" açıklamaları yapan kişilerin aptallığını ya da kötü niyetini göstermez; yalnızca düşünce dünyamızı üzerinde inşa ettiğimiz iki­likler yarı-diyalektiğinin sınırlarına işaret eder. Bu ikilikler "yarı-di­yalektiktir", çünkü bu halleriyle içlerinde bir inkâr ânı, bir aufhe­bung (içerip inkâr ederek aşma) potansiyeli taşımazlar. Bu yüzden de, bu ikilikler üzerinden belirlenen özneler, daima fazlasıyla-belir­lenmiş, iç çelişkiler barındıran özneler olmak zorundadır. Örneğin kendini birden çok "madun" (subaltern) konumundan hareketle öz­neleştiren biri (Kürt-kadın, Hintli-proleter, Iraklı-Kürt gibi), kendi özne konumunu bir (ya da birçok) kimlik politikası içinde somutla­maya kalkıştığında bir dizi açmaza düşecektir. Bu açmazların en ba­riz örnekleri, kendi etnik geleneksel değerlerini savunan kadınların bir yandan da o geleneksel değerlerin bir parçası olan kadının aşağı­lanmasına karşı çıkmak zorunda olmaları, ya da bir işçi olarak her türlü kapitalist sömürüye karşı duran kişilerin kendi (ezilen) ulus burjuvazileri ile taktiğin çok ötesinde bir uzlaşmaya mecbur kalma­larıdır. Özne kuruluşu sırasındaki kimliklerden biri ya da birkaçı madun olmadığında ise (erkek-proleter, ABD'li-siyah, burjuva-kadın gi­bi) işler iyice karışacak, özne tam zıt yönlere doğru parçalanacaktır. Bu parçalanma da kapitalist sömürüye karşı çıkarken aile içindeki (çok daha eski ve köklü) sömürüyü olumlayan erkeğin, ya da kadın hakları isterken çalışan sınıflar karşısında kendi ayrıcalıklı konumu­nu korumaya çalışan kadının durumlarında açıkça görülebilir. İki ör­nekte de, kimlik politikaları özneyi parçalamış, "üzerini çizmiştir".
[1] "Öteki"yi yekpare bir nesne olarak tahayyül etme yoluyla oluş­turulan özne, yarattığı muhayyel nesne kadar yekpare olabilir ancak: Bütün Yahudilerin "nesnel olarak" muhteris, üçkâğıtçı, tefeci oldu­ğunu varsayarak kurulan milliyetçi/ırkçı özne daha baştan çatlak doğmuştur. Bütün kadınların "nesnel olarak" zayıf, yeteneksiz, aklı ermez olduğunu varsayarak kurulan erkek/ataerkil özne de öyle. Ama bu sahte nesnelliklerin alternatifi olarak postmodern/post-yapısalcı düşüncenin bize sunduğu intersübjektivite (özneler-arasılık) de daha iyi durumda değildir, çünkü bu kavram "öteki"yi nesneleş­tirme yoluyla kurulan özneleri önvarsayar ve bu öznellikler arasın­da toleransa dayalı, liberal bir uzlaşma önerir. Oysa aynı duruma (aslında kelimenin gerçek anlamıyla bir ikilik bile olmayan) "idios/ heteros" [ben/öteki(ler)] ikiliğinden bakılırsa, işler değişecektir:


Özbilincin öncesinde başka bir özbilinç vardır ki, kendi dışına çıkmış­tır. Bunun çifte bir anlamı var. İlk olarak, kendi benliğini kaybetmiştir, çün­kü kendisini başka bir varlık olarak bulur; ikinci olarak, bu yolla o öteki'yi aşmıştır [aufheben: içerip inkâr ederek aşmıştır], çünkü öteki'yi esasta ger­çek olarak görmez, onda kendi benliğini görür.3
Hegel'e göre bu yolla oluşan özne ("özbilinç") ve öteki, Efendi/ Köle diyalektiğinin temelidir. Nitekim Marx, Hegel'in bu önermesi­ni Kapital'in ilk bölümündeki bir dipnotta şöyle "okur":
Bu metalar için olduğu kadar, insanlar için de bir şekilde geçerlidir. İn­san dünyaya elinde bir aynayla, ya da "Ben benim" demekle yetinen Fich­teci bir filozof olarak gelmediği için, kendini ilk kez başka insanlarda görür ve tanır. Peter bir insan olarak kimliğini ilk kez kendisiyle aynı cinsten olan Paul ile kıyaslayarak oluşturur. Böylece Paul, kendi Paul kişiliği içinde, Pe­ter için insan türünün tipi haline gelir.5
Lacan ayna evresini tarif ederken, "ayna"nm olgusal varlığının şart olmadığını, ben/beden sınırlarını oluşturmak için "ayna niyeti­ne kullanılabilecek" başka beden imgelerinin yeterli olacağını da be­lirtir. Bu başka ben/bedenlerin başında annenin bedeni gelir. Bu ay­na/beden hem kendisi gibi olunması gereken, hem de arzulanan bir bedendir; dolayısıyla olma/arzulama diyalektiğinde, anne bedeni bir neksus, bir kesişim noktası oluşturur. Ancak anne arzusu tüm çocuk­lar için (ensest), anneyle bedensel bir özdeşlik kurmak ise erkek ço­cuklar için (transvestitizm) yasaktır. Dolayısıyla ayna evresinin ol­ma/arzulama diyalektiği, toplumun ensest yasağı kuralı öğrenildi­ğinde tüm çocuklar için bir yanından sakatlanır. Heteroseksist ya­saklar öğrenildiğinde ise, erkek çocuklar için diğer yan da sakatlan­mış olur. Böylece, içinde yaşadığımız simgesel düzen erkek bir sim­gesel düzen olduğu için de, ben/öteki ilişkisinin arketipi olan anne, ne arzulanmasına, ne de özdeşleşilmesine izin verilen bir "öteki" olarak, dolayısıyla ancak nesne olarak kavranabilen bir "öteki" ola­rak kurulur. Demek ki, öteki'nin bir özne olarak tasarlanabilmesi, er­kek/heteroseksist simgesel düzen tarafından engellenmiştir.
Oysa, olamayacak bir nesnellik peşinden koşmaya, ya da nes­ne/öteki'lerin salt simgesel düzen içinde tasarlanan öznelliğine to­lerans göstererek "intersübjektif' olmaya karşı önerilebilecek tek altüst edici alternatif, özne olarak tahayyül edilen ötekilerin öznel­liklerini kabul etmektir. Bu durum da, kendini tek özne geri kalan her şeyi nesne olarak tasarlayan idiosübjektif tutuma karşı, hetero­sübjektif bir konum belirlemekle yapılabilir. Ancak kendi dışımız­daki öznelerin varlığını (kerhen ya da salt sözel/simgesel düzeyde değil) imgesel/muhayyel düzeyde kabullenebildiğimizde, kendimi­ze dışarıdan bakabilecek bir konumu da kabullenmiş oluruz. Bu da "kendi üzerine düşünebilme"nin (self-reflexivity) olmazsa olmaz koşuludur.

[1] Bu "parçalanmış özne", Lacan'ın üzeri çizilmiş öznesinin (S barrée) top­lumsal/kültürel düzeydeki karşılığıdır.

Geçen günlerde yazmaya çalıştığım bir yazı için renk körlüğü ve disleksi ile ilgili araştırma yapıyordum. O anda Memin ile de konuşuyorduk ve konu Memin'in bayağı bir zaman önce yazmış olduğu Halüsinasyon başlıklı yazıya geldi. Son günlerde "Alice harikalar diyarında" ya takmış olmamdan kaynaklı olarak ve üstte belirttiğim iki hastalık ile ilgili olarak Algıda belirsizlik üzerine düşünüyor olmamdan kaynaklı bu yazıyı tekrar okuyunca kafama dank eden o kadar çok şey oldu Ortam şartlarında ki etkiler de buna sebep oldu sanırım.
Her neyse bu yazı meminin
blogunda da var. Ancak internet üzerinde erişilebilirliğini bir parça arttırabilmek için buraya da koyayım dedim.Bu yazı ile azıma sıçtığın için teşekkür ederim hacım...


halusinasyon

en bilinen tanımı ile olmayan şeylerin olduğunun algılanmasıdır. en bilinen olmasıyla birlikte doğru bir tanımdır. fakat yalnızca algılarımızın oynadığı bir oyun değil, gerçeklik kavramının da sekteye uğramasıdır. örneğin ilüzyonda bir şeyin gerçekten ortadan kaybolmadığını ya da adamın uçamayacağını bilirsiniz. sizin algılarınız size böyle söylese de gerçek farklıdır. olanlar gösterildiği gibi değildir.

orada olmayan bişeyi gördüğünüzde, ya da olmaması gereken bir ses duyduğunuzda bunun gerçek olamayacağına kendinizi inandırdığınız sürece ciddi bir sorun yoktur. yalnızca daha temkinli olursunuz, algılarınızı denersiniz, güvendiğiniz şeyler üzerinden algılamaya çalışırsınız. fakat ne zaman ki güvendiğiniz şeyler de güvensizlik vermeye başlar, o zaman ciddi sorunlar kapıya dayanır.

elinizde tuttuğunuz şeyin gerçek olmadığını farkettiğiniz zaman, elinizde neden böyle bir şey olduğunu algıladığınızı düşünmeye başlarsınız. elinizde tuttuğunuzu düşündüğünüz şey gerçekten orda değilse ve siz bunu daha önce farketmediyseniz, başka şeyleri de farketmemiş, yanılmış olabilirsiniz. elinizde tuttuğunuzu düşündüğünüz şey aslında yokmuş, peki ya eliniz? bu el sizin miymiş? burda bi el var mıymış? peki sizin bi eliniz var mıymış? "el" kavramı neymiş? "kavram" neymiş ki? mantık neymiş ki? "gerçek" noolmuş? güvendiğiniz neymiş? yaşadığınız? yaşadıklarınız? burda bulunuyor muymuşsunuz? siz var mıymışsınız?

halusinasyon yalnızca olmayan şeyler algılamak değildir. aynı zamanda bununla birlikte gelen gerçeklik yitimidir. "gerçek"in olmadığı bir yer düşünün. neyin ne olduğunun bilinmediği, olaylar arasında sebep sonuç ilişkilerinin olmadığı bir yer. burası bir "harikalar diyarı" değildir. burası bir azap dünyasıdır. siz azabın ve dünyanın ne olduğunu bilemediğiniz bir haldeyken.

gerçeğin ya da daha tutarlı bir ifadeyle güvenebileceğiniz algıların kaybolduğu bir zaman-uzayda kalmak her babayiğidin kaldırabileceği bir durum değildir. rasyonel düşünce ile yoğurulmuş beyinler bunu kolay kolay kaldıramaz. gerçek, algı, sebep sonuç ilişkisi, deneyimlerin hayata katkısı, yaşanmışlıklar, yaşananlar, uzay, zaman yok olmuştur, siz artık yoksunuzdur. bu tür bir yokluğun ilk belirtisi genelde anksiyetedir. netekim alışılmışın dışında ve ağır halusinasyon yaşayanların deneyimi bunu destekler niteliktedir. ne yapacağını, neyin ne olduğunu bilemeyen, ayrımına varamayan bir ruh hali.

eğer kavramların aşırı derecedeki sönükleşmesine birazcık alıştırırsanız kendinizi, keyif almaya başlayabilirsiniz. şimdiye kadarki tüm deneyimlerin, kavramların yitmesi; size yepyeni deneyimler, yepyeni kavramlar sunabilir. artık herşey mübahtır. isterseniz odanızdan bir tren geçirebilirsiniz ya da uçarak gidip istediğiniz yerde istediğiniz insan olabilirsiniz. ya da şöyle söyleyelim, öyle olduğunuzu sanırsınız. tabii bunu yalnızca kontrol edebileceğiniz ölçekte yapabilirsiniz. odanızdan tren geçirirken trenden üstünüze bir fil düşebilir. ölebilirsiniz. belki de ölmezsiniz. ufak bir şemsiye açıp kurtulursunuz filden.

halusinasyon, gerçeklik yitimi, her ne kadar keyifli noktalara ulaşabilse de içkin olarak her zaman bir güvensizlik barındırır. çünkü her an kontrolünüzden çıkabilir, her an sizi de sönükleştirip içine alabilir.

şimdi bu halusinasyon tanımını biraz genişletelim. biraz önce bahsettiğimiz herşeyin temelinde duran gerçeklik yitimini, sönümünü tekrar ele alalım. ama bu kez algılar üzerinden değil algılayış üzerinden gidelim.

düşünün ki bir oda var. bu odanın içindekine dair hiç bir kişisel deneyiminiz yok. bu oda hakkındaki her türlü veriyi dolaylı yoldan elde ettiniz. güvendiğiniz kaynaklardan gelen bu veriler ise sizi o odanın içindekilerin hoş olmadığı, istenmeyen şeyler olduğu konusunda ikna etti. yani artık yalnızca bir veri değil oda hakkındakiler, işlenmiş düşünceleriniz. sizin düşünceleriniz. örnek bu ya, bir gün bu odaya girdiniz. ya da açıp baktınız. ve bu oda içindekilerin aslında o kadar da istenmeyen şeylerden oluşmadığını farkettiniz. bu oda aslında güzelmiş. ve tabii insanın kendisiyle çelişmesinin kolay kaldırılabilir olmamasından ötürü, bu oda hakkındaki düşüncelerinizin sorumluluğunu başkalarına, güvendiğiniz kaynaklara yüklediniz. güvendiğiniz kaynaklar ile iletişime geçip yeniden görüş birliğine vardığınızda ise sonuç, aslında kaynakların verdiği verilerin değil sizin vardığınız sonucun bu yönde olduğu oldu. yani kısaca "hani böyleydi?" dediniz onlar da "sana öyle gelmiş" dediler.

şimdii. bir düşünceniz vardı bu oda hakkında. sizin düşünceniz, sizin bir parçanız, sizi siz yapan bir eleman. ve bu düşünce yanlışmış, doğru değilmiş, "gerçek"lerle uyuşmuyormuş. şimdiye kadarki bütünlüğünüz aslında tam olarak bütün değilmiş, eksikmiş. peki bildiğinizi sandığınız diğer şeyler? ne biliyomuşsunuz ki aslında? emin olduğunuz bir şey yanlışsa, emin olduğunuz diğer şeylerin doğru olduğunu nerden bilebilirsiniz ki? asla yeniden emin olamazsınız. kalem hep yazı yazardı şimdiye kadar, kağıt yırtılırdı, duvara çarpınca canınız acırdı. peki şimdi emin misiniz? ben olsam olamazdım, olamadım.

algıların sönümü, algılayışı, düşünceleri ne kadar etkiliyorsa, algılayışın sönümü de algıyı o kadar etkiler. gördüğünüz şeyin gerçekten gördüğünüz şey olup olduğu konusunda şüpheye düşersiniz artık.

dayanağını yitirmiş bir algı ile odamızdan tren geçirebiliyorsak, dayanağını yitirmiş bir algılayış ile neler yapamayız ki? bir düşünsenize, yine herşey mübah. yine bir kısıtınız yok. şimdiye kadar ki bütün öğretilenler, bütün bildikleriniz yitiyor. sınırlar ortadan kalkıyor. toplum olabilmemiz için gerektiği iddia edilen şeyler, sizin içselleştirdiğiniz kurallar, olması gerektiğini düşündüğünüz kavramlar ortadan kalkıyor. bir ahlak kavramınız yok artık. kafanızdaki erekler yok artık. tamamen özgürsünüz.

algılayışın sönümünde yine aynı sorunla karşılaşıyoruz: ya bildiklerimizin, düşündüklerimizin hepsi yanlış değilse? ya duvardan geçemiyorsak hala? ya başkalarına saygılı olmanın bilmediğimiz, göremediğimiz, anlayamadığımız avantajları varsa? yaptığımız işin yanlış olduğunu düşünüyorduk. ama şimdi yanlışmış gibi gelmiyor. ama yine de yanlış olabilir belki. şimdiye kadar sizi oluşturan sizden tamamen kurtulamamanızın da verdiği bu ve benzeri ikilemler bizi yine aynı noktaya götürür: anksiyete.

yazı uzadıkça uzuyor tabii ama bahsetmeden geçmek istemediğim, hatta bundan bahsetmek için yukarıdaki paragrafları yazdığım bir durum daha var.

gerçekliğin kaybolması ve anksiyete yalnızca yanılıcı, yanıltıcı durumlar sonucunda ortaya çıkmaz. daha düzgün bir ifadeyle; yukarıdaki durumların sonucu olarak ortaya çıkan sonuçlara başka yollardan da erişilebilir. bunlara bir örnek kişiliğin kaybolması, benliğin soluklaşmasıdır.

benliği oluşturan etmenlerden en önemlileri onu tanımlayan şeylerdir, kendimizi başka insanlardan farklı kıldığını düşündüğümüz özelliklerimiz. bu özellikler yıllar boyunca üstüste eklenerek, zaman zaman şekil/yer değiştirerek birikir. ve bizi biz yapar. bulunduğumuz yer, içinde yaşadığımız ortam, hedeflerimiz, hayallerimiz, sevmediklerimiz, olmadıklarımız, olmak istediklerimiz, hep bizi biz yapan şeylerdir. günün birinde bunların büyük bir çoğunluğu sekteye uğradığı zaman ciddi bir sorun çıkar. benlik darbe almıştır. kan kaybetmektedir. bütünlüğünü yitirmiştir.

bütünlüğünü yitirmiş bir benlik halusinasyonlar arasında salınan bir benlikten çok da farklı değildir. çünkü biraz önce bahsettiğim üzere halusinasyonların doğurduğu sonuçlarda en büyük etki, gerçeklik duygusunun kaybolmasıdır. gerçeklik (ki anlamış olacağınız üzere burda gerçeği algısal bir kavram olarak kullanıyorum), benliği oluşturan en önemli etmendir. benliğin bütünlüğünü yitirmesi, gerçeklikten uzaklaşması biraz önce bahsedilen sonuçları doğurur. olmayan, sekteye uğramış, eksilmiş bir benin attitude (türkçesini bulamıyorum) kaygısı kalmamıştır. konum kaygısı kalmamış bir birey için ise yine herşey mübah hale gelir. bir yandan bu mübahlığın özgürlüğünü yaşayan birey, bir yandan da olmayan bir benin, olmayan, sönmüş kavramların anksiyetesini yaşar.

kendimi tanımlayan şeylerin bir çoğunu yitirdiğim şu zamanlarda böyle bir yazı yazmak istedim. öncelikle kendimi anlamak, sonralıkla da dünyaya bişeyler katabilmek umudu taşıdım.
Gönderen Görkem zaman: 2:50 PM 1 yorum
Etiketler: alıntı
Sadece güzeller bakılmayla yetinebilirler" diyor; "güzel olmadığını düşünenler ve öyle düşündürülenler mutlaka okşanmak ister. Onları sevgiye ve şefkate nihai olarak bir tek okşanmak ikna edebilir."
Ona bakıyorum: Geçen zamanın ve aşkların hırpaladığı zarif yüzünün sol yanına vuran güneş ışığı onu olduğundan daha da yorgun ve yaşlı gösteriyor.
Laf lafı nasıl açtı, konu buraya nasıl geldi, bilmiyorum ama bu sözler beklenmedik inceliklerin duyarlı Yahudi filozofu Levinas'ı hatırlatıyor bana...
Emmanuel Levinas "Okşamak, zevk almak ve vermek değildir" diye yazmıştı; "okşamak, tam anlamıyla bir bedene biçim vermektir."
Bir heykeltıraşın elleri gibidir o sırada ellerimiz...
Zihnimiz bir ressam gibi yeni baştan
ve isterse bambaşka biçimde kavrar dünyayı...
Aklımdan bunlan geçirirken, çevresindeki kırışıklıklarla daha da derinleşmiş güzel gözlerine bakıp ona, "aslında iki bedenimiz var, değil mi?" diye soruyorum.
Denizden doğru esen rüzgâr birden masadaki örtüyü uçuruyor. Sözlerimizin gizliden gizliye içerdiği haşinliğin farkındayız ama birbirimize çaktırmıyoruz.
Gülüyor...
"Biri bu bildiğimiz, yani kimi zaman palto gibi sırtlanıp yürüdüğümüz, bazen bir çöp torbası olduğu hissine kapıldığımız, bazen hastalanan, bazen fıkır fıkır kanı kaynayan fizik bedenimiz" diyor.
Başımı sallayıp sözün arkasını ben getiriyorum: "Öteki de sevilmenin, şefkatle kucaklanmanın, arzuyla okşanmanın bedeni... İkisinin biçimleri farklıdır." Bu kez kumral saçlarını arkaya savurarak kocaman bir kahkaha aüyor. Ardından, "Biri çirkin olsa da öteki, yani ikincisi hep güzel; biri yaşlansa da öteki hep genç sanki" diyor.
"Tastamam öyle!"
Sonra masadan kalkıp ahşap iskeleye doğru yürüyorum. Rüzgâr gitgide artıyor. İskele gıcırdıyor.
Arkamdan sesleniyor: "Ama biliyorsun değil mi, sabah kalkıp aynaya baktığımızda görünen bedenimiz o okşanarak biçimlenen bedenimiz değil, feci gerçek bu işte!"
Dönüp ona bakıyorum.
Yıllardır tanıyorum. Hep güzel kadındı. Artık sadece "zarif, hoş" gibi sözcüklerle tanımlanıyor olması zamanın cilvesi...
"Boşver Allah aşkına bunlan!" diyorum; "nereden geldik biz bu konuya!"
Teknosarmal
Takıntılıyız, takılıyoruz
Bilgisayar nedir? Nasıl kullanılır? Bilgisayarda nelere kafa yorulur, neler geçiştirilir?
İşte tam benlik konu!
Ben dahil, çevremde bilgisayarların kullanımı ile ilgili takıntısı olan o kadar çok kişi var ki...
Evet, takıntılı bir grubuz, kabul ediyorum. Acayip şeylere takılıyoruz. Mesela çok yakın bir arkadaşım internete giremiyor. Sebebi modemi olmaması ya da servis sağlayıcısının çıkarttığı problemler değil.
Her şart elverişli fakat nete girerse virüs alacağını düşünmeye başladı.
Öyle bir korkutmuşlar ki çocuğu, iş yerinde sorun yok ama eve gelince bilgisayar kâbus gibi görünüyor gözüne.
Haftada bir benim bilgisayardan mail'lerine bakıyoruz.
Bir başkası hard diski dolmasın diye sürekli CD'lere çekiyor, ama ne varsa...
Oysa 80 GB hard diskin dörtte biri anca dolu.
Ya da MSN'i sürekli açık tutma hastalığına yakalananlar var. internet cafe'leri anlayabilirim ama ev bilgisayarlarında 24 saat açık MSN ne iştir? Son giden mesajlarda genellikle şöyle olur: "Ben yatıyorum ama MSN açık."
24 Saat bilgisayarı açık tutma hastalığı da cabası. Hatta bilgisayar sesine alışıp, bilgisayarsız ortamda uyuyamayan da var.
Favorilerimden biri, bilgisayar için para biriktirmek ama bir türlü harcayamamak ya da alakasız bir şey alıp yine ortada bilgisayarsız kalmak. O zaman takıntı iyice büyüyor.
Benden bir örnek: Yahoo'ya girip mail resmine tıklamak yerine, arama bölümüne "mail" yazıyorum.
Bir de asosyal olma takıntısı var. Bilgisayar asosyalleştirir miymiş! Oysa bu takıntılarınız varken asosyallikten mî korkuyorsunuz diye sormazlar mı insana?
Eyl 26

SÖMÜRGECİLİĞİN PSİKOLOJİSİ

Makale by Cem Gençoğlu Yorum ekle
Sömürgecilikten anlaşılanın beyaz yelkenli kalyonlardan denize salınan tekneleriyle karaya görkemli şapkalarıyla ayak basan İspanyol denizcileri algılandığının ötesinde bir dünyada yaşadığımız malum. Artık yaşadığımız dünya, göstergelerini bir biçimde mahiyetin ayrıntılarında gizli tutuyor. Var olanla görülen arasında, görülenle anlaşılan arasındaki bir ayrımdır bu. Bu ayrımın niteliğini, etkilerinin genişliğini ise tartışılmaz ikna gücü iddiasıyla bilim sağlıyor. Sağlam temellere dayalı bir inanç sistemi rolüne girmeye başlayan bilimin pozitif anlayışı insanlığı kendine bağlıyor ve bütün tanımları yeniden kurguluyor. Buradaki mesele kör bir bilim düşmanlığı değil, irdelenmiş, önyargılarından arınmış bir sosyal bilim arzusudur.
Bilim tarihi aynı ölçüde insanlık suçlarının tarihini de kapsıyor demek sanırım bilim adamları için çok da ağır bir suçlama sayılmamalı. Şu ya da bu şekilde işlenmiş cinayetlerin, katliamların, zehirlenmelerin arkasında kalın gözlükleriyle bekleyen bir bilim adamından bahsetmek sanırım bu işi abartmak anlamına gelsede meselenin özü bir anlamda burada yatıyor. Korkarım bu paranoyak düşünce bilim adamlarının işlerini su taşımakla sınırlandırarak, fizik laboratuarlarını kafeye çevirerek, kimya şişelerinin yerin bilmem kaç metre derinliklerinde ebediyete emanet ederek rahata kavuşur.
Bu noktada bir keşif kolu olarak psikoloji bilimi nereye oturuyor? Bu oldukça karmaşık bir durum. Özellikle toplumbilim ve davranış bilimine atfedilen sosyal tanımlama, yönlendirme, belirleme ve yöneltme görevi bu karmaşayı içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Tanımlamayı kim yapacak, neden yapacak, nereye yöneltecek diye sorduğunuzda alacağınız yanıtlar bilimden beklenenin biraz ötesine düşüyor.
Bu gün bireyselleşmeyi temel gösterge olarak alan psikoloji biliminin geldiği yol ayrımında insan yalnızdır ve bir o kadarda kendini yadırgar. İnsan varoluşu ile yokoluşu arasında toplumsal nitelikleriyle sıkışmıştır. Kendine ve çevreye yönelik pasif saldırganlık dürtüleri taşıması iddasıyla birlikte bitmek tükenmek bilmez bir başarı tutkusuna sahiptir ki bu onu büsbütün köleleştirmekte, hayatı bir sömürge alanı olarak tanımlamasına neden olmaktadır. Bir tüketen olarak insan hayatı sürdürür, hayatta tüketeceği kalmadıkça bir tükenmiş olarak emekli olup ölümü bekler.
Bu algılama ve buhran duygusu tamamıyla yabancıdır. Bilinç için dışarısı kökenlidir. Organizması ki buna ruhsal yapısı da dahil bu durumu dışşal etkenlere bağlar. Ama sömürgenin boyutları psikolojik unsurları barındırmaya başladığında aslında içsel bir saldırı mekanizması işlemeye başlar ki bu bir anlamda birey açısından bir hedef şaşırmadır. Kendinizi, çevrenizi, toplumsal dinamiklerinizi daha doğrusu gerçeklerinizi anlama mekanizmanız felç olmaya başlamış diğer bir değişle “gerektiği, istendiği, beklendiği gibi” çalışmaya başlamıştır. Chomksy’nin “Rıza Mühendisliği” diye tanımladığı zihinsel kirlenme süreci bir anlamda zihnin ikna ile kirletilmesini temellendiriyor.
İkna ile kirletme yaşamın her alanında ikna olma ve ikna etme sürecinin etkiliğini tanımlayan bir yapı. Kullandığı dil, sosyal baskı unsurları, ve tanımlamaları ile aslında onaylamadığının yılmaz savunucusu olan bir bilinçten bahsediyorum. İkna, tartışılmaz otoriteye mutlu mesut bir itaate dönüşmüştür artık.
İvan İllich “Okulsuz Toplum” kitabında mesleki rehberliği bir sınırlama aracı olarak tanımlar. İnsanları kabiliyetlerine yönlendirip daha başarılı olmalarını sağlayacak böylece insanları yapmakta mutlu ve verimli olacakları alanlara yönlendirme gibi bir amacı içerir olarak tanımlansa da onlara bir anlamda ne olmaları gerektiği içten içe sunulan bir giz gibi anlatılacaktı.
Bu ve bunun gibi mevzunun o kadar çok şey var ki insanlığın “psikolojik” serüveninde nereden nereye geldiğimizi gösteren acı reçeteler var ki bunları öyle bir çırpıda silip atamıyorsunuz. Psikoloji biliminin sabıka kaydı işte buralarda başlıyor. Elbette geçmişte yapılmış bilimsel fauller bilimin bu gününü bağlamamalı ama bilimin kullanıldığı amaçların insanlığı götüreceği açmazları anlamak açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Alâeddin Şenel’in (1984) “Irk ve Irkçılık Düşüncesi” kitabında aktardıkları özellikle zeka testlerinin ilk kullanılmaya başlandığı 1890 larda psikoloji biliminin nasıl bir önyargıya sahip olduğunu görmek bunu açıklıyor. Irklar arasındaki farklılıkların araştırılmasının bazı ırkların üstünlüğünü ortaya koyma çabasına dönüşmesi zekâ bilimine önemli bir çizgi çekmiştir. Almanya’da geliştirilen algılama hızı testleri, 12 Beyaz, 11 Kızılderili, 11 Zenciye uygulanıp, ırkların algılama güçlerinin karşılaştırılması amacıyla kullanılmış. Alınan sonuçlar, Kızılderililerin algılamada ve de uyarıcılara tepki göstermede en hızlı, beyazların en ağır olduklarını göstermiştir. Ancak bu sonuçlar, akıl almayacak biçimde, Beyazların daha akıllı olduklarını gösterdiği biçiminde yorumlandı. Araştırmacıların engin yorumlarına göre beyazlar, düşünerek davranan, düşünceler kuran bir ırk oldukları için, tepkileri düşünmeden davranan öteki ırkların tepkilerinden elbette daha ağır olacaktı. Araştırma sonucunu yazan kalemi tutan elin rengi mürekkebe bulaşmıştır.
Yine pek çok araştırma aynı ırkın sınıfsal farklılıklarına üzerine odaklandığında ise durum bundan pek farklı değildi. Beyazların çocuklarına uygulanan zekâ testlerinin birinde, banka yöneticisi, avukat, yargıç, profesör çocuklarının, işçi çocuklarından yüksek dereceler tutturmaları, içinde yaşadıkları elverişli ekonomik, toplumsal ve kültürel çevrenin ürünü olarak değil, başarılı olma savaşımında iyi bir ana babadan gelmenin ne kadar önemli olduğunu gösterdiği biçiminde yorumlandı. Alınan sonuç, sınıfsal farklar kadar ırksal farklılıkları da gösteriyordu, çünkü yorumculara göre, farklı ırkların insanları farklı sınıflar içine yayılmış bulunuyorlardı. Bu tür araştırmalara arasında kadınların zeka düzeyini erkeklerinden çok daha aşağıda gösteren bulgulara değinerek açıkçası daha da komik olmak istemiyorum.
Aslında bu anlamda verilebilecek örnekler spesifik olmakla birlikte o dönem hakim ideolojinin etkileri hissediliyor. İkinci dünya savaşı sonunda Alman ulusu hakkında yapılan yorumlara baktığımda bir psikanalist Alman toplumunun gizil homoseksüel dürtülere sahip olmasının Yahudi soykırımlarının gerçekleşmesinde önemli bir etkisinin olabileceğini savunuyor. Bu tezin savunulduğu tarih 60′lı yıllar. Aynı şekilde Freud’un öğrencisi ve ilk Türk psikanalist Dr. İzzettin Şadan ise Türklerin Şamanizmin etkisiyle anaerkil bir toplum haline (Şadan buna Homoseksüel eğilimleride dahil eder) geldiğini İslam’la tanıştıktan sonra bu etkilerden kurtulduklarını iddia etmiştir. Şadan’ın bu tezleri savunduğunda Hitler’in iktidarda olduğunu hatırlatmak düşüncelerin kıymetine önem addeder diye düşünüyorum. Zaman ilerler, psikoloji bilimi yeni kulvarlara taşınmaya başlar. 70 lere gelindiğinde Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) eşcinselliği bir rahatsızlık olmaktan çıkarıp, bir tercih haline getirdiğinde ise bu bahsedilen toplum travmalarına artık yeni bir tanı bulunmak zorunda kalınmıştır.
Yukarıda bahsettiklerim bu gün bakıldığında bir nostaljik sorgulama gibi kalıyor olabilir. Hatta pek çok alana göre yeni sayılabilecek bir bilim dalının ergenlik sivilceleri olarak kabul edilebilir. Ama bu gün de durum farklımıdır? Bir terapide rasgele karalamaların, umursuz konuşmaların altında bir gerçek aranmaya başlandığında yüzleşemeyecekseniz eğer duyacaklarınıza hazır olmanız gerekecek. Bu korku yüzünden kendiniz de olamayacaksınız.
Bu gün durum pek de farklı değildir. Psikoloji meslek erbapları bir bireysel olayı çözümleme iddiasıyla oryaya çıktıklarında ucu açık konuşmama eğilimini sürdürürler. İlk ve son söz onlara aittir. Söyledikleri kadar söyleyecekleri de doğrudur. İtiraz ettiğinizde çoğunlukla içsel çatışmalarınızdan gelen dürtülerinize hâkim olamadığınız, kendinizle yüzleşememenin verdiği öfke sizi biraz asabi yapacaktır. Mutlaka terapi almanız gerekecek, muhtemelen ne kadar süreceği konusunda belirsizlikler bulunacaktır.
Kas 16

BANA BİR ÖTEKİ VER

Deneme, Makale by Mustafa Karaosmanoğlu Yorum ekle
Dinçer ATEŞ’e İthaf olunur
O, ikinci teklik şahıs olan ’sen’in
Mekandaki ötelenmiş halidir
Öteki dile, topluma, bireye ve kültüre olumlu veya olumsuz pozisyonlarda dağılabilecek bir kavram. Zihinsel bir alt yapıya sahip olması nedeniyle keyfi bir kuruluşun üzerinden arzı endam ediyor. Bununla beraber sonuçları açısından oldukça acı veren yönelimlere sahip. Öteki bir yaklaşım tarzı, öteki bir kaos, öteki bir yapı, öteki bir semantik ve öteki bir yapı bozum. Öteki, sen olmayı hak etmemiş olan ‘o’nun tezahür etmiş bir durumunu imliyor zihnimize. Hatta ‘öteki’ elden gelse bütün şahıs kiplerinden kapı dışarı edebileceğimiz bir şey. ‘O’ bile sahipleneceğimiz bir kavram ‘öteki’ karşısında. En azından bir yapı olarak, dil bizi böyle düşündürebiliyor. Çünkü zimmen de olsa ‘o’, sen üzerinden varabileceğimiz, hatta bilincinde olmasak bile dilin ulaştığı bir durum olarak içselleştirdiğimiz bir şey. Dil bütün ‘o’ları öteki yapmıyor, öteki ‘o’nun ötesinde bir yerde. Lakin analitik olarak baktığımızda ‘o’, ’sen’den, ’sen’ de ‘ben’den çok uzakta olan yapılar değil. Epigrafımızda olduğu gibi.
Öteki ben veya senden başlayan bir şey. Ben veya sen olmasa ötekini oluşturabilecek bir vasattan söz edebilmek mümkün değil. Yani ötekinden kalkıp da bir ‘ben’ veya ’sen’ oluşturacak duruma sahip değiliz. Dil bile ötekinin karşısında geri dönüşsüz bir yapı olarak kendini gösteriyor. Dilin bile taraf tuttuğu bir vasattan bahsediyoruz öteki dediğimizde.
Dil kendi kuruluşunu ‘ben’den kalkarak gerçekleştiren bir yapı. ‘Ben’ her ne kadar dilin temelinde olsa bile, derinden baktığımızda o kadar da ‘kendine ait’ bir şey değil. Onun da başka şeyler üzerine saçaklandığını görmek mümkün. Başka şeyler üzerine dağılabilme özellikleri var. Örneğin aynaya baktığımızda karşımızda gördüğümüz şey bir aidiyet ekiyle bize bağlanmış olmuyor mu? Hatta ‘bu benim resmim’ veya ‘ bu benim kafam dediğimizde zimmen kabul etmek durumunda kaldığımız ‘ben’de mündemiç olan bir ’sen’ yahut uzakları işaret etmiş olsa da bir ‘o’ bulmuş olmuyor muyuz? Kabul etmeliyiz ki öteki nesnel olmanın çok ötesinde bir zihinsel faaliyeti imlemekten başka bir şey değil.
Fakat nasıl oluyor da pratikte ötekinin dünyasını kendi evrenimizin bu kadar dışarısında kurma başarısını gösteriyoruz! Buna cevaben ‘ben’in yerine biz, ’sen’in yerine siz ve ‘o’nun yerine onları ikame edip bir toplumsal yapıya ulaşarak diyebiliriz. Elbette toplumsal olmanın farklı bir doğası var. Toplumda insan kendi olmaktan soyutlanıyor. Toplum maskeli bir balo. Dolayısıyla orada hakim olan ‘biz’ duygusu ve buna bağımlı olarak ‘ben’e giydirilmiş olan maske.
Biz duygusu diğer oluşumlara bir ayrıntı olarak bakma pozisyonuna sahip. ‘Ben’in kabul ettiği şeyi ‘biz’, doğası gereği dışlayabiliyor. Yani toplumun bir ferdi olarak maskeli bir baloda kendi olmanın acısını çekiyoruz içimize. Herkes bir başkasının yerinde meskun ve bir o kadar da muhteris oluyor. Bir kavram bir kelimeyi tehdit ediyor bu çoklukta. Herkes birbirine doğru diş gıcırdatıyor. Sevgi tatile çıkmış iz’an hak getire. Birbirimize tahammül edemiyoruz. Kimse bulunduğu yerden memnun değil mesela. Kendi sevinçlerimizden memnun değiliz, kendi statümüzden memnun değiliz, kendimizden bile memnun olamıyoruz. Bu biraz da çağcıl bir şey. Bu çağın insanı olumlu bir kendi bulamıyor üzerine giyinmek için. Başkasının üstünü örtmeye çalışıyor yalnızca. Başkasını tarihe, başkasını toprağa gömme uğraşısında. Modern olmanın diyetini ödüyoruz beklenmedik bir biçimde. Kendi gurbetimize çıkmamızı istiyorlar bizden. Sonra çıkardığımız anlamsız sesleri bir ateş topu gibi birbirimizin üzerine atıyoruz.
Herkes düşmanını yanında olsun istiyor. Kimsenin sataşmak için beklemeye vakti yok. Herkes vebadan, cüzamdan ve ifritten bir öteki buluyor kendine. Çoğunluk ötekinin ötesinde olmakla tanımlıyor varlığını. ‘Ben buyum’dan ziyade ‘ben o değilim’ negatif yargısı herkese daha cazip geliyor. Sen olmak gibi bir çaban varsa eğer, bu anlam evreninde kendin olmak gibi. ‘Sen’ bütün samimiyetinle, bütün iyi niyetinle, sevgilerinle, duyuşlarınla, ’sen’ öteki bir dünya oluyorsun o zaman. Öteki bir memleket, öteki bir fikir, öteki bir varlık, öteki bir insan. Öteki… Öteki… Öteki… Ötekinin sonu yok.
Öteki nefretlerin iktidarına göre belirleniyor. Her gücün, her çağın kendine ait bir ötekisi var. Daha fazla muktedir olabilmek için korkudan bir öteki üretiliyor. Her dönemin farklı bir ötekisi dedik. Her farklı çıkar farklı zamanlarda kendi ötekisini çekiyor kura torbasından. Negatif bir oluş bu, negatif bir iktidar coğrafyası. Olumsuz yargıların üzerinde büyütüyoruz ötekini. Bir ’sen’ olarak seni apoletler ötekileştiriyor, postallar, boyun bağları, yakası kolalılar ötekileştiriyor. Anlıyor musun şehir zorbaları, beyazlar vs… ’sen’i.
Ötekileştirilmiş bir ötekiyiz artık. Karşıtların zıtlığında bir nev zuhur üretilen, yerinden, yurdundan uzaklaştırılmış öteki. Yoksa bahsedilen bir ötekinin aslolan varlığı ‘burada’ - anlam olarak- kurulamaz. Çünkü bir ‘kendi’ olarak öteki hepimiz için önemli. Çünkü el değmemiş bir ötekinin bize kattığı anlam bizi kendimize daha çok yakınlaştıran bir buhurdur.
Oysa, öteki affedebileceğimiz bir kendimiz olmalı değil miydi? Duymak istediğimiz bir sevgili, eskimeyen bir çehre, sırası gelmemiş bir ölüm, yaşatılası bir güzellik.
En insan olan yerlerine muhtıra, en yaralı yerlerine darbe yememiş bir öteki.
Keşke herkesin ötekisi kendisi olabilecek kadar yakınlıkta olsaydı. Keşke ‘ya sev ya terk et’ formatında bir cümleyi hiç kurmamış olsaydık. Yaşamanın buhur kokan bir kültürü olmayacak mı? Ne dersiniz?

Kas 16

DİLİN ANLAŞILMAZ YANLARI

Makale by Cem Gençoğlu Yorum ekle
Freud 20. yüzyıl insanını nevrotik olarak tanımlıyordu. Nevrotik bozukluklar psikiyatride psikozlara oranla daha hafif rahatsızlıklar olarak kabul edilmekle beraber çoğunlukla tedavisi de psikoza oranla daha umut vericidir. Nevroz 20. yüzyıl kuşağının tanısı olarak tarihe geçerken nevrotik bir neslin yetiştirdiği bir kuşağın tanısı ne olabilir? 21. yüzyılın apartman odalarının yalnız insanları, iç konuşmalarıyla meşgul ve dışa yansıyan dünyaları suskun birer fotoğraf karesinden ibaret. Şu da bir gerçek ki 21. yy insanının psikiyatrik durumu konusunda bir görüş birliği beklentisinde değiliz. Ama bu çağı tanımlamak istediğimizde iletişimsizlik çağdaşlarımızın başlıca özellikleri arasında geliyor.
Tevrat’a göre Babil kulesini yaparak tanrının gazabına uğrayan âdemoğulları o zamana dek tek bir dil konuşuyordu. Tanrı, babil kulesini bir başkaldırı olarak görmüş ve insanlığın dillerini (iletişimlerini) bozarak birbirlerini anlamalarına engel olmuştur. Babil kulesinin yıkımından bu yana insan neslinin iletişimleri farklılaşmış ve her biri farklı birer dil kullanmaya başlamıştır.
Efsane kulenin dilleri farklılaşan insanların artık ortak bir amaca yönelememeleri ve kulenin yapımına devam edemeyişleri ile tamamlanır. Dili bozulan bir medeniyet yıkılır ve çöker. Biz burada dili kültürün yapıcı öğesi ve medeniyetin aktarım aracı ve ruhu olarak tanımlamak gayretinde olacağız. Medeniyetin sınırlarının belirleyicisi olarak dil, ruh bilinen gözlemlenen bir durum değil aksine bilincin ötesindeki tavrı ile hissedilen bir algı.
Edward Said yaşamöyküsünü anlattığı son kitabının başında kendini diliyle tanımlamaya çalışır. İngilizce mi, Arapça mı diye sorar? Kafası karışıktır. Ve sonunda birini diğerinin tamamlayıcısı olduğu çerçevede buluşturmak ister. Sonuç; yine hüsrandır. Her ikiside anadilimdir cümlesini bir türlü tamamlayamaz. Dil onu tıpkı kitabının adı gibi “Yersiz Yurtsuz” bırakmıştır.
İşte bu noktada dil bireysel anlamda kişiliği tanımlıyor ve tamamlıyor. Dil, bir anlatma aracının ötesinde varoluş sorununun çözümleyicisi bir anlama aracıdır. Kendini ve çevresini anlamak düşünen zihnin iç konuşmalarıyla mümkündür. Düşünce bir anlamda bir iç konuşmadır. Kullandığı dilin kavramları üzerinden düşünen bireyin kavram zenginliği; bakış açısının genişliğini, sistematiğinin doğruluğunu tanımlamaktadır.
İnsanın geçen yüzyıldan miras nevrotik naifliği bu yüzyıla iletişimsizlik şeklinde tezahürü ve insanın dilden umduğunu bulamayışı aslında bir iletişim aracı olarak dile verdiği anlamın karşılık bulamayışında gizlidir. Dili insan sadece anlatma aracı olarak tanımlanmıştır. Dil sadece kendisinden çevreye dönüktür. Fakat dili çevresinden kendine dönük bir araç olarak algılamış olsaydı daha açık ifade edersek insan anlaşılmaktan önce anlamayı arzulasaydı, önce anlamaya sonra anlaşılmaya çalışsaydı ne kelimeler onun için bir zulme dönüşecek ne de şimdiki soğuk yalnızlığına gömülmüş olacaktı.
Duygunun tanımlayıcısı olarak dil ise yine bir anlama aracıdır. Bireyin kendine uygun gördüğü tanımlama biçimi başka bir bireyde karşılığını bulduğunda anlaşıldığını düşünür. Dediğimiz gibi burada ilk koşul bireyin kendini tanımladığı dilin karşılık bulmasıdır. Bir öteki kendisi ile aynı dili konuştuğunda (kendisi ile kendisi için aynı tanımlamalarda buluştuğunda) anlaşıldığı düşünür. Burada Maslow’u anmak gerekecek. Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramında, bireyin yeme içme gibi fizyolojik ihtiyaçların karşılanmasından sonra güven duyma ve sevgi görme ihtiyacında olduğunu ifade ediyor. Birey ancak doğru anlaşıldığını ve doğru anlamlandırdığını düşündüğü ortamlarda kendini güvende hisseder. Bu ancak iletişimini sağlıklı yaptığı sürece mümkün olabilecektir. Kişisel gelişimde süreç olarak kabul edilen kendini gerçekleştirmenin başat koşullarından biri derin ve tatmin edici kişiler arası ilişkiler ve bu iletişim sonucu bireyin memnuniyetidir.
Modern zaman insanının dövünüp durduğu anlaşılamama kaygısı, yalnızlığı, saldırganlığı ve umutsuzluğu bize çok şey anlatmalı. İnsanın pozitif iletişimini bir medenileşme unsuru olarak görüyorsak ki bu kaçınılmaz, Garaudy’e kulak vermemiz gerekecek. Garaudy, insanlığın medeniyet destanını özetle şöyle bitiriyor. “İnsan diğer insanı kendisi için olmazsa olmaz bir unsur olarak görmelidir. Herkes başlangıçta, başkasından öğreneceği şeyin onu mükemmelleştireceğine inandığı zaman gerçek medeniyetler diyalog gerçekleşir.”





(not: nerden buldum hatırlamıyorum )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder